Türkçe, ses bayrağımdır benim!

Dilin doğru kullanılması ve yaygınlaştırılması hususunda halk bilinçlendirilir, bunun ciddiyeti ortaya konur, millî bir refleks olarak algılanması sağlanırsa, o halk, anlamını dahi bilmediği herhangi bir ismi kendi çocuğuna veya işyerine vermeyecektir. Tüketiciler de bilinçli ya da bilinçsiz olarak yabancı kültürün propagandasını yapan işyerlerine rağbet etmeyeceklerdir.

“SESLENİR seni bana ‘ova’m, ‘dağ’ım/ Nere gitsem bulur beni arınmış/ Bir çağ ki akar öteler/ Bir ak ki yüce atalar, bir al ki ulu oğullar/ Türkçem, benim ses bayrağım…”

Konu başlığını koymakta esinlendiğim Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Türkçe Katında Yaşamak” şiirinin son kıtasıyla söze başlamayı uygun buldum. Çağlar ötesinden akıp gelen ak yüzlü atalar yadigârının ulu oğullara ulaşmasını sağlayan; gittiği her yerde temiz ve sadeliğiyle yanında olan, ayak bastığı dağa taşa, akan suya, uçan kuşa damgasını vurduğu ses bayrağına değinmeden konuya girmek doğru olmazdı. Yukarıdaki dörtlüğün mânâ derinliğine uygun hareket edip edemediğimiz konusundaki kaygılarımı, bu milletin bir ferdi olarak dile getirmeye çalışacağım. Bu konuda hassasiyeti olanların dikkatini çekmek, hatta hiç umursamayanların bir nebze olsun kafalarına soru işareti bırakabilirsem kendimi bahtiyar addedeceğim. Aynı zamanda, “Emeklerim boşa gitmeyecek” diye düşünüyorum.

Türkiye’de büyük küçük fark etmez, herhangi bir şehirde caddeye çıkan bir yabancı, hangi ülkede olduğunu anlamakta zorluk çekecektir. Sadece büyük şehirler, turistik merkezlerde buna tenezzül edilmiş olsa, sığınılacak bir bahane bulmak kolaydır. En kolayı müşteri çekebilmektir. Bırakalım büyük şehirleri, turistik merkezleri, “Kuş uçmaz, kervan geçmez” denebilecek küçük yerleşim yerlerinde dahi mekân isimleri yabancı kelimelerle ifade edilir hâle gelmiştir. İşyerlerinden herhangi birine girip sahibine sorduğunuzda, yaptığı işyerinin adı olarak koyduğu kelimenin anlamını doğru dürüst açıklayabilecek olana rastlamak mümkün değildir. Bırakın anlamını, yazıldığı şekliyle telaffuz etmekte bile güçlük çekmektedirler. Seçtikleri ismin anlamını içeren onlarca Türkçe kelime var iken neden o yola başvurdukları, anlaşılması zor, zor olduğu kadar da üzücü bir durumdur. Bu yabancı isimler, ilk anda bir şey ifade etmiyor gibi görünüyor olabilir. Gün geçtikçe yoğunlaştı dikkate alındığında, uzun vadede kültürel yozlaşmaya hizmet edeceği unutulmamalı. (Center-merkez, star-yıldız, catering-yemek hizmeti, hospital-hastane, capitol-Jüpiter tapınağı, greenium-yeşilevler, dorock-durak vb.)

Yozlaşmaya hizmet eden bir başka uygulama ise, Türkçe kelimeleri anlamsız şekilde değiştirerek özenti kelimeler üretmek; kullanılan kelime Türkçe, anlam uygun fakat yabancı kelime havasına büründürmek için zorlama harf ve ekler yükleyerek isim oluşturmak... Burada şuursuzluğun zirvesine ulaşıldığına şahit oluyorsunuz. Kendinden olanı dahi yabancı gösterme gayreti, aşağılık kompleksinin en tehlikelisi. (The Efendy- Efendi’nin Yeri, Exsen-Eksen, Whisne-Vişne, Dönerland’s-Dönerci, Balcon-Balkon, Pahsa-Paşa, CoonDra-Kundura vb.)

Teknolojinin dışarıdan transfer edilmesinin etkisinden dolayı, onunla birlikte giren terimler olduğu gibi kabul görmekte, bazen de ses bozukluğuna uğrayarak Türkçe telaffuz edilerek işin içinden çıkılmaya çalışılmaktadır. Bu şekilde ne kelimenin orijinali kendini koruyabilmekte, ne de Türkçeye uygun bir yapı ortaya çıkmaktadır. Her hâliyle de söyleyen bir amaç için kullanmış olsa da dinleyen için hiçbir şey ifade etmemektedir. Oysa dil, en etkili iletişim aracıdır ve söyleyen ile dinleyen, kelimelere aynı anlamı yükledikleri takdirde bir anlam ifade eder. (Data-veri, link-bağlantı, online-çevrimiçi, dizayn-tasarım vb.)

İlk iki örnekte bilinçsizliğin ve şuursuzluğun bariz uygulamaları görülmektedir. Bu durum, kültür ve tarih bilincinden bîhaber oluşun, millet olma şuurundan yoksunluğunun eseridir. Farklı görünme hastalığının belirtileri burada kendisini açığa vurmaktadır. Yüzde doksan dokuz Türk insanına hizmet ettiği hâlde yabancı kelime özentisi, kişinin özgüvenden yoksunluğunun eseri olsa gerektir. Turistik çevrelerde dahi buna ihtiyaç duyulduğunu zannetmiyorum. Özellikle kültür turizmine katılan insanlar, gittikleri ülkelerin kültürel yapısını tanımayı öncelerler. Birçoğu, birkaç yıl önceden gidilecek ülkenin dilini öğrenmek için kurslara katılır ve o ülke insanlarıyla kendi dillerinde konuşabilmeyi bir beceri artısı olarak algılarlar. Zorunlu olmadıkça başka dil kullanmamaya özen gösterirler. Yeni bir dilde kendini ifade edebilmek, kişiye artı değer katar ve özgüvenini geliştirir. Bunu yapamayanlar da bir rehber eşliğinde gezilerini tamamlarlar. Turizm, aynı zamanda kültür aktarım faaliyetidir. Yabancı olan yeni kültürü tanımaya çalışarak bilgi ve görgüsünü geliştirirken, ev sahibi olan kendi kültürünü doğru tanıtmanın zevkini yaşayacaktır. Bilinçli olmasa da farklı ülke insanları birbirlerinin kültürel yapıları hakkında alışverişte bulunurlar. Bu etkileşimin en etkili aracı da dildir.

Son örnekte görülen ise, gelişen teknolojiyi arkadan takip etmenin getirdiği bir noksanlıktır. Üretmezseniz, üretenleri takip etmek zorunda kalırsınız. Yeni bir teknoloji üretemiyorsanız bile, üretilen teknolojilerin ülkeye girişinden itibaren kendi dilinizde ifadesini bulan kelimelerle adlandırma noktasında yer alabilmeniz gerekir. Böylece ülkeye giren her yeni icat edilmiş teknolojinin gümrükten geçerken Türkçe ismiyle ülkeye kabulü sağlanmalıdır. Gelişmelerin gerisinde kalmadan, yeni buluşun yaygınlaşmaya başladığı andan itibaren dilbilimcilerce yeni teknolojinin ismi ve kullanılacak terimlerinin Türkçe karşılığı bulunarak insanlar haberdar edilmelidir. Teknoloji ithal eden her firmanın mutlaka bir dilbilimci istihdam etmesi sağlanmalıdır. Hatta zorunlu hâle getirilmelidir. Bu sayede hem kullanım kılavuzlarının anlaşılır bir dille hizmete sunulması, hem de yeni terimlerin Türkçe karşılıklarının kullanıcılar tarafından doğru öğrenilmesi mümkün olur. Bu konuda gümrük ve ticaret görevlilerine büyük sorumluluklar düşmektedir. İthal edilecek bir ürünün içindeki kullanım kılavuzu ve teknik açıklamaları Türkçe olmadan bu ürünlerin ülkeye sokulmasına müsaade edilmemelidir.

Anadil ve eğitim

İnsanda, bebeklik çağında dahi çevresinde olup bitenleri takip ve taklit etme, gördüklerini ve duyduklarını kopyalayabilme kabiliyetlerinin olduğu görülür. İlk zamanlarında anne, baba ve aile bireyleri olmak üzere yakın çevresindeki insanların iletişim aracından etkilenir. Ailenin iletişim aracı anadildir ve çocuk da ister istemez anadilden beslenir. Zihin gelişiminin altın çağı olarak kabul edilen 0-3 ve insan hayatında beyin gelişiminin en yoğun olduğu 0-10 yaş aralıkları, ileriki yaşların temelini oluşturur. Bu dönemde çocuğun içinde olduğu aile ve çevrenin etkisi ortaya çıkmakla birlikte, kullanılan dilin önemi bir o kadar artmaktadır.

Önemli bir potansiyele sahip olan insan beyni, doğumdan itibaren birçok ihtimâle uyacak düzeyde hazır vaziyettedir; değişik koşullara uyum sağlayabilecek kabiliyet ve becerilere sahiptir. Duyuları ve hislerinin şekillenmeye başladığı bu dönem, insanın çevre etkisine girmeye başladığı dönemdir. İnsanın düşünce ve hayâl dünyası, anlama ve algılama kapasitesi, kısaca tüm zihinsel faaliyetler kullanılan dile uygun olarak şekillendiğine göre, anadilin insan yaşamında ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kültürlerin gelecek nesillere taşınmasında en önemli unsurun, iletişim aracı olan dil olduğunu tekrar hatırlatmakta yarar vardır. Dilini kaybeden toplumların, kullandıkları dilin kültür dairesine girdikten sonra varlıklarını devam ettiremeyebileceklerini unutmamak gerekir. Dil demenin kültür demek olduğunu, kültürün ise kimliği oluşturduğunu zihinlerde canlı tutmanın önemini ve kimliğini kaybedip varlığını sürdüren bir millete rastlamanın mümkün olamayacağını hatırlatmak gerekir.

Millî birlik ve vatan bütünlüğünün sağlanması, gönderdeki bayrağın yere indirilmesine ve ses bayrağının susturulmasına müsaade edilmemesiyle mümkündür.

Böyle bir bilinçle yola çıkan eğitim-öğretim kurumları, kendilerine emanet edilen gençlerin geleceğinin şekilleneceği ve aynı zamanda ülke geleceğini önemli derecede etkileyecek eğitim-öğretim sürecini millî hassasiyetleri göz önünde bulundurarak düzenlemeli ve uygulama imkânı sunmalıdır. Okullarında sürdürdükleri bu konudaki faaliyetleri yaşadıkları çevre halkı ile paylaşan duyarlı nesillerin yetiştirilmesi, toplumun genel yararına olacaktır.

Eğitim kurumlarında öğrencilerin aktif olarak katılacağı “Dilimize Sahip Çıkalım” benzeri projeler sayesinde düzenlenecek etkinliklerle genç beyinlerin dikkatleri konu üzerine çekilebilir. Bu faaliyetler okul dışına taşırılarak çevre halkı ile bütünleştirilebilir. Çalışmalar, başta il ve ilçe yöneticileri olmak üzere resmî ve özel kurumlar, sivil toplum örgütleri ve halkın desteği de yanlarına alınarak sürdürmeye çalışılırsa etkin olmaması için hiçbir sebep yoktur.

Ayrıca “Dilimiz, Kültürümüz, Kimliğimiz” başlığı altında ve/veya benzeri konularda düzenlenecek bilgi şölenleri (konferans, panel, söyleşi ve açıkoturumlar), okullarla birlikte geniş halk kitlelerinin dikkatini çekme ve bilgilendirme etkinlikleri olarak devam ettirilebilir. Böyle önemli bir konuda gösterilecek duyarlı davranışlardan dolayı genç neslin millî bilinci daha fazla gelişecek, pekişecek ve bu milletin mensubu olmanın gururunu yaşayacaklardır. Türk varlığının yeryüzünden kaybolmamasında en büyük etken olan Türkçenin ilelebet yaşaması maksadıyla, üzerlerine düşen toplumsal uyarı görevini yapmanın hazzını duyacaklardır.

Toplumda, her kesimin sahipleneceği bir üst kimlik ve ortak kültürün oluşmasında kullanılan dil sayesinde gelişimini sağlayacak, en basit esintileri dahi kullanarak ayrılıkçılığı körükleyenlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır.

Öğrenciler, Türk dilinin yaşatılması ve geliştirilmesi konusunda yaptıkları katkının yararını gördükleri zaman konuyu daha fazla sahiplenecek ve içselleştireceklerdir. Böylece toplumsal duyarlılıkları gelişir ve halkı bilinçlendirme amaçlı bu tür faaliyetlerin gönüllü katılımcıları olurlar.

Ad vermek

Dili diri tutan önemli unsurlardan bir tanesi de “ad” vermedir. Bu, yeni doğan çocuğa olduğu gibi, üretilen yeni ürüne veya açılacak yeni işyerine verilecek isimlendirme olarak da karşımıza çıkar. Kültürün vazgeçilmez ayaklarından birini oluşturan isimlendirme, geleceği oluşturduğu gibi, geçmişe bakıldığında da mirasın tapusunu oluşturur. Geçmiş araştırılırken kaya yazıları, mezar taşları ve evraklarda kullanılan isimlerden yola çıkarak kimlik tespiti yapılır. Kimliğin yanlış anlamalara yol açmaması için isimlendirmelerde dikkatli olunmalıdır.

