Türkiye-ABD dost mu?

Çoktandır sessiz kalan YPG/PKK terör örgütünün liderlerinden Mazlum Kobani, ABD seçimlerini Joe Biden’in kazanmasından sonra SDG’nin ABD’yle birlikte ortak bir program yapacağını açıkladı. Yine ABD’nin bu örgütlere yaptığı silah transferi yeniden başladı…

YAZININ başlığına bakıp hemen kanaate varmamanızı istirham ediyorum. Anlatacaklarımın sonunda Hilâl-Haç savaşının bugün ABD ve Türkiye arasında olduğunu aktaracağım.

Değişik veçhe ve değişik metod ve silahlarla dünyanın haydut devleti ABD ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmeleri mukadder idi. İçimizdeki ABD sever beşinci kolun yerli mankurtlarına rağmen akıbetten kurtulamazsınız. Yüz yıl önce bize “Sevr” paçavrasını dayatan Sykes-Picot Anlaşması’nın müstevlilerinin yerini ABD’nin alması, tamamen silah sanayiini elinde bulunduran zorba/haksız gücün kesafeti ve emperyalist emellerle alâkalıdır.

Meseleyi daha açık izah etmek için dünle alâkalı bazı siyâsî ve stratejik olayların serencamını izah etmek gerekecektir. 

İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte milletlerarası politikanın yapısında önemli değişiklikler olmuştur. İki savaş arası döneme ve daha öncesine bakacak olursak İngiltere ve Fransa, iki büyük güç olarak milletlerarası politikaya yön veriyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı ile birlikte bu yapı değişmiş ve bu devletlerin yerini “süper güç” olarak adlandırılan iki yeni devlet, ABD ve SSCB almıştır. Savaşın Avrupa’da yarattığı yıkım, İtalya ve Almanya gibi devletlerin bu sistemden uzun bir süre tecrit edilmesi ve Fransa ile İngiltere’nin eski gücünden yoksun olması, bu iki devletin süper güç olmalarında önemli faktörlerdir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye-ABD ilişkileri

Bir yandan savaş sırasında yükselen ihtiyaçlar ölçeğinde gıda maddeleri ve hammadde fiyatları yavaş yavaş normale döndüğünden bunları ihraç eden Türkiye’nin gelirlerinde bir azalma söz konusu olurken, diğer yandan da Sovyet tehdidi nedeniyle ordusunu terhis edememesi büyük bir ekonomik yük getiriyordu.

Diğer yandan savaş süresi boyunca Türkiye jeopolitik konumu yüzünden gerek Müttefikler, gerekse Mihver Devletleri tarafından kendi yanlarında savaşa sokulmak istenmiştir. Türkiye’nin stratejisi ise savaş dışında kalıp daha önce yaşanan sıkıntıların tekrardan yaşanmamasının önüne geçmektir.

Fakat Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı boyunca iki önemli tehdit algılaması vardı. Birincisi, büyük devletlerin aralarındaki müzakerelerden dışlanmak ve âni bir işgal sonucunda Cumhuriyet’in mirasına sahip çıkamamak endişesidir. O günün şartları dikkate alındığında plân, savaş sonrası kurulacak statükonun dışında kalmayacak şekilde ilişkilerin kesilmemesini sağlamaktır. Dün hakkında kelâm ederken itidâli elden bırakmamak lâzımdır.

Türkiye, Potsdam Konferansı’nda Sovyetlerin tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Devrin akıldanelerine göre, önemli tarihî dönemeç sayılan 1925 yılında yapılan dostluk anlaşmasının uzatılmaması ve Sovyetlerin isteklerini açık açık belirtmesi, ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Türkiye’nin savaş dönemi boyunca tarafsızlığı, Müttefiklerden yana olan bir bağımsızlıktır. Savaş sonrası ortamda Sovyet Rusya tehdidi ile yalnız kalmak yerine Türkiye, Batı’yı seçmiştir. Hoşumuza gitmese de, dünü bugünkü şartlar muvacehesinde sorgularsak yanılabiliriz. Hatta bugün “Dünya beşten büyüktür” şeklindeki haklı isyanımıza sebep olan Birleşmiş Milletler’e üye olabilmek için Almanya ve Japonya’ya bile savaş ilân etmiştir.

ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana “demokratikleşme” adı altında yürüttüğü ideolojik yayılmacı dış politika, 11 Eylül sonrası süreçte bugünkü sınırlarına ulaşmıştır. “11 Eylül derin Amerika’nın bir projesidir” iddiamda ısrarlıyım. Terörle mücadele ve NATO genişlemesinin de dâhil edildiği bu süreçte Amerika, Doğu Avrupa’da Rusya, Orta Doğu ve Akdeniz’de Türkiye, yine Orta Doğu’da İran, Uzak Doğu’da Çin gibi ülkelerin yakın sınırlarına ve Afganistan’a yerleşerek etki alanındaki ülkelerle siyâsî ve askerî olarak agresif bir dış politika izlemeyi tercih etmiştir. Bu bölgelerde demokratikleşme propagandasıyla kendine bağlı rejimleri iktidara getirme çabası, yayılmacılıkta çok etkili bir silah olmuştur. İçinde bulunduğumuz yüzyılda küresel konjonktür/geçerli durum içerisinde milletlerarası ilişkilerin yeni çatışma noktaları bölgeler olmuştur.

Bu coğrafya aynı zamanda, Türkiye, Rusya ve İran gibi ülkelerin güvenlikleri bakımından -moda tabirle- kırmızı çizgileridir. İran ve Türkiye, Suriye konusunda; Türkiye ve Rusya ise hem Suriye, hem Kırım konusunda farklı görüşlere sahip olsalar da birlikte alan savunması yaparak bu kırmızı çizgilerini korumaya almışlardır.

Ayrıca ABD ve unsurlarının Kafkasya, Karadeniz ve İç Asya’ya girmesine de müsaade etmemişlerdir. Türkiye, ABD destekli terör örgütlerine karşı etkin mücadeleyi hem Kuzey Irak, hem de Suriye’nin kuzeyinde 2015 yılı sonrasında daha da arttırmıştır. Fakat yine de bu üç ülke, savunma pozisyonunda kalmaktadır.

Buna karşın Washington yönetimi resmiyette böyle olmasa da pratikte bu yayılmacılığı kuşatmacı bir çevreleme politikasına dönüştürmüştür. Genel olarak ABD kuşatması Murmansk’tan Baltık Körfezi’ne, oradan Karadeniz’e, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’e, oradan da Hürmüz’e kadar giden geniş bir coğrafyada gerçekleşmektedir. ABD savaş gemileri Çin Denizi’nde hem Hürmüz Boğazı’nda aktif olarak jandarma ve ileri karakol görevi yapmakta, hem de kısmî deniz ablukası uygulamaktadır. Önemli olan mesele ise, bu ablukanın silahlı unsurlarla birlikte yapılıyor olmasıdır.

Bugünün Rusya’sı neler yapıyor?

Rusya alan savunmasında Suriye’yi ön savunma hattı olarak görmektedir. Türkiye ise bölgesel güvenlik açısından tüm Adalar Denizi, Doğu Akdeniz ile kendi Suriye, Irak ve İran sınırlarını koruma çabasındadır.

Yine Türkiye, Akdeniz’e açılması plânlanan terör koridoruna bağlı olan sözde devlet yapılanmasına karşı da özel bir dış politik konjonktürel/geçerli duruma sahiptir. Bu çevrelemenin Türkiye’nin alan hâkimiyetini daraltmaması için Devletimiz, Kızıldeniz, Libya ve Somali’de askerî üsleriyle kendine yeni savunma ve cephe hatları açmaktadır. Britanya donanmasının Osmanlı Devleti’ni Akdeniz’in doğusuna hapsetmek için özellikle 18’inci yüzyıl itibariyle kullandığı bu eski stratejiyi ABD, müttefiki olan bölge ülkeleri aracılığıyla aynen uygulamaya çalışmaktadır.

Akdeniz ve Orta Doğu’da işler böyleyken Baltık Denizi’nde de durum çok farklı değildir. Çevreleme burada da uygulanmakla beraber yine eski bir İngiliz deniz stratejisiyle Rusya, Baltık Denizi’nin en doğusuna hapsedilmek istenmektedir. İngiliz savaş jetleri ile Rus jetlerinin it dalaşına bağlı olarak Baltık bölgesi, yine Batı ile Rusya arasında gerilimin tırmandığı bölgelerden birisi olmuştur. Bu konjonktür/geçerli durum içerisinde Türkiye ise kilit ülke konumundadır.

Türkiye’nin Karadeniz-Akdeniz havzası, Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar gibi tüm önemli jeopolitik ve jeostratejik noktaların merkezinde olması ülkemizi satranç tahtasında riskli ve önemli bölgelerin merkezine oturtmaktadır. Bu nedenle Türkiye dış politikasını konjonktürel ve esnek temeller üzerinde kurmuştur. Ankara, gelişmelere karşı birikimi ve gücü doğrultusunda anlık kararlar alabilecek, merkezî devlet yapılanmasını rasyonel bir dış politika için etkinleştirmiştir. Ancak bir önceki ABD başkanlık seçimlerini hiç de beklenmeyen bir şekilde Trump’un kazanmasıyla tüm bu süreç ve konjonktür/geçerli durum dondurulmak zorunda kalınmıştır.

Bu konuyu  son bir hatırlatma ile bitirelim.

Rusya’nın Orta Doğu’da yer edinmesine Barak Obama’nın politikaları yardımcı olmuştur. Sözde İran’la yakın bir rabıtanın, İsrail’in güvenliğinin garantiye alınmasının bir yolu olarak denenmiştir bu. Âdeta o bölge altın tepsi içinde Rusya’ya sunulmuştur. Hülâsa, PKK ve diğer terörist grupların himaye edilmesinde “Ha ABD, ha Rusya, ha İran” desek abartmamış oluruz. Taşeronları herkes kullanır.

“Yeni ABD”, “ABD geri döndü” yollu lâfların kıymet-i harbiyesi yoktur. “ABD, Türkiye’ye savaş açtı, İsrail ile kuşatmaya aldı” gibi sloganik ifadelerin arkasındaki hakikat için söyleyenlerine bakmak lâzım. Bu lakırdıyı edenlerin birinci grubu, muhibbi-i Amerikan olan mankurtlardır. Bay Biden’in Türkiye’deki gönüllü kuruluşları ve körü körüne Türkiye düşmanlığı yapan KK ve şürekasıdır. Yardımcılarının listesini yapmak uzun iş.

İkinci grup ise romantik Amerikancılar olup, Amerika’yı özgürlükler ülkesi gören, Amerika’dan dayak yememiş, gönüllü Amerikan kölesidirler.

Joe Biden’in 20 Ocak 2021 itibariyle koltuğa oturmasıyla dondurulmuş çatışmalar yeniden ısıtılmaya başlandı. Yeni dönemin dış politikasının “Nerede kalmıştık?” dercesine 11 Eylül sonrasını hatırlattığı açık bir şekilde görülüyor. Biden’in oluşturduğu yeni kabine de bize olacaklar hakkında az çok fikir veriyor. Kabinede yer alan isimlerin birçoğu şahin ve aynı zamanda Obama kabinesinde de görev alan isimler. Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Ulusal İstihbarat Başkanı Avrile Hainese gibi isimler Obama yönetiminde de çok önemli görevlerde bulundular. Yine Avrile Hainese, Obama yönetiminin Ulusal Güvenlik Danışmanı Başkan Yardımcılığı görevini yürüten bir isimdi. Biden’in CIA Başkanlığı için düşündüğü eski diplomat William Burns’un Senato oturumunda Çin ve Rusya’yı doğrudan hedef alan açıklamalar yapması, onun da muhtemel şahinlerden biri olacağını gösteriyor.


ABD’de şahinler

Ayrıca bu isimlerin dışında, Orta Doğu’da terör örgütleriyle yakın ilişki içerisinde bulunan ve Trump’un Suriye’den askerleri çekme kararı almasından sonra görevinden ayrılan Brett McGurk, Biden ekibinin yeni Orta Doğu Koordinatörü olarak göreve başladı. Önümüzdeki günlerde daha sık duyacağımız bu isimler ABD dış politikasının şahin kimliğini gözler önüne seriyor.

Diğer yandan şimdilik Biden, dış dünyaya dair çok ses getiren açıklamalar yapmıyor ama bu sessizlik masumane değil. Amerikan iç siyâsetindeki tıkanmışlık da bunda etkili. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Gara Operasyonu sonrası “Müttefiklerimizden net tavır bekliyoruz” açıklaması da aslında özelde Gara’ya yönelik bir mesaj gibi görünse de ABD’nin bölgedeki genel tavrını bir an önce belirlemesine yönelik bir çağrı olarak değerlendirilmelidir.

Biden her ne kadar sessiz kalsa da, onun başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte şahin dış politikanın ilk etkileri hissedilmeye başlandı. Orta Doğu’da gözlerden kaçmayan siyâsî ve askerî bir hareketlilik var. Özellikle Türkiye’nin güney sınırlarını istikrarsızlaştırmak isteyen ABD dış politikası, bölgedeki terör örgütlerini hâlen Suriye’de oluşan demokratik güçler olarak tanıtmaya ve onları bu şekilde meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Buna bağlı olarak Biden’in koltuğa oturmasından sonra YPG/PKK/DAEŞ gibi terör örgütlerinin faaliyetlerinde artış gözlemlenmektedir.

Meselâ çoktandır sessiz kalan YPG/PKK terör örgütünün liderlerinden Mazlum Kobani, ABD seçimlerini Joe Biden’in kazanmasından sonra SDG’nin ABD’yle birlikte ortak bir program yapacağını açıkladı. Yine ABD’nin bu örgütlere yaptığı silah transferi yeniden başladı. Buna karşın Türkiye, kendi sınır güvenliğiyle ilgili yeni adımlar atmaktadır. Gara’ya yapılan operasyon her ne kadar kurtarma operasyonu olsa da Türkiye, bölgede Kandil ve Sincar arasındaki terör koridorunu kesintiye uğratmıştır.

Yine ABD’nin Kuzey Suriye’de yeni askerî üsler kuracağı yönünde bilgiler bulunmaktadır. Oysa Trump Afganistan, Almanya ve Suriye gibi ülkelerdeki askerî birlikleri azaltmıştı. Bunun dışında Türkiye iç siyâsî yaşamının sekteye uğratılmasına da çalışılacaktır. Bu anlamda Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile iç siyâsî yaşamda istikrarın sağlanmasında çok önemli rol oynayan Cumhur İttifakı’nın siyâseten zayıflatılması, Biden ve onunla birlikte hareket edenler adına kritik bir yaklaşım olacaktır.

Bunun dışında, Covid-19 salgınının toplum üzerinde oluşturduğu sosyo-ekonomik baskıya bağlı ekonomik streslerin de halk üzerinde iç siyâsî halkanın test edileceği alanları doğurabilmesi ihtimâli mevcuttur. Sosyo-ekonomik ve psikolojik olarak yıpranan toplum üzerinden sokak hareketleri kurgulanmaktadır. Türkiye bu anlamda aktif siyâsî kararlar almaktan kaçınmayacaktır.

ABD’de Trump yönetiminin Demokrat başkanlar döneminden çok daha başarılı olmasına rağmen Covid-19 salgınına bağlı olarak gelişen toplumsal olaylar, Trump yönetimini yıpratmıştır. ABD dış politik kurumları Türkiye’ye dair uyguladığı çevrelemeyi siyâsî, askerî, diplomatik ve ticârî alanların hepsinde uygulamaya çalışacaktır. Bu süreçte NATO-Türkiye ilişkilerinin geleceği de büyük önem arz etmektedir. Bunların örnekleri bugün bile mevcuttur.

Türkiye'nin Rusya’dan aldığı S-400’ler de yine ABD dış politik kurumlarının Türkiye’ye karşı baskı uyguladığı bir araç olarak kullanılmaktadır. Kaldı ki, İstanbul Boğazı’nda kırmızı ışıkları yanan köprünün altından geçerken “Biz kırmızı ışıkta durmayız” diyerek Instagram mesajı yayınlayan ABD donanması, zaten düşmanlığını açıkça göstermektedir.

Biden’in koltuğa oturmasıyla birlikte Rusya’da da yeni gelişmeler yaşanmıştır. Biden’in koltuğuna oturmasından hemen sonra tutuklanacağını bilen Navalniy, Almanya’dan, zehirlendiğini iddia ettiği ülkeye, Rusya’ya dönmüştür. Hemen arkasından da Rusya’da özellikle gençlerin dâhil olduğu sokak hareketleri başlamıştır.

Yine Güney Çin Denizi’nde yaşanan gelişmeler, Karadeniz’de Amerikan donanmasının artan etkinliği, Baltık Denizi’nde yaşanan gerilimler ve İran hedefli siyâsî açıklamalar bu sürecin birer parçasıdır. İran’ın uranyum metal üretimine yeniden başlaması da burada önemlidir. ABD’nin Yunanistan’ı, başta Dedeağaç ve diğer sahilleri silahlandırması, Suudi Arabistan ile Yemen arasında farklı bir yol izlemesi, Ermenistan’daki sokak hareketlerinde görünmesi, “Perşembe’nin geleceği Çarşamba’dan bellidir” kelâmını haklı çıkartıyor.

Hülâsa

Haydut devlet ABD ve güdümündeki ülkelerin hedefi Türkiye’nin dışarıda terör örgütleri ve diplomatik, siyâsî, ekonomik olarak yıpratma faaliyetleri ile sıkıştırılması, içeride ise sokak hareketleri ile toplumsal olayların kışkırtılmasından kaynaklı bir dikkat dağınıklığına doğru itmek istiyorlar.

En son Boğaziçi Üniversitesindeki ABD destekli PKK-HDP/FETÖ/LGBT ve diğer kirli güruhun neler yaptıkları bunun delilidir. Bu çalışmaların amacı, Türkiye’nin direncini zayıflatarak iç halkada gedikler açmak ve dışarıda ülkenin taviz vermesini sağlamak olacaktır.

Açık ifade etmek gerekirse, maalesef sosyo-ekonomik anlamda toplumun bir huzursuzluk barındırması dış güçlere böyle bir yumuşak karın ve hareket alanı açmaktadır. Türkiye’nin savaş gücü için büyük anlam ifade eden iç siyâsî halk, ivedi bir biçimde ekonomik darboğazdan çıkarılması ve sokakların boşalması sağlanmalıdır. Bu sayede sosyo-ekonomik sebepler nedeniyle de sıradan vatandaşların marjinalleşmesinin ve aykırılığın önüne geçilmelidir.

Bizim haydut devletle -amiyane tabirle- kapışmamız mukadder olan bir hâldir. Son yıllarda devlet aklının salim ve rıza-i İlâhî yolundaki samimi gayretleri, meyus olmamızı gerektirmiyor.

Allah-u Teâlâ ne buyuruyor: “Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız, şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmran, 139).

Son söz olarak, şair ve hekim Abdülhak Molla’nın bundan 150 yıl öncesinden âdeta bugüne seslenen beytine kulak verelim:

“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh;

Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh-ü salâh…”

Vesselâm…