Türkçeye yazık oldu!

Arap alfabesinin Türkçenin yapısına uymadığı hep söylenmektedir. Bunun için de bazı örnekler bulunabilir. Binlerce yıldan beri kullanıldığı hâlde Türkçenin yapısına uymayan Arap alfabesinin yanında, Türklerin hiçbir ortak tarafının bulunmadığı Lâtin alfabesinin Türkçenin hangi yapısına uygun olduğu sorusunun cevabı yoktur.

TANZİMAT döneminden itibaren alfabe tartışmalarının varlığı bilinmektedir. Ahmet Cevdet Paşa (Ö. 1895), Arap alfabesinin ıslah edilmesi, yeni birtakım ilâve işâretlerle üç ünlü (sesli) harfin çoğaltılmasını, böylece Türkçe için alfabenin daha kullanışlı hâle getirilmesini 1851’de yazdığı “Kavaid-i Osmaniye” adlı eserinde savunmuştur.

Buna karşılık dönemin Batılılaşma taraftarı Münif Paşa (Ö. 1910) ise alfabedeki ıslahatın yeterli olmayacağını, Arapça ve Farsça kökenli kelime ve terkiplerin kullanılmasından dolayı bu dillerin grameri hakkında da bilgi sahibi olmak gibi bir zorluğun olduğu iddiası ile alfabenin tümüyle değiştirilerek Lâtin alfabesinin alınmasını, çünkü Lâtin alfabesi ile kitap basmanın daha kolay olduğunu savunmuştur.

Namık Kemal, alfabenin değiştirilmesi fikrine şiddetle muhalefet ederek, yüzlerce yıl içinde yazılmış olan eserlerden mahrum kalınacağını, o eserlerin yeni alfabeye çevrilerek basılmasının bile birkaç yüz yıl alacağını, yeni alfabeyi öğrenmek için harcanacak zamanın da ayrı bir kayıp olacağını ileri sürerek alfabenin değiştirilmesi yerine ıslah edilmesini savunmuştur.

İkinci Meşrutiyet döneminde konu hakkında yazan ve görüş bildirenler de esas itibarı ile Ahmet Cevdet Paşa ve Münif Paşa’nın görüşleri etrafında sıralanmıştır. Abdülhamid Han döneminde (1876-1909) Batı tarzında eğitim veren okulların (Nizâmî Mektep) çoğalması ile birlikte alfabe değişimini savunanların sayısı artmıştır. Çünkü Nizamî Mekteplerde İngilizce-Fransızca ile birlikte Lâtin alfabesi de öğrenilmeye başlanmıştı. Ayrıca azınlıkların (Ermeni, Rum vesaire) Lâtin alfabesini kullanmaları, zaman içinde bu alfabenin yaygınlığını arttırmıştır.

Bu dönemde alfabenin ıslahını savunanlar, genel olarak ünlü (sesli) harf görevi yapan ve “hareke” denilen işâretler ile yazılmasını savunurken, “Huruf-u Munfasılacı” denilenler ise yeni birtakım işâret ve imlâlar ile birlikte harflerin de Lâtin alfabesinde olduğu gibi ayrı yazılmasını savunmuşlardır.

İkinci Meşrutiyet döneminde  Lâtin alfabesinin alınmasını isteyenlerin sayısında, özellikle aydınlar arasında bir artış olmuştur. Sonradan, Cumhuriyet döneminde adları çokça duyulan Abdullah Cevdet, Falih Rıfkı Atay, Yunus Nadi (Abalıoğlu), Celal Nuri (İleri) gibi isimler alfabenin değiştirilmesini ve Lâtin alfabesinin alınıp kullanılmasını savunmuşturlar.

Birinci Dünya Savaşı esnasında Başkomutan Vekili Enver Paşa, bitişik harfli yazı yerine ayrık harfli (Huruf-u Munfasıla) sistemin kullanılmasını istemiştir. Ancak uygulamada ortaya çıkan anlaşmazlık ve zorluklardan dolayı kısa bir süre bundan vazgeçilmiştir.

17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde İzmir delegesi Nazmi ve iki arkadaşı, Lâtin alfabesine geçilmesi konusunda karar alınmasını kongre başkanlığına teklif etmişlerdir. Teklifleri gündeme alınmamış, Kongre Başkanı Kazım Karabekir, alfabe değişikliğinin Türklerin kültür ve sosyal hayatında yol açacağı zararlar hakkında görüşlerini açıklamış, kongreden sonra da Hâkimiyet-i Milliye gazetesine yaptığı açıklamada bu tür tekliflerin yanlışlığını vurgulamıştır.

Kılıçzade İsmail Hakkı ise İçtihat gazetesinde, Türklerin Müslüman olmalarının yanında farklı bir ırk olmalarından dolayı kendi dillerine uygun bir alfabeyi benimseme haklarının olduğunu savunarak Karabekir’e cevap vermiştir. Kılıçzade’nin iddiasına göre, Lâtin alfabesi Türklerin dil yapısına uygun olmasından dolayı alınmalıdır.

Mazhar Müfit Kansu’nun anılarına (Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara 2009) göre ise Kamal Paşa, aslında önceden beri Lâtin alfabesine geçmeyi plânladığı hâlde zamanı gelmediği gerekçesiyle İzmir’de alfabe değişikliği tekliflerine karşı olduğunu açıklamıştır.

Ancak Osmanlı’nın yıkılması kararı demek olan saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922) ile yönetim el değiştirmişti. Kamal Paşa zaten “Başkomutan” sıfatı ile Meclis’in yetkilerini de eline almıştı. Mutlakiyet el değiştirmişti. Kamal Paşa kendi programını önceden ilân etmemişti. Her ne kadar 1919’dan başlayarak İslâm’a ve Halîfe’ye bağlılığını vurgulayan konuşmaları ve mektupları olsa da o konuşmalarına sâdık kalmadığı zamanla görülmüştü. Özellikle Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada, “bütün mânâ ve eşkali ile birlikte bir çağdaşlaşma” istediğini belirtmişti. Batılılaşma yerine “asrileşme” (çağdaşlaşma) kavramını kullanmıştı. Bütün mânâ ve eşkalin içine alfabenin girmesi kaçınılmazdı.

Her ne kadar konuşmayı şapka için yapmış olsa da Türklerin sahip olduğu, İslâm ile şekillenen kültürünü değiştirmek istediğinin işâretlerini vermişti.

1928’de, Millî Eğitim Bakanlığı’nda, Kamal Paşa hayranları olan ve Türk dili hakkında hiçbir uzmanlıkları olmayan kişilerden oluşan bir “Dil Encümeni” kuruldu. Bu encümen, Lâtin alfabesinin nasıl alınacağı hakkında hazırladığı raporunu Kamal Paşa’ya sundu. 9 Ağustos 1928’de Paşa, Sarayburnu’nda yaptığı açıklamada, “Lâtin alfabesine geçileceğini, bu alfabeyi çabuk öğrenmenin ve öğretmenin vatanseverlik ve milliyetçilik olduğunu” iddia etti. Dolmabahçe Sarayı’na getirttiği bir kara tahta için yoldan geçenler çağrılarak, doğrudan Kamal Paşa tarafından Lâtin alfabesinin öğretildiği fotoğraflandı ve gazetelerde haberleştirildi.

Bu anlamda Dolmabahçe Sarayı’nın seçilmesi de önemlidir. Çünkü Osmanlıların yıkılması ile birlikte egemenlik hakkı gibi buranın kullanım hakkı da Kamal Paşa tarafından alınmıştır.

“Türk yazısı”

1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile zaten muhalif basın susturulup tasfiye edilmişti. Yayınlanması uygun görülen, icâzet verilen bütün gazeteler Kamal Paşa’nın kararlarını överek propagandasını yapmak için bir yarış içindeydiler. Böyle yayınları için hazîneden para desteği alırlardı. Bundan dolayı alfabe değişikliği hakkında dönemin icâzetli gazetelerinde, Lâtin alfabesi kararını şiddetle öven yazılar ve haberler yayınlanmaya devam etti.

İlk olarak Milliyet gazetesi Lâtin harfleri ile basıldı.

1923’te yapılan atamalarla/seçimlerle zaten muhalefet tasfiye edilmişti. Muhalif olduğundan kuşku duyulanların önemli bir kısmı da 1926’da İzmir Suikastı bahanesiyle idam edilmişti. Bundan dolayı dönemin Türkiye’sinde muhalefet yoktu. Muhalefet hainlik sayılıyordu. Herkes Kamal Paşa’nın kararlarını beğenmek ve alkışlamakla ödevli kabul edilirdi. TBMM, atanmış kişilerden oluşuyordu. Meclis özelliği kalmamıştı. Kamal Paşa’nın kararları “Meclis kararı” hâline getiriliyordu. Bu yüzden Kamal Paşa’nın verdiği kararların Meclis’te müzakeresi, ekleme-çıkarma yapılması veya reddedilmesi söz konusu değildi.

Kamal Paşa’nın Ağustos 1928’deki kararı ile Lâtin alfabesi, artık “Türk yazısı” olmuştu. Çünkü 23 Ağustos 1928’de gittiği Tekirdağ’da, Lâtin alfabesini “Türk yazısı” diye tanıtmıştı. Kayıtsız şartsız egemenliği elinde tutan Türk halkının bu karardan haberi, Tekirdağ gezisi ile olmuştu.

Atanmış ve sıfatı “milletvekili” olan topluluğun da henüz bu konuda bir inisiyatifi yoktu. Bu arada Tekirdağ dönüşünde, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan “bilgin ve uzmanlardan” oluşan bir heyet, Lâtin alfabesinin aceleyle uygulanmasını istemişti. Zaten bu amaçla toplanmışlardı. Aksi bir karar alamazlardı. Böylece Paşa’nın kararının bilgin ve uzmanlar tarafından da desteklenmiş olduğu Türk halkına ilân edilmişti.

Ağustos 1928 sonu itibarı ile Türkiye’de hükûmetin ve Meclis’in alfabe konusunda aldığı bir karar yoktur. Bütün yetkileri elinde tutan ve aldığı her karar “millî egemenlik” sayılan Kamal Paşa’nın bu konu için söyledikleri yeterli olmuştur. Ama alfabe artık değişmiştir. Gazeteler Lâtin alfabesiyle basılmaya başlanmıştır. Yavaş yavaş tabelâlar değişmektedir. Dolmabahçe Sarayı’nın önünden geçenler, içeri alınıp kara tahtanın önünde yeni fotoğraflar çektirmektedirler...

Dolmabahçe Sarayı’nda, kara tahta önünde fotoğraf çektirme törenlerinden biri de 24 Kasım 1928’de yapılmıştır. Bu olaydan 53 yıl sonra darbeci Kenan Evren, “Her meslek erbâbının bir günü var iken öğretmenlerin günü neden olmasın? Bari 24 Kasım da onların günü olsun” diyerek bu günü “Öğretmenler Günü” ilân etmiştir. Oysa öğretmenler için en uygunsuz gün, 24 Kasım günüdür. Çünkü öğretmeyi, bilgi aktarmayı meslek hâline getiren bir topluluğun, binlerce yılın birikimi, kültür mîrasının yok edilmesi demek olan 24 Kasım’ı Öğretmenler Günü olarak kabul etmeleri, kendilerini ve yaptıkları işi inkâr etmektir.

Eylül 1928’den itibaren bütün Türkiye’de devlet kurumları kurslar açarak öncelikle kendi çalışanlarına, “Türk alfabesi” dedikleri Lâtin alfabesini öğretmeye başlamıştır. Kurslar çoğaldıkça, Kamal Paşa da, “Türk halkının öğrenme kudretine olan hayranlığını” açıklamıştır.

Lâtin alfabesinin “Türk Alfabesi” adı ile kanun hâline getirilmesi de ancak 1 Kasım 1928’de, bütün bu işlerden sonra olabilmiştir. TBMM 1922’den sonra yok hükmündedir. Bu olay da onun örneklerinden birisidir.

Osmanlı’nın yıkılışı ile başlamış olan faaliyetler arasında Türk halkının geçmişinden koparılması bakımından harf değişikliği, belki en önemli halkadır. Bütün mânâ ve eşkali ile Batılılaşmanın alfabedeki karşılığıdır bu. Eski alfabenin zorluğu ve bu yüzden de okuma yazma oranının az olduğu yönündeki iddiaların kıymet-i harbiyesi de yoktur. Çünkü dönemin Başbakanı İsmet İnönü, anılarında (Hatıralar, İstanbul 2006) alfabe değişiminin amacını şöyle açıklamıştır: “Harf İnkılâbı, ne okuma yazma azlığından, ne de zorluğundan değil, bizim istediğimiz bir kültür değişimi için yapılmıştır.”

Ancak okumazlığı ve fanatizmi seçmiş olanlar, İnönü’nün dediklerinin aksine, hâlâ bu değişimi okuma-yazma zorluğu ile açıklamayı tercih etmektedirler. Cehâlet ve inkâr, bu kesimin en önemli sermayesidir.

Türkiye’nin geliştirilmesi ve kalkınması için Lâtin alfabesinin alındığı iddiası da inandırıcı değildir. Çünkü o alfabeyi almadan ve her bir kelimesi farklı yazılan Japonya, Kore, Çin gibi ülkelerin gelişmişlik düzeyi Türkiye’den çok ileridedir. Eğer bu kalkınma işi alfabe ile olsaydı, şimdi Türkiye’nin Japonya’dan çok daha gelişmiş olması icap ederdi. Oysa gerçek durum, bunun tam aksidir!

Bu harf değişmesi ile Türk halkı geçmişinden, onun birikiminden kopmuştur. Eski harfleri öğretmek, onlarla bir gazete/kitap çıkarmak suç sayılıp cezalandırılmıştır. Dolayısı ile yeni kuşaklar binlerce yıl içinde yazılan hiçbir şeyi okuyamaz, anlayamaz duruma gelmiştir. Bu değişiklik ise bir kişinin kararı ile olmuştur.

Elbette kayıtsız şartsız egemen sayılan Türk halkının, bu değişikliği alkışlamanın dışında başka hiçbir hakkı yoktur.

Arap alfabesinin Türkçenin yapısına uymadığı hep söylenmektedir. Bunun için de bazı örnekler bulunabilir. Binlerce yıldan beri kullanıldığı hâlde Türkçenin yapısına uymayan Arap alfabesinin yanında, Türklerin hiçbir ortak tarafının bulunmadığı Lâtin alfabesinin Türkçenin hangi yapısına uygun olduğu sorusunun cevabı yoktur. Zaten Lâtin alfabesinin Türkçenin yapısına uygunluğu şartını da kimse aramış, merak etmiş değildir. Lâtin alfabesi ile Türkçe, artık Türkçe olmaktan da çıkmıştır. Aslolan, bütün mânâ ve eşkali ile Batılılaşmaktır ve alfabe değişimi de bunun için vazgeçilmez bir adım sayılmıştır.

Alfabe değişiminden önce halkın okuryazarlık seviyesi hakkında güvenilir bir bilgi yoktur. Bu konuda yazıp konuşanlar arasında, okuma-yazma oranının az gösterilmesi konusunda âdeta bir yarış vardır. Bu yarışın sonunda okuma-yazma oranının “sıfır” olarak gösterilmesi ihtimâli bile vardır. Ancak oran ne olursa olsun, o oranın yükseltilmeye çalışılması daha rasyonel bir karardı. Buna karşılık alfabe değişikliği ile bu oran bir gecede sıfıra indirilmişti. Halk eski alfabeyi kullanamaz, yenisini ise bilmez durumdaydı.

Lâtin alfabesiyle Türkçenin Arapça ve Farsça esâretinden kurtulduğunu iddia edenler, Türkçenin fakirleştirildiğini görmedikleri gibi, yine Türkçenin özellikle İngilizcenin esâretine mahkûm edildiğini anlamak istemiyorlar. Demek ki, bütün mânâ ve eşkali ile Batılılaşmanın amaçlarından biri de Türkçeyi ait olduğu aslî kaynağından, Doğu’dan kopararak Batı’ya, İngilizcenin esâretine mecbur etmektir. Teslim edilmelidir ki, bu amaç gerçekleşmiştir. Türkçeye yazık olmuştur!

Sürekli olarak kurtarıldığı söylenen Türk halkının durumu ise, kurtarılan bir eşyadan farklı olmamıştır. Nasıl ki kurtarılan eşyanın olup bitenlere bir dâhli söz konusu olamaz ise, dönemin şartlarında Türk halkı da aynı durumdadır. Zaten Türk halkına yeni bir kimlik vermek için bütün bu işler yapılmış değil midir? O eski kimliğe sahip olan halka bu işlerin sorulması anlamsız olurdu…