Anne babaların önemli görevleri arasında yer alan çocuğa isim verme hakkı, bilinçli düşünmeyi gerektirir. Günün modasına uyup hangi kültüre ait olduğu bilinmeyen isimler vererek, sevdikleri kelimelerden ya da kendi isimlerinden alınan hecelerin birleştirilmesiyle oluşturulan anlamsız isimler koyarak, çocuğu, hatta ileride yetişkin insanı dahi zorda bırakacak durumlarla karşılaşılmasına sebep olunabilir.

Çocuklara ad vermede geleneksel olarak devam edegelen, aile büyüklerinin isimlerinin tercih edilmesidir. Seçilen ismin anlamının ve çağrıştırdığı yan anlamların dikkate alınmasına özen gösterilirse, daha az hataya düşülmüş olunur. Birçok kültürde din, isimlendirmeye doğrudan etki eden bir unsurdur. Müslüman olan kişinin sadece Kur’ân’da geçen bir kelime olduğu için o kelimeyi çocuğuna isim olarak vermesi hususunda biraz düşünmek gerekir. Kutsal Kitap’ta geçmesiyle birlikte ne anlam ifade ettiğine de dikkat edilmelidir.

Kur’ân’da geçiyor diye, Ebu Cehil’in, Lût Peygamber’in isyankâr eşi olan “Madam”ın, Sevgili Peygamberimizin sevgili torunu Hüseyin ve Ehl-i Beyt mensubu birçok canın yanında onlarca sahabeyi katleden “Yezit”in isimlerini koymakta da sakınca olmamalıdır. Ayrıca her kelime “ad” olamaz. Bir kelimenin isim olabilmesi için, o toplumun kullandığı dilin kurallarına uyması gerekir. Çocuğun ömür boyu taşıyacağı ismin anlamlı olması gerektiği gibi, insan ismine uygun olması da önemlidir. Hem anadil ses düzenine (fonetiğine) uygun olması, hem de çocuğa moral destek verecek düzeyde olmasına dikkat edilmelidir.

Kültürümüzde, “ismiyle müsemma olmak” diye bir deyim vardır. Deyim, kişinin isminin anlamı ile davranışları arasında uyuma dikkat çeker. Kişinin ismiyle karakter gelişiminin paralelliği, bilimsel olarak kanıtlanmış bir husustur.

Ürünlerin ve işyerlerinin isimlendirilmesinde il ve içe belediyelerimizin, esnaf kuruluşlarının ve diğer sivil toplum örgütlerinin de konuya aynı hassasiyetle yaklaşmaları beklenir. İşyeri açma izninin alınabilmesi birçok kıstasa uymak gerektiği gibi, kullanılacak dilde de devletin resmî dili olan Türkçe zorunluluğu olmak durumundadır. Kullanılacak kelimeler ve harfler Türk dil kurallarına uygun olmalıdır; uyulmadığı takdirde ülkenin bağımsızlığına halel getirilmiş olur. Bu da suçtur. İşlenen suça karşı görevliler gereğini yerine getirmelidir. Gönderden bayrağı indirme teşebbüsünde bulunan bir art niyetli nasıl ki askerlerce hiç tereddüt gösterilmeden tek kurşunla yere indiriliyorsa, ses bayrağı olan dile muhalefet eden de ilgililerce taviz verilmeden gerekli müeyyideye tâbi tutulmalıdır. Bu kadar ciddî bir mevzuda günü kurtarma adına sessiz kalmak, bu topluma ve vatana ihanettir.

Dilin doğru kullanılması ve yaygınlaştırılması hususunda halk bilinçlendirilir, bunun ciddiyeti ortaya konur, millî bir refleks olarak algılanması sağlanırsa, o halk, anlamını dahi bilmediği herhangi bir ismi kendi çocuğuna veya işyerine vermeyecektir. Tüketiciler de bilinçli ya da bilinçsiz olarak yabancı kültürün propagandasını yapan işyerlerine rağbet etmeyeceklerdir. Millî birlik ve vatan bütünlüğünün sağlanması, gönderdeki bayrağın yere indirilmesine ve ses bayrağının susturulmasına müsaade edilmemesiyle mümkündür.

Not: Konuya, “Yabancı Dil Öğretimi mi, Yabancı Dil ile Öğretim mi?” başlıklı çalışmalarımla devam edeceğim.