Türk tarihinde ulusal egemenlik ve Cumhuriyet’in erken habercileri

Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayan Osmanlı Devleti, hukuken olmasa bile fiilen bitmiş durumdaydı. İtilaf Devletleri ateşkesi istismar ederek Osmanlı topraklarını işgal ederken, İngiltere ise Kars ve civarında bir Ermeni devleti kurmaya çalışıyordu. Buna karşı çıkan yöre halkı “Kars İslâm Şurası” isimli bir hükûmet kurarak Ermenilere karşı topraklarını savunurken, Şura Hükûmeti, 25 Mart 1919’da Kars merkezli “Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti”ne dönüştü.

MUTLAK monarşilerde egemenlik bir kişi ya da hanedanın tekelinde olur. Cumhuriyetlerde ise egemenlik halka aittir ve devlet başkanını da yine halk seçer. Batı’da ve ülkemizde cumhuriyete geçiş pek kolay olmamış, bunun için uzun yıllar süren değişim ve dönüşümlerin yaşanması gerekmiştir.

Ortaçağ ve Yeniçağ’da krallar kendilerini “Kanun benim!” diyecek kadar güçlü hissediyorlar ve kendi iradeleri üstünde başka hiçbir güç tanımıyorlardı. Bu düzen yüzyıllarca böyle gelmişti ama böyle gitmedi. Günün birinde derebeyiler, İngiltere’de Kral Yurtsuz Jan’ın yetkisini sınırlandırdılar. Siyaset bilimciler, “Manga Carta” dedikleri bu olayı demokrasinin başlangıcı sayarlar. Burada temel espri, kralın, kendi iradesi dışında başka iradelerin de olabileceğini kabul etmesidir. Sistemi demokrasiye yaklaştıran budur aslında.

Acaba Türk tarihinde Manga Carta benzeri bir olay yaşanmış mıdır? Konuya bir de bu açıdan bakalım isterseniz…

Tarihin sayfalarını karıştırarak geriye doğru gidersek, eski Türk devletlerinde kurultay, toy ve keneş gibi meclislerin bulunduğu ve bu meclislerin zaman zaman hükümdarların iradelerine rağmen belirleyici kararlar alabildikleri görülür.

Örneğin II. Göktürk hükümdarlarından Bilge Kağan’ın din değiştirerek yerleşik yaşama geçmek istemesine Kurultay’ın karşı çıktığı ve Kağan’ın da düşüncesinden vazgeçtiği bilinmektedir. Bu ve benzeri olaylar, Türk tarihinde kağanın yetkilerinin birçoğunun zannettiği gibi mutlak olmadığını, gerekirse sınırlanabileceğini gösterir. Örneğimiz biçimsel olarak Manga Carta’ya benzemese de hükümdar yetkilerinin kısıtlanması bağlamında içerik olarak ona epeyce yaklaşmaktadır.

Şimdi zaman içerisinde ufak bir gezintiye çıkıp 18. yüzyıla gidelim…

Yıl 1703… Tarihe “Edirne Olayı” diye geçen bir gelişme yaşanmaktadır… Olayı kısaca hatırlamakta yarar var: Padişah IV. Mehmet, bir gün av için Edirne’ye gider. Orada aylarca kalınca İstanbul’da, Padişah’ın başkenti Edirne’ye taşıyacağı yollu bir dedikodu başlar. Bu durum, başkentli olmanın ayrıcalığını yaşayan herkesi rahatsız eder. Seyfiye, İlmiye ve Kalemiye’den esnafa kadar herkeste bir huzursuzluk başlar. Durumu öğrenmek ve sıkıntılarını Padişah’a anlatmak isterler ama olumlu bir sonuç alamazlar.   

Bunun üzerine yaklaşık 30 bin kişilik bir kalabalık, Padişah ve maiyetinin görevlerine son vermek için Edirne’ye doğru yola çıkar. İsyancıların III. Ahmet ve İbrahim olmak üzere iki padişah adayları vardır. Kimileri İbrahim’i, kimileri de Ahmet’i isterken bir türlü anlaşamazlar. Bazıları da Osmanlılara akraba olan Kırım hanlarının soyundan birini tahta geçirip hanedanı değiştirmek gibi radikal tedbirler önerirken, hiç kuşkusuz en radikal öneriyi Yeniçeri Ağası Çalık Ahmet getirir: “Padişahla yönetilmek şart mı, neden cumhuriyete geçmiyoruz?”  

Ben bunu Niyazi Berkes’ten ilk okuduğumda şaşırmıştım. Devletin en etkili kara ordusunun en yetkili komutanı sultanlıkla yönetilen bir ülkede cumhuriyet rüyası görürse, bunun “Güle güle sultanım!” anlamına geleceğini bilmeyen yoktu. Buna rağmen hiç kimse onu hainlikle suçlamamış ve yer yerinden oynamamıştı. Söz orada söylenip orada kalmıştı.

Peki, Çalık Ahmet’in kulağına “cumhuriyet” sözcüğünü fısıldayan periler hangi iklimden gelmiş olabilirler?

Kanaatimce sorunu Osmanlı toplumunun iç dinamiklerinde aramak gerekir. Osmanlı taşra yönetimini dikkatle incelersek, devlete bağlı eyalet ve beyliklerden iki tanesinin, Dubrovnik ve Ragusa’nın cumhuriyetle yönetildiğini görürüz.

19. yüzyıla kadar devam eden bu iki Osmanlı cumhuriyetine hiçbir dönemde baskı yapılmamıştı. Bu durumu basit bir örnekle netleştirecek olursak…

Bugün Osmanlı gibi çok uluslu bir yapısı olan ABD’nin bir eyaletinde, örneğin Teksas’ta komünist bir yönetimin kurulduğunu varsayalım. Neler olur dersiniz? Komşusu sosyalist Şili’ye tahammül edemeyen ABD’nin komünist Texas’a “Hoş geldin!” diyeceğini zannetmiyorum. Oysa Osmanlı Sultanlığı iki yavru cumhuriyeti ile 19. yüzyıla kadar sorunsuz bir şekilde gelirken, 1808’de Manga Carta’nın alaturka versiyonu olan Sened-i İttifak’ı imzalayarak demokrasi yolunda ilk adımı atmıştı.

Osmanlı toprağında Padişah destekli bir devlet: Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti

1839’da Tanzimat, 1856’da Islahat Fermanları ile insan hakları ve hukuk devletine yaklaşırken, 1876’da hazırlanan anayasa ile halk, resmen yönetime katılarak parlamenter sisteme geçilmiş. 1909’da ise çok partili düzene geçerek anayasasını klasik parlamenterizme yaklaştırmıştı Osmanlı. Fakat Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile ardından da I. Dünya Savaşı’na girince dönemin olağanüstü koşulları anayasayı da, demokrasiyi de öncelikli sorun olmaktan çıkardı.

Çok geçmeden savaşı kaybederek Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayan Osmanlı Devleti, hukuken olmasa bile fiilen bitmiş durumdaydı. İtilaf Devletleri ateşkesi istismar ederek Osmanlı topraklarını işgal ederken, İngiltere ise Kars ve civarında bir Ermeni devleti kurmaya çalışıyordu. Buna karşı çıkan yöre halkı “Kars İslâm Şurası” isimli bir hükûmet kurarak Ermenilere karşı topraklarını savunurken, Şura Hükûmeti, 25 Mart 1919’da Kars merkezli “Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti”ne dönüştü. Başkenti, bayrağı, cumhurbaşkanı ve 18 maddelik bir de anayasası vardı.

Karslı yöneticiler davalarını tanıtmak için büyük devletlere başvurduklarında, amaçlarını “sosyal demokrat içerikli bağımsız bir cumhuriyet kurmak” şeklinde açıklamışlardı. Hukuken Osmanlı Sultanlığı’na bağlı olan Kars’ta, sultanlık karşıtı bir siyasî oluşuma Saray’ın da, Doğu Ordusu’nun da örtülü destek vermeleri düşündürücüdür. Osmanlı toprakları üzerinde Kars merkezli olarak kurulan bu yeni devletin Türk tarihinde kurulan ilk cumhuriyet olduğu kesindir.

Ayrıca Kars’ta ilan edilen 1919 Anayasası da birçok bakımdan üzerinde düşünmeye değer bir yapı arz etmektedir. Bir kere “anayasa” anlamına gelen ve Osmanlı siyasî hukuk sisteminde kullanılan “Kanun-i Esasi” yerine “Teşkilat-ı Esasiye” teriminin kullanılması ile 1921’de Ankara’da hazırlanacak olan anayasaya isim babalığı yapmıştır. Milliyetçi ve demokratik bir yapı arz eden Kars Anayasası’nda sıkça “Türk” ve “Türkiye” gibi sözcüklerin kullanılması, yeni hükûmetin imparatorluk klişelerini benimsemediğini gösterir. Ayrıca 18 yaşına seçme, 25 yaşına da seçilme haklarının tanınması ve “tebaa” yerine “vatandaş” terimine yer verilmesi, metne demokratik bir içerik kazandırır.

Fakat Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti’nin İtilaf Devletleri’ne rağmen yaşama şansı çok zayıftı. Kuruluşunun 6. ayında İngilizler, hile ile Kars Parlamentosu’nu basıp milletvekillerini tutukladılar. Bir şekilde baskından kurtulanlar ise Erzurum’a gelerek Mustafa Kemal’in başlattığı ve ileride Cumhuriyet’e evirilecek yeni oluşuma katıldılar.