“SİZE baba diyebilir miyim?”
“Senin annen bir melekti
yavrum…”
“Nayır, nolamaz…”
Duyduğumuzda
yüzümüzde tebessüm uyandıran, kimimizi maziye götüren ve muhtemelen hepimizde az
çok bir hatırası olan Yeşilçam’ın büyülü sözleri… Bir kuşak bu sözlerle büyüdü,
bu sözlerle sevdi, sevildi, kızdı, mutlu oldu. İnsanımız, Yeşilçam filmlerinin
klişelerini, söz kalıplarını, oyuncularını çok sevdi. Bir nevi bağrına bastı.
İnsanımız bu filmlere kendisini o kadar kaptırdı ki günlük hayatta karşısına çıkan
jönlerin sırtını sıvazladı, kötü adamı oynayan oyuncular meydan dayağı yedi.
Yeşilçam bizi bize anlattı. Bu yüzden de çok sevildi. Baş tacı edildi. Peki, “Yeşilçam”
olarak adlandırdığımız Türk sineması nasıl ortaya çıktı? Tarihî perspektifle
bakıldığında hangi aşamalardan geçti? Başarı ve başarısızlıkları nelerdi?
Gelin,
Türk sinemasının dününe, bugününe, belki de yarınlarına yakından bakalım!
Bir
kere, her şeyden evvel Yeşilçam’ın, diğer bir ifadeyle Türk sinemasının özü
toplumdur, insandır. Canlıdır Türk sineması. Bu topraklarda nefes alıp verir. Toplumu
anlamaya yadsınmaz bir katkıda bulunur. Sinema sadece içinde bulunduğumuz
coğrafyayı değil, aynı zamanda dünyayı farklı, daha duygu yüklü ve daha yoğun
bir şekilde kaydetmenin yollarını gösterir. Klişe değil söylediklerim. Gerçekten
sinema hayat, hayat da sinemadır ve sinema ile toplum, yapışık ikizlere benzer.
Sinema
insandan kaynaklanır ve insana geri döner. Aslında denilebilir ki, “Bir toplumu
anlamak için sinemasına bakmak yeterlidir”. Onda iyi, güzel, hoş, ilgi çekici,
kötü, doğru, yanlış ne varsa sinemasında da o vardır. Belki bir fotoğraf kadar
gerçek değil, belki bir miktar hayâl gücüne bulanmış. Ancak ne olursa olsun,
bir toplum aşkını, acılarını, mutluluğunu, hüznünü, savaş ve barışını sinema
perdesinde yaşar tıpkı bir ayna gibi. Bir toplumun bütün yansımalarının beden
buluşunu izleyebilirsiniz kendi sinemasında. Kısacası, bir toplumun nefes alışı,
yaşayışıdır sinema.
Film
şirketlerinin yazıhanelerinin İstanbul’da Taksim’e yakın bir alanda bulunan
Yeşilçam Sokağı’nda konuşlanması vesilesiyle sektörün tamamının “Yeşilçam”
olarak adlandırıldığı Türk sinemasının geçmişi Osmanlı İmparatorluğu
dönemlerine kadar uzanmaktadır. Başlangıç tarihi tam olarak bilinmese de
yabancı menşeli olarak ülkemize sinemanın gelişinin İkinci Abdülhamid döneminde
gerçekleştiği bilinmektedir. İmparatorlukta bilinen ilk toplu film gösterimi,
1896 yılında İkinci Abdülhamid’ in izniyle Alman Sigmund Weinberg tarafından İstanbul Galatasaray’da gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda gösterilen ilk film, sinemanın mucidi Lumiere Kardeşler tarafından 1895’te çekilen ve dünyada ilk sinema filmi olarak kabul edilen “Bir Trenin La Ciotat Garı’na Gelişi” adlı filmdir. Görüyorsunuz ya, sinemanın icadından bir sene sonra ecdadımız sinemayı bu topraklara getirmiştir.
“Medeniyet” dediğimiz tek dişi kalmış canavar bu yıllarda da kendisini göstermiş, Amerikan film şirketlerinin sinema salonlarımızı satın alarak sadece kendi filmlerini oynatmak istemeleriyle evlerde televizyonun yaygınlaşmasıyla 1980’lerin sonunda Türk sineması ilk büyük kriz dönemine girmiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu döneminde millî sinema
1896’dan
itibaren daha çok yabancı ve gayr-i Müslimlerin nispeten daha az sayıda
seyirciye oynattıkları sinema filmleri izleyiciye ulaşmıştır. Türkiye’de halka
açık ilk sinema, 19 Mart 1910’da, İstanbul Şehzadebaşı’nda “Millî Sinema” adı altında faaliyete geçmiştir. O zaman İstanbul
Sultanisi’nde gösterimler düzenleyen ekip, maddî imkân bularak ikinci Türk
sineması olan Ali Efendi Sinemaları’nı açmıştır.
1914
yılına gelindiğinde, İstanbul’da, bugünkü Yeşilköy yakınlarında bulunan
Ayastefanos Rus Abidesi’nin yıkılması kararlaştırılmış ve bunu da bir filme
çekme fikri ortaya çıkmıştır. Bu fikir ile birlikte Avusturya’dan bir film
ekibi davet edilmiş, daha sonra bu filmi bir Türk’ün çekmesinin daha münasip
olacağı düşünülmüştür. Bu iş için de o sıralarda Osmanlı ordusunda görevli olan
Asteğmen Fuat Uzkınay uygun görülmüş ve Avusturyalı film ekibi tarafından Fuat
Uzkınay’a film çekimi ile ilgili teknik bilgiler verilmiştir.
Kısa
bir eğitimin ardından, 4 Kasım 1914 günü Fuat Uzkınay tarafından çekilen “Ayastefanos’taki
Rus Abidesinin Yıkılışı” filmi, bir Türk’ün çektiği ilk film olarak tarihe
geçmiştir. 150 metrelik bir belgesel olarak çekilen filmin ne yazık ki günümüze
hiçbir kopyası ulaşmamıştır.
Türkiye’de
sinemanın kurumlaşmasının Birinci Dünya Savaşı döneminde gerçekleştiğini
söylesek yanılmış olmayız. Müttefik Alman ordularının filmleri bir propaganda
unsuru olarak ve askerlerin eğitimi için kullandığını gören dönemin Osmanlı
İmparatorluğu Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa, sinema olgusunun
önemini fark etmiş ve Enver Paşa’nın direktifleri doğrultusunda Almanya’daki
Ordu Sinema Kolundan esinlenilerek 1915’te Merkez Ordu Sinema Dairesi (MOSD)
kurularak Türk sinemasının kurumlaşmasının temelleri atılmıştır.
MOSD’un
kurulması ve takip eden dönemde çekilen belgeselden ziyade hikâyeli filmler,
millî sinema tarihi için en önemli gelişmelerindendir. 1916 yılında Müdafaa-i
Milliye Cemiyeti, aldığı bir kararla sinema çalışmalarına başlamıştır. Almanya’dan
getirttiği aletlerle film çekimlerine başlayan cemiyet, savaştan görüntülerin
de yer aldığı haber filmi niteliğinde filmler hazırlamıştır.
İçinde
bir hikâye barındıran ilk Türk filminin ise, her ikisi de 1917’de Müdafaa-i
Milliye Cemiyeti tarafından çekilen “Pençe”
ve “Casus” adlı filmler olduğu
konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Aslında Türk sinemasında ilk konulu film
denemesi “Leblebici Horhor Ağa”
olmasına rağmen film oyunculardan birisinin ölmesi üzerine film tamamlanamamıştır.
İkinci film ise “Himmet Ağa’nın İzdivacı”
olmasına rağmen, filmin oyuncuları Çanakkale Savaşı’na katıldıklarından dolayı
çekimler ancak 1918 yılında tamamlanmıştır.
Türk
sinemasında ilk komedi filmi serisine ise 1917 yılında başlanmıştır.
Yönetmenliğini Hüseyin Şadi Karagözoğlu’nun yaptığı “Bican Efendi Vekilharç” isimli 1917 yapımı Türk komedi filmi büyük
ilgi görünce, 1921 yılında “Bican Efendi
Mektep Hocası” ve aynı yıl içerisinde “Bican
Efendinin Rüyası” isimli Türk komedi filmleri çekilerek gösterime
girmiştir.
Yönetmenliğini
Ahmet Fehim’in yaptığı 1919 yapımı “Binnaz”
filmi, afişi basılarak yurt dışına satılan ilk Türk filmidir. Dram türündeki
filmin uzunluğu 45 dakikadır. Ülkemizde sinemanın bir sektör hâlini alması ise 1922’ye
rastlar. Bu dönemde özel teşebbüs devreye girer ve Türkiye’nin ilk özel film
şirketi olan Kemal Film, Kemal Seden tarafından İstanbul’da kurulur.
1923-1960
yılları arasında Türk sineması
Bu
dönemde ilk sesli film, ilk kısa metraj filmler ve dönem filmleri çekilmiştir. Cumhuriyet’in
ilânıyla beraber toplum yapısında ciddî bir değişim yaşanmıştır. Toplumun hemen
her alanında köklü değişiklikler gözlenmiştir. En önemli gelişme olarak
kuşkusuz Türk Sineması Cemiyeti
tarafından düzenlenen yarışmayı sayabiliriz. Yarışmada Şakir Sırmalı’nın filmi “Unutulan Sır”, en iyi film seçilmiştir.
1949 yılında çekilen “Çığlık”, ilk
Türk korku filmi olarak tarihe geçmiştir. Cumhuriyet’in ilânından 1950’li yıllara
kadar olan dönemde tiyatronun yıldızı sinemaya nazaran daha fazla parlamış,
tiyatroda gerek seyirci, gerekse yeni salonlar açısından büyük ilerlemeler
kaydedilirken sinema alanında nispeten daha temkinli adımlar atılmıştır.
Tabiî
1939 ile 1945 yılları arasında cereyan eden İkinci Dünya Savaşı’nın tüm dünyada
olduğu gibi ülkemizde de sanat dallarını olumsuz yönde etkilediğini belirtmemiz
gerek. Türk sineması, İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılından sonra
film üretimini arttırmıştır. Önemli gişe gelirleri getiren Mısır filmleri,
Amerikan filmleri ve Türk sinemasının kendi köklerinden kaynaklanan edebiyat
uyarlamaları ve tarihsel filmler, belirli bir sinema anlayışını beraberinde
getirmiş ve sonraki yıllardaki üretimler bu ana temalar üzerinde hareket
etmiştir.
Özellikle
50’li yıllardan sonra Türk sinemasında gözlemlenen ilginç özelliklerinden biri,
piyasa romanı olarak adlandırılan romanların filme çekilmesidir. Kerime Nadir,
Muazzez Tahsin, Esat Mahmut uyarlamalarını örnek olarak rahatlıkla sayabiliriz.
Bu tür filmler, özellikle dönemin İstanbul’unun gündelik hayatını şekilsiz
modernleşmeci bir tarzda ele alan filmlerdir. 1950 ile 1960 yılları arasında
iyice yaygınlaşan roman uyarlamaları, Türk sinemasında izler bırakmıştır. Bu
arada 1953 yılını es geçmemek gerekiyor: “Halıcı
Kız” filmi, çekilen ilk renkli Türk filmi olarak yerini almıştır.
Yalnız
bu dönem, aynı zamanda eleştiriye muhtaç olan bir dönemdir. Türk sineması, belirttiğimiz
zaman diliminde birkaç istisnanın dışında ne yazık ki içi boş öyküler, hiçbir
kalıcı sinema dili olmayan, fotokopi gibi çoğaltılmış senaryolarla, romanlardan
aşırılmış repliklerle, yeteneksiz oyuncu ve yönetmenlerin yer aldığı bir
komedi, bazen de acıklı bir melodrama benzer.
Sinemanın çok büyük bir maddî yatırım gerektirmeyen iyi bir kazanç kapısı olduğunu sezen girişimciler, Yeşilçam Sokağı’nın çevresini film yazıhaneleriyle doldurmuşlardı. Filmin iyi bir gişe yapmasının en kolay yolu, başarılı olmuş filmlerin taklit edilmesiydi. Yetişmiş insan gücünün ve teknik cihazların eksikliği bile film üretiminin artışına engel olamadı. Kötü kalpli zenginler, iyi kalpli yoksul kızlar ve delikanlılar, namus uğruna işlenen cinayetler, kötü yola düşen ama özünde merhametli mağdurlar gibi klişeler gitgide yerleşti.
1961-1970
yılları arasında Türk sineması
Sinema
tarihimizin ikinci yarışması bu dönemde, “İstanbul
Yerli Film Yarışması” adı altında yapılmıştır. Ayrıca kapalı sinemaların
hayata geçirilme fikri bu yıllarda iyice ağırlık kazanmış ve renkli film
uygulamasına hız verilerek Türk sinema tarihindeki en büyük aşamalardan biri
kaydedilmiştir. Üretilen film sayısının sekiz yüzlü rakamları bulduğu bu dönemde
yaşanan tüm bu gelişmelerin ışığında, 1963 yapımı “Susuz Yaz”, uluslararası alanda yapılan sinema festivallerinde
ödül alan ilk Türk filmi olmuştur.
İtiraf
etmemiz gerekirse, uzun yıllar sanat olarak yeterince ciddiye alınmayan ve
oluşum sürecini 1950 ile 1960 yılları arasında tamamlayan Türk sineması, 1960’lı
yılları ulusal bir sinema arayışı içerisinde geçirir. Türk sinemasının üretim
verimliliğinin en üst noktaya çıktığı yıllar olan 60’lı yıllar, aynı zamanda da
düzeyli ve kaliteli Türk filmlerinin birbiri ardına vizyona girdiği, ulusal
kimliğe büründüğü yıllardır.
1950’li
yıllardan itibaren düzenli bir artışa geçen yerli film üretimi, seyircinin
artan talebi karşısında 60’lı yıllarda da yükselişine devam etmiştir. Türk sineması
1963’ten itibaren renkli film üretmeye başlamıştır. 1967’den itibaren hızla
artan renkli filmler piyasaya hâkim olmuştur. Türkiye’de 1960’lı yılların bir
diğer özelliği de Türk sinemasının Amerikan sinemasının önünde olmasıdır. 1960’lı
yıllarda sinema giderek daha kârlı bir sektör hâline gelince yeni yapımcıların
ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuştur. Örneğin 1966 yılında Türk sineması 241
filmle dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4’üncü sırayı almaktadır.
Yapım, üretim ve dağıtım gücü hesaba katıldığında, 1960’lı yıllar, Türk sineması
için altın bir çağ olarak kabul edilmektedir.
Bu
arada 1960 Darbesi’ne gelene kadar Türkiye’de yıllık film üretimi sekseni
bulurken, cunta, ülkemize olduğu kadar sinema sektörüne de darbe vurmuştur.
Darbe ve hemen sonrasındaki birkaç yıl boyunca Türk sineması durağan bir döneme
girmiş, film üretimi noktasında baskı ve sansür nedeniyle birtakım sıkıntılar
yaşamış, darbenin etkileri zamanla dindikçe yeniden bir ivme yakalamıştır.
Peki,
bu dönemin filmleri mükemmel midir? Filmler iyidir iyi olmasına da sektörün en
büyük zaafı, klişelerden yakasını bir türlü sıyıramamış olmasıdır. Sektör bu
yıllarda maalesef gişede iş yapan filmlerin tekrarı gibi bir hataya düşmeye
devam etmiştir. Bu da özellikle filmlerin niceliğini olmasa da niteliğini
olumsuz yönde etkilemiştir. Böyle bir döngüde tutan filmler model oluşturmuş,
risk almamak adına benzer filmler peş peşe çekilmiştir. Konuların, olay
örgülerinin tekrarına ve tipleşen yıldız oyunculara dayanan bu sistem, kendi
anlatı yapısını ve izleyici kitlesini oluşturmuştur.
1971-1980
yılları arasında Türk sineması
1970’li
yıllardaki Türk sinemasının yapısal gelişiminde dış etmenlerin rolü iç etmenlerden
daha fazladır. Türkiye’de 1971-1980 yılları arasında geçen süre zarfında, başta
siyâsî ve ekonomik alanlarda olmak üzere birçok konuda köklü değişiklikler
olmuştur. Büyük siyâsî, iktisadî ve sosyolojik değişimler her sektörü olduğu
gibi sinema sektörünü de derinden etkilemiştir. Televizyona artan ilgi kitleleri
sinemadan uzaklaştırmış, sinema salonları kapanmaya başlamış, çeşitli
furyaların etkisiyle filmlerin kalitesi düşmüş, sinema sektörü daralma sürecine
girmiştir.
1977
yılında Türk sinemasına yasal düzenlemeler hazırlamak, yurt dışında film
haftaları düzenlemek, yurt dışındaki festivallere katılacak filmlerin altyazı
kopyalarını üretmek gibi görevleri yerine getirmesi maksadıyla Kültür Bakanlığı’na
bağlı Sinema Dairesi Başkanlığı
kurulmuştur.
70’li
yıllardaki Türk sinemasını doğru bir şekilde değerlendirebilmemiz için yapıyı
oluşturan dört ana unsura odaklanmamız gerekir. İlki, ülkede yükselen politik
söylemlerin sinemaya yansıması ve politik içerikli filmler yapılmasıdır. Bu
dönemde hem sağ, hem de sol kesim kendi kahramanlarını üretmiş, onların
peşlerinden gitmiş, sinema salonlarını hıncahınç doldurarak benimsedikleri
politik figürlere bir nevi sahip çıkmıştır.
İkincisi,
bu dönemin “komedi filmlerinin yükseliş dönemi” olarak bilinmesi gerektiğidir.
Ertem Eğilmez’in artık bir klasik hâline gelen Hababam Sınıfı serisini en başa
koyarsak, bu dönemde çekilen sinema filmleri, komedi filmlerinin yüz akı
olmuştur.
Üçüncü
önemli husus, bu dönemin erkek jönlerin ve kadın başrol oyuncularının kendi
seyircisini oluşturdukları bir dönem olduğudur. Dördüncü hususa hiç değinmek
istemiyorum. Sinema tarihimizde kara bir leke olarak adlandırabileceğimiz, çok
af edersiniz, kırmızı noktalı filmler dönemidir bu dönem ki rezillik ve
kepazelik, sektörü fecaat bir duruma sürüklemiş, normal filmler çekilmez olmuş,
sektör çalışamaz hâle gelmiştir.
70’lerin sonları, Türkiye’de her eve televizyonun girmeye başladığı dönemdir ve bu durum sinemayı olumsuz yönde etkilemiştir. Yetmişli yılların başları Türk sinemasının yüz akı olurken, yetmişlerin sonları malûm nedenlerle en bunalımlı yıllar olarak tarihe geçer.
Büyük siyâsî, iktisadî ve sosyolojik değişimler her sektörü olduğu gibi sinema sektörünü de derinden etkilemiştir. Televizyona artan ilgi kitleleri sinemadan uzaklaştırmış, sinema salonları kapanmaya başlamış, çeşitli furyaların etkisiyle filmlerin kalitesi düşmüş, sinema sektörü daralma sürecine girmiştir.
1981-1990
yılları arasında Türk sineması
Bu
dönemde siyah beyaz filmler tarihe karışmıştır. Yabancı romanlar ve yapıtlar
Türkçeye çevrilerek filme dönüştürülmüştür. Ancak yine bir ihtilâl ile başlayan
1980’li yıllar, ne 12 Eylül öncesinde, ne de sonrasında Türk sinemasının içinde
bulunduğu duruma olumlu bir katkı sağlamamış, toplumsal ve siyasal ortamın bir
sonucu olarak daha fazla ağırlık ve sorun getirmiştir. Çok şükür, 70’lerin sonlarındaki
ahlâka mugayir film furyası bu dönemde sona ermiş, ancak bu sefer de arabesk
film furyası başlamıştır.
Arabesk
müziği seven biri olarak filmlerini yadırgamamın sebebi “müzikalite” olarak
anlaşılmasın ne olur! Buradaki asıl sorun, müziğinden ziyade filmin kalitesi
ile ilgilidir. Bu dönemde bir sinema filmi yapmanın formülü oldukça basittir. Kaseti
çok satan bir arabeskçiye başrol teklif edilir, klişe bir senaryo ile
arabeskçimiz esas oğlanı, güzel bir kadın aktris de sevdiği kızı oynar. Filmin
ortalarına doğru sevenlerin arasına birtakım yanlış anlamaların sonucu kara
kedi girer. Filmin içinde arabesk yıldızımız tarafından çok satan kasetinin
tamamına yakını seslendirilir. Film bazen mutlu, bazense mutsuz sonla biter…
Bu
zihniyet ve birbirinin kopyası niteliksiz filmler yüzünden sektör, kalite
anlamında çok şey kaybeder. Bu arada enteresan bir dipnot ise 12 Eylül darbe
yönetiminin arabesk filmleri sevmesidir. Bu filmler bilinçli olarak topluma
özendirilmiştir. Çünkü özgürlüklerin kısıtlandığı, toplumsal kaygıların ağır
bastığı entelektüel filmlerdense bireysel konuların işlendiği arabesk filmler, darbeci
zihniyetten kabul görmüştür. Bu dönemin artı yönü ise, özellikle Turgut Özal
döneminde devletin yerinde müdahalelerle sinema sektörünü düzenlemesi, yeni bir
yapı oluşturmasıdır. 1986 yılında sinema, Video ve Müzik Eserleri Yasası
çıkartılmıştır. Film festivalleri kendi seyirci kitlesini yaratmaya başlamış,
Türk filmleri yabancı festivallerde yarışıp ödüller kazanmaya başlamıştır.
Her
zaman olduğu gibi, ülkenin içinde bulunduğu iktisadî, hukukî ve siyâsî süreçler
Türk sinemasına yansımıştır. Ülkenin artan ithalatı sayesinde yaşadığı teknik
devrim, görsel iletişim araçlarında belirgin değişimler yaşanmasına sebep
olmuştur. Bu dönemde video piyasası oluşmuştur. Sinema seyircisi aileden bireye
dönüşmüş, 80’lerin sonlarına doğru yıldız sistemi çökmüş, başrol oyuncusuna
göre belirtilen filmlerden yönetmenine göre anılmaya başlanılan sinemaya bir
dönüşüm gerçekleşmiştir.
Bu
arada “medeniyet” dediğimiz tek dişi kalmış canavar bu yıllarda da kendisini
göstermiş, Amerikan film şirketlerinin sinema salonlarımızı satın alarak sadece
kendi filmlerini oynatmak istemeleriyle evlerde televizyonun yaygınlaşmasıyla 1980’lerin
sonunda Türk sineması ilk büyük kriz dönemine girmiştir. Yapımcı firmalar bir
bir kepenk kapatmış, seyirci vurdulu kırdılı filmlere alışmış, salonlar
Amerikan filmleriyle dolup taşmıştır. Bunun sonucunda da maalesef Türk
filmlerine olan ilgi iyice azalmıştır.
1990-2000
yılları arasında Türk sineması
Huzurlarınızda
tüm kaosuyla 90’lar!
Türk
sinema sektörü 90’lı yılları kriz içinde karşılamıştır. Bu süreçte neredeyse
yılda on filmden az yapım üretilmiştir. Sinemalar birer birer kapanmış, özel
televizyonlar peşi sıra açılmıştır. 1995’ten sonra sırasıyla video, VCD, DVD formatları
yaygınlaşarak alternatif izleme alanları ortaya çıkmıştır. 90’lı yıllarda genç
bir yönetmen kitlesi belirmiş, önceleri kısa filmlerle ve senaryolarla hayatını
geçindiren bu kuşak, daha sonra çektikleri nitelikli filmlerle Türk sinemasına
yeni bir soluk getirmiştir.
90’lar,
yıl bazında çekilen sinema filmi sayısı itibariyle diğer dönemlere kıyasla aslında
üretken olmayan bir dönemdir. Amma velâkin sinemada yeni bir dilin oluştuğu bir
zaman dilimidir doksanlar. 90’lı yılların en önemli yanlarından biri de kendi
kişisel dünyalarını daha küçük ölçekli öyküler ve filmlerle anlatmak isteyen
yönetmenlerin artık belli bir düzey tutturan yapıtlarla seyirci önüne çıkmalarıdır.
Yeşilçam, birbirinin kopyası filmlerle ilk zamanlar geniş izleyici kitlesine
ulaşsa da zaman içinde etkisini yitirerek geniş yığınları sinemadan uzaklaştırmışken,
90’larda ortaya çıkan bu yeni dönem, Türk sinemasının gidişatında çok önemli
bir noktada durmaktadır.
80’li yılların sonundaki krizin ardından başlayan bu yeni dönemde, Türk sinemasının bugünkü dinamikleri şekillenmiş ve Türk sinemacılar dünya sinemasında da seslerini duyurmaya başlamışlardır. 90’lı yıllar, artan bağımsız filmlerin ve de yönetmenlerin de etkisiyle sanat filmi ile ticarî filmlerin ayrışmaya başladığı, yeni bir sinema dilinin araştırıldığı bir dönem olmuştur. Yeşilçam’ın son bulmasıyla kalıplarından kurtulan yerli sinemanın bu dönemde özgünleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
2000’li
yıllardan günümüze Türk sineması
İnternetin
yaygın bir hâle geldiği, sektörün kurumsallaşma sürecinin olgunlaştığı dönemler,
2000’li yıllar ve sonrasına rastlıyor. 2000’li yıllardan sonra ve günümüzde
Türk sinemasında bariz bir değişim yaşanmaya başlamıştır. Artık sinemadaki tip
ve karakterler Yeşilçam’dan farklıdır. Belli bir iyi, belli bir çıkış ve belli
bir ideal tipin aksine, yeni sinemada hiçbir ideal tip ve model
bulunmamaktadır. İyilerin içinde kötülük, kötülerin içinde iyilik
olabilmektedir anlayacağınız. Kadın imgesi değişmiştir ve artık erkek egemen
bir gözle oluşturulan, erkeğe bağlı iyi kadın kötü kadın kalıpları yerine kendi
ayakları üzerinde durabilen, kadın gözüyle oluşturulmuş bir kadın söz
konusudur. Yine yönetmenin kendini özgürce ifade edebildiği, eski kalıp ifade
ve temalardan uzak bir “yönetmen sineması” oluşmuştur.
Sinemacıların
anlatımlarında belirgin değişiklikler gözlemlenmeye başlamıştır. Türk
filmlerinin teknik düzeyi dünya standartlarını yakalamış, sektöre sinema
okullarından yetişmiş eğitimli gençlerin hâkim olmaya başladığına tanık
olunmaktadır. Ayrıca Türk filmlerinin bütçeleri milyon dolarlık, seyirci
sayıları da milyonlu rakamlara ulaşır olmuştur. Tabiî ki tüm dünyada olduğu
gibi ülkemizi de etkisi altına alan Koronavirüs Salgını hayatın pek çok alanını
olduğu gibi sinemayı da vurmuştur. Sağlık Bakanlığı’nın haklı ve yerinde
tavsiyeleri ile sinema salonları kamu sağlığı nedeniyle kapatılmış, dijital plâtformdan
yayın yapan kanallar daha çok tercih edilmeye başlanmış, sinema ve televizyon
kültürü radikal bir şekilde değişmiştir. Biz yine de olabildiğince salgın
öncesine odaklanalım ve sektörün en kısa sürede kendisini toparlayacağına dair
inancımızı yineleyelim.
Burada
2004 yılına ayrı bir parantez açmak istiyorum. Çünkü 2004 yılında, 5224 sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve
Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun çıkarılmış, bu yasa Türk
sineması için bir dönüm noktası olmuştur. Film üretiminde ve seyirci sayılarında
böylece artış yaşanmıştır. 2005 yılında 30 milyona yaklaşan seyirci sayısı 2019
yılında 59 milyonu aşmıştır. 2019 yılında sadece gişe gelirleri 976 milyon TL’lik
büyüklüğe ulaşmış, film sektörünün toplam büyüklüğü 7 milyar TL’yi aşmıştır. Ancak
daha önce de ifade ettiğim gibi, Koronavirüs Salgını nedeniyle geçtiğimiz yıl
ve bu sene rakamlar düşüş eğilimindedir.
Koronavirüs
Salgını nedeniyle her ne kadar gişe rakamları ile film sayısı azalsa da
üretimdeki çeşitlilik ve uluslararası arenada kazanılan ödüller sinemamız için
umut verici bir tablo oluşturmaktadır. Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Dilerseniz
hep birlikte yakından göz atalım…
Öncelikle
toplum yapısı değişti. Genç nüfusun oranı arttı. Bu da sinemaya olumlu yansıdı.
Günümüzdeki sevindirici gelişmelerden bir tanesi, 80’li ve 90’lı yıllara
nazaran yerli sinemaya olan ilginin ciddî oranda artması ve ülkemizin Avrupa
ülkeleri arasında yerli yapımların en çok izlendiği ülkelerden biri hâline
gelmesidir. Sinemaya ilgi arttıkça sinema üzerine daha çok yazılıp çizilmeye başlanmış,
bu anlamda eğitim veren okulların sayısı artmış, çeşitli kurslar ve atölyeler
açılmıştır. Son dönemde Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla okullarda öğrenciler
arasında kısa film yarışmaları düzenlenmeye başlanmış ve bu şekilde sinemaya
karşı bir teşvik oluşturulmuştur.
Öte
yandan yerli film sayıları, izleyici sayıları, sinema salon sayıları ve devlet
desteği artmış, Hollywood filmlerinin izlenme oranı düşmüş ve yerli yapımlar ön
plâna çıkmıştır. Yurt içinde durum böyleyken, yurt dışında da Türk filmleri
festivalden festivale koşarak ödüller almaya ve Türk sineması da dünyaya sesini
duyurmaya başlamıştır.
İçinde
bulunduğumuz döneme “Yeni Türk Sineması
Dönemi” de deniliyor. Bu dönemin her ne kadar 2000’li yılların başlarında
başladığı kabul edilse de bazı otoriteler başlangıcı 90’ların ikinci yarısına
kadar götürüyor. Bu sinema türü daha çok genç kuşak yönetmenler tarafından
oluşturulan, daha bireysel filmlerin yapıldığı, özel görüntü, ses efektleri,
dinamik kamera gibi yeni biçimsel özelliklerin kullanıldığı, kültür endüstrisinin
televizyon, reklâm, müzik gibi kollarından yararlanan ve kendi içinde popüler
sinema ve sanat sineması ayrımını barındıran bir sinemadır. Yeni Türk Sineması ile beraber izleyici
davranışları köklü olarak değişmiş, genel seyirci sayