YAZININ başlığına bakıp
hemen kanaate varmamanızı istirham ediyorum. Anlatacaklarımın sonunda Hilâl-Haç
savaşının bugün ABD ve Türkiye arasında olduğunu aktaracağım.
Değişik
veçhe ve değişik metod ve silahlarla dünyanın haydut devleti ABD ile
Türkiye’nin karşı karşıya gelmeleri mukadder idi. İçimizdeki ABD sever beşinci
kolun yerli mankurtlarına rağmen akıbetten kurtulamazsınız. Yüz yıl önce bize
“Sevr” paçavrasını dayatan Sykes-Picot Anlaşması’nın müstevlilerinin yerini ABD’nin
alması, tamamen silah sanayiini elinde bulunduran zorba/haksız gücün kesafeti
ve emperyalist emellerle alâkalıdır.
Meseleyi
daha açık izah etmek için dünle alâkalı bazı siyâsî ve stratejik olayların
serencamını izah etmek gerekecektir.
İkinci
Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte milletlerarası politikanın yapısında önemli
değişiklikler olmuştur. İki savaş arası döneme ve daha öncesine bakacak olursak
İngiltere ve Fransa, iki büyük güç olarak milletlerarası politikaya yön veriyordu.
Fakat İkinci Dünya Savaşı ile birlikte bu yapı değişmiş ve bu devletlerin
yerini “süper güç” olarak adlandırılan iki yeni devlet, ABD ve SSCB almıştır.
Savaşın Avrupa’da yarattığı yıkım, İtalya ve Almanya gibi devletlerin bu
sistemden uzun bir süre tecrit edilmesi ve Fransa ile İngiltere’nin eski
gücünden yoksun olması, bu iki devletin süper güç olmalarında önemli
faktörlerdir.
İkinci
Dünya Savaşı sonrası Türkiye-ABD ilişkileri
Bir
yandan savaş sırasında yükselen ihtiyaçlar ölçeğinde gıda maddeleri ve hammadde
fiyatları yavaş yavaş normale döndüğünden bunları ihraç eden Türkiye’nin
gelirlerinde bir azalma söz konusu olurken, diğer yandan da Sovyet tehdidi
nedeniyle ordusunu terhis edememesi büyük bir ekonomik yük getiriyordu.
Diğer
yandan savaş süresi boyunca Türkiye jeopolitik konumu yüzünden gerek
Müttefikler, gerekse Mihver Devletleri tarafından kendi yanlarında savaşa
sokulmak istenmiştir. Türkiye’nin stratejisi ise savaş dışında kalıp daha önce
yaşanan sıkıntıların tekrardan yaşanmamasının önüne geçmektir.
Fakat
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı boyunca iki önemli tehdit algılaması vardı.
Birincisi, büyük devletlerin aralarındaki müzakerelerden dışlanmak ve âni bir
işgal sonucunda Cumhuriyet’in mirasına sahip çıkamamak endişesidir. O günün
şartları dikkate alındığında plân, savaş sonrası kurulacak statükonun dışında
kalmayacak şekilde ilişkilerin kesilmemesini sağlamaktır. Dün hakkında kelâm
ederken itidâli elden bırakmamak lâzımdır.
Türkiye,
Potsdam Konferansı’nda Sovyetlerin tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Devrin
akıldanelerine göre, önemli tarihî dönemeç sayılan 1925 yılında yapılan dostluk
anlaşmasının uzatılmaması ve Sovyetlerin isteklerini açık açık belirtmesi,
ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Türkiye’nin savaş dönemi boyunca
tarafsızlığı, Müttefiklerden yana olan bir bağımsızlıktır. Savaş sonrası
ortamda Sovyet Rusya tehdidi ile yalnız kalmak yerine Türkiye, Batı’yı
seçmiştir. Hoşumuza gitmese de, dünü bugünkü şartlar muvacehesinde sorgularsak
yanılabiliriz. Hatta bugün “Dünya beşten büyüktür” şeklindeki haklı isyanımıza
sebep olan Birleşmiş Milletler’e üye olabilmek için Almanya ve Japonya’ya bile
savaş ilân etmiştir.
ABD’nin
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana “demokratikleşme” adı altında yürüttüğü
ideolojik yayılmacı dış politika, 11 Eylül sonrası süreçte bugünkü sınırlarına
ulaşmıştır. “11 Eylül derin Amerika’nın bir projesidir” iddiamda ısrarlıyım.
Terörle mücadele ve NATO genişlemesinin de dâhil edildiği bu süreçte Amerika,
Doğu Avrupa’da Rusya, Orta Doğu ve Akdeniz’de Türkiye, yine Orta Doğu’da İran,
Uzak Doğu’da Çin gibi ülkelerin yakın sınırlarına ve Afganistan’a yerleşerek
etki alanındaki ülkelerle siyâsî ve askerî olarak agresif bir dış politika
izlemeyi tercih etmiştir. Bu bölgelerde demokratikleşme propagandasıyla kendine
bağlı rejimleri iktidara getirme çabası, yayılmacılıkta çok etkili bir silah
olmuştur. İçinde bulunduğumuz yüzyılda küresel konjonktür/geçerli durum içerisinde
milletlerarası ilişkilerin yeni çatışma noktaları bölgeler olmuştur.
Bu
coğrafya aynı zamanda, Türkiye, Rusya ve İran gibi ülkelerin güvenlikleri
bakımından -moda tabirle- kırmızı çizgileridir. İran ve Türkiye, Suriye
konusunda; Türkiye ve Rusya ise hem Suriye, hem Kırım konusunda farklı
görüşlere sahip olsalar da birlikte alan savunması yaparak bu kırmızı
çizgilerini korumaya almışlardır.
Ayrıca
ABD ve unsurlarının Kafkasya, Karadeniz ve İç Asya’ya girmesine de müsaade
etmemişlerdir. Türkiye, ABD destekli terör örgütlerine karşı etkin mücadeleyi
hem Kuzey Irak, hem de Suriye’nin kuzeyinde 2015 yılı sonrasında daha da
arttırmıştır. Fakat yine de bu üç ülke, savunma pozisyonunda kalmaktadır.
Buna
karşın Washington yönetimi resmiyette böyle olmasa da pratikte bu yayılmacılığı
kuşatmacı bir çevreleme politikasına dönüştürmüştür. Genel olarak ABD kuşatması
Murmansk’tan Baltık Körfezi’ne, oradan Karadeniz’e, Adalar Denizi ve Doğu
Akdeniz’e, oradan da Hürmüz’e kadar giden geniş bir coğrafyada
gerçekleşmektedir. ABD savaş gemileri Çin Denizi’nde hem Hürmüz Boğazı’nda
aktif olarak jandarma ve ileri karakol görevi yapmakta, hem de kısmî deniz
ablukası uygulamaktadır. Önemli olan mesele ise, bu ablukanın silahlı
unsurlarla birlikte yapılıyor olmasıdır.
Bugünün
Rusya’sı neler yapıyor?
Rusya alan savunmasında Suriye’yi ön
savunma hattı olarak görmektedir. Türkiye ise bölgesel güvenlik açısından tüm
Adalar Denizi, Doğu Akdeniz ile kendi Suriye, Irak ve İran sınırlarını koruma
çabasındadır.
Yine Türkiye, Akdeniz’e açılması plânlanan
terör koridoruna bağlı olan sözde devlet yapılanmasına karşı da özel bir dış
politik konjonktürel/geçerli duruma sahiptir. Bu çevrelemenin Türkiye’nin alan
hâkimiyetini daraltmaması için Devletimiz, Kızıldeniz, Libya ve Somali’de
askerî üsleriyle kendine yeni savunma ve cephe hatları açmaktadır. Britanya
donanmasının Osmanlı Devleti’ni Akdeniz’in doğusuna hapsetmek için özellikle
18’inci yüzyıl itibariyle kullandığı bu eski stratejiyi ABD, müttefiki olan bölge
ülkeleri aracılığıyla aynen uygulamaya çalışmaktadır.
Akdeniz ve Orta Doğu’da işler
böyleyken Baltık Denizi’nde de durum çok farklı değildir. Çevreleme burada da
uygulanmakla beraber yine eski bir İngiliz deniz stratejisiyle Rusya, Baltık
Denizi’nin en doğusuna hapsedilmek istenmektedir. İngiliz savaş jetleri ile Rus
jetlerinin it dalaşına bağlı olarak Baltık bölgesi, yine Batı ile Rusya
arasında gerilimin tırmandığı bölgelerden birisi olmuştur. Bu konjonktür/geçerli
durum içerisinde Türkiye ise kilit ülke konumundadır.
Türkiye’nin Karadeniz-Akdeniz
havzası, Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar gibi tüm önemli jeopolitik ve
jeostratejik noktaların merkezinde olması ülkemizi satranç tahtasında riskli ve
önemli bölgelerin merkezine oturtmaktadır. Bu nedenle Türkiye dış politikasını
konjonktürel ve esnek temeller üzerinde kurmuştur. Ankara, gelişmelere karşı
birikimi ve gücü doğrultusunda anlık kararlar alabilecek, merkezî devlet
yapılanmasını rasyonel bir dış politika için etkinleştirmiştir. Ancak bir
önceki ABD başkanlık seçimlerini hiç de beklenmeyen bir şekilde Trump’un
kazanmasıyla tüm bu süreç ve konjonktür/geçerli durum dondurulmak zorunda
kalınmıştır.
Bu konuyu son bir hatırlatma ile bitirelim.
Rusya’nın Orta Doğu’da yer edinmesine
Barak Obama’nın politikaları yardımcı olmuştur. Sözde İran’la yakın bir
rabıtanın, İsrail’in güvenliğinin garantiye alınmasının bir yolu olarak
denenmiştir bu. Âdeta o bölge altın tepsi içinde Rusya’ya sunulmuştur. Hülâsa,
PKK ve diğer terörist grupların himaye edilmesinde “Ha ABD, ha Rusya, ha İran”
desek abartmamış oluruz. Taşeronları herkes kullanır.
“Yeni ABD”,
“ABD geri döndü” yollu lâfların kıymet-i harbiyesi yoktur. “ABD, Türkiye’ye
savaş açtı, İsrail ile kuşatmaya aldı” gibi sloganik ifadelerin arkasındaki
hakikat için söyleyenlerine bakmak lâzım. Bu lakırdıyı edenlerin birinci grubu,
muhibbi-i Amerikan olan mankurtlardır. Bay Biden’in Türkiye’deki gönüllü
kuruluşları ve körü körüne Türkiye düşmanlığı yapan KK ve şürekasıdır. Yardımcılarının
listesini yapmak uzun iş.
İkinci
grup ise romantik Amerikancılar olup, Amerika’yı özgürlükler ülkesi gören, Amerika’dan
dayak yememiş, gönüllü Amerikan kölesidirler.
Joe Biden’in 20 Ocak 2021 itibariyle koltuğa oturmasıyla dondurulmuş çatışmalar yeniden ısıtılmaya başlandı. Yeni dönemin dış politikasının “Nerede kalmıştık?” dercesine 11 Eylül sonrasını hatırlattığı açık bir şekilde görülüyor. Biden’in oluşturduğu yeni kabine de bize olacaklar hakkında az çok fikir veriyor. Kabinede yer alan isimlerin birçoğu şahin ve aynı zamanda Obama kabinesinde de görev alan isimler. Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Ulusal İstihbarat Başkanı Avrile Hainese gibi isimler Obama yönetiminde de çok önemli görevlerde bulundular. Yine Avrile Hainese, Obama yönetiminin Ulusal Güvenlik Danışmanı Başkan Yardımcılığı görevini yürüten bir isimdi. Biden’in CIA Başkanlığı için düşündüğü eski diplomat William Burns’un Senato oturumunda Çin ve Rusya’yı doğrudan hedef alan açıklamalar yapması, onun da muhtemel şahinlerden biri olacağını gösteriyor.
ABD’de şahinler
Ayrıca bu isimlerin dışında, Orta
Doğu’da terör örgütleriyle yakın ilişki içerisinde bulunan ve Trump’un Suriye’den
askerleri çekme kararı almasından sonra görevinden ayrılan Brett McGurk, Biden
ekibinin yeni Orta Doğu Koordinatörü olarak göreve başladı. Önümüzdeki günlerde
daha sık duyacağımız bu isimler ABD dış politikasının şahin kimliğini gözler
önüne seriyor.
Diğer yandan şimdilik Biden, dış
dünyaya dair çok ses getiren açıklamalar yapmıyor ama bu sessizlik masumane
değil. Amerikan iç siyâsetindeki tıkanmışlık da bunda etkili. Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın Gara Operasyonu sonrası “Müttefiklerimizden net tavır
bekliyoruz” açıklaması da aslında özelde Gara’ya yönelik bir mesaj gibi görünse
de ABD’nin bölgedeki genel tavrını bir an önce belirlemesine yönelik bir çağrı
olarak değerlendirilmelidir.
Biden her ne kadar sessiz kalsa da, onun
başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte şahin dış politikanın ilk etkileri
hissedilmeye başlandı. Orta Doğu’da gözlerden kaçmayan siyâsî ve askerî bir
hareketlilik var. Özellikle Türkiye’nin güney sınırlarını istikrarsızlaştırmak
isteyen ABD dış politikası, bölgedeki terör örgütlerini hâlen Suriye’de oluşan
demokratik güçler olarak tanıtmaya ve onları bu şekilde meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Buna bağlı olarak Biden’in koltuğa oturmasından sonra YPG/PKK/DAEŞ gibi terör
örgütlerinin faaliyetlerinde artış gözlemlenmektedir.
Meselâ çoktandır sessiz kalan
YPG/PKK terör örgütünün liderlerinden Mazlum Kobani, ABD seçimlerini Joe
Biden’in kazanmasından sonra SDG’nin ABD’yle birlikte ortak bir program
yapacağını açıkladı. Yine ABD’nin bu örgütlere yaptığı silah transferi yeniden
başladı. Buna karşın Türkiye, kendi sınır güvenliğiyle ilgili yeni adımlar
atmaktadır. Gara’ya yapılan operasyon her ne kadar kurtarma operasyonu olsa da
Türkiye, bölgede Kandil ve Sincar arasındaki terör koridorunu kesintiye
uğratmıştır.
Yine ABD’nin Kuzey Suriye’de yeni
askerî üsler kuracağı yönünde bilgiler bulunmaktadır. Oysa Trump Afganistan,
Almanya ve Suriye gibi ülkelerdeki askerî birlikleri azaltmıştı. Bunun dışında
Türkiye iç siyâsî yaşamının sekteye uğratılmasına da çalışılacaktır. Bu anlamda
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile iç siyâsî yaşamda istikrarın sağlanmasında
çok önemli rol oynayan Cumhur İttifakı’nın siyâseten zayıflatılması, Biden ve
onunla birlikte hareket edenler adına kritik bir yaklaşım olacaktır.
Bunun dışında, Covid-19 salgınının
toplum üzerinde oluşturduğu sosyo-ekonomik baskıya bağlı ekonomik streslerin de
halk üzerinde iç siyâsî halkanın test edileceği alanları doğurabilmesi ihtimâli
mevcuttur. Sosyo-ekonomik ve psikolojik olarak yıpranan toplum üzerinden sokak
hareketleri kurgulanmaktadır. Türkiye bu anlamda aktif siyâsî kararlar almaktan
kaçınmayacaktır.
ABD’de Trump yönetiminin Demokrat
başkanlar döneminden çok daha başarılı olmasına rağmen Covid-19 salgınına bağlı
olarak gelişen toplumsal olaylar, Trump yönetimini yıpratmıştır. ABD dış
politik kurumları Türkiye’ye dair uyguladığı çevrelemeyi siyâsî, askerî,
diplomatik ve ticârî alanların hepsinde uygulamaya çalışacaktır. Bu süreçte
NATO-Türkiye ilişkilerinin geleceği de büyük önem arz etmektedir. Bunların
örnekleri bugün bile mevcuttur.
Türkiye'nin Rusya’dan aldığı S-400’ler
de yine ABD dış politik kurumlarının Türkiye’ye karşı baskı uyguladığı bir araç
olarak kullanılmaktadır. Kaldı ki, İstanbul Boğazı’nda kırmızı ışıkları yanan
köprünün altından geçerken “Biz kırmızı ışıkta durmayız” diyerek Instagram
mesajı yayınlayan ABD donanması, zaten düşmanlığını açıkça göstermektedir.
Biden’in koltuğa oturmasıyla
birlikte Rusya’da da yeni gelişmeler yaşanmıştır. Biden’in koltuğuna
oturmasından hemen sonra tutuklanacağını bilen Navalniy, Almanya’dan,
zehirlendiğini iddia ettiği ülkeye, Rusya’ya dönmüştür. Hemen arkasından da
Rusya’da özellikle gençlerin dâhil olduğu sokak hareketleri başlamıştır.
Yine Güney Çin Denizi’nde yaşanan
gelişmeler, Karadeniz’de Amerikan donanmasının artan etkinliği, Baltık Denizi’nde
yaşanan gerilimler ve İran hedefli siyâsî açıklamalar bu sürecin birer
parçasıdır. İran’ın uranyum metal üretimine yeniden başlaması da burada
önemlidir. ABD’nin Yunanistan’ı, başta Dedeağaç ve diğer sahilleri silahlandırması,
Suudi Arabistan ile Yemen arasında farklı bir yol izlemesi, Ermenistan’daki sokak
hareketlerinde görünmesi, “Perşembe’nin geleceği Çarşamba’dan bellidir”
kelâmını haklı çıkartıyor.
Hülâsa
Haydut devlet ABD ve güdümündeki
ülkelerin hedefi Türkiye’nin dışarıda terör örgütleri ve diplomatik, siyâsî,
ekonomik olarak yıpratma faaliyetleri ile sıkıştırılması, içeride ise sokak
hareketleri ile toplumsal olayların kışkırtılmasından kaynaklı bir dikkat
dağınıklığına doğru itmek istiyorlar.
En son Boğaziçi Üniversitesindeki
ABD destekli PKK-HDP/FETÖ/LGBT ve diğer kirli güruhun neler yaptıkları bunun
delilidir. Bu çalışmaların amacı, Türkiye’nin direncini zayıflatarak iç halkada
gedikler açmak ve dışarıda ülkenin taviz vermesini sağlamak olacaktır.
Açık ifade etmek gerekirse, maalesef
sosyo-ekonomik anlamda toplumun bir huzursuzluk barındırması dış güçlere böyle
bir yumuşak karın ve hareket alanı açmaktadır. Türkiye’nin savaş gücü için
büyük anlam ifade eden iç siyâsî halk, ivedi bir biçimde ekonomik darboğazdan
çıkarılması ve sokakların boşalması sağlanmalıdır. Bu sayede sosyo-ekonomik
sebepler nedeniyle de sıradan vatandaşların marjinalleşmesinin ve aykırılığın
önüne geçilmelidir.
Bizim haydut devletle -amiyane
tabirle- kapışmamız mukadder olan bir hâldir. Son yıllarda devlet aklının salim
ve rıza-i İlâhî yolundaki samimi gayretleri, meyus olmamızı gerektirmiyor.
Allah-u Teâlâ ne buyuruyor: “Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız,
şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmran, 139).
Son
söz olarak, şair ve hekim Abdülhak
Molla’nın bundan 150 yıl öncesinden âdeta bugüne seslenen beytine kulak
verelim:
“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh;
Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh-ü salâh…”
Vesselâm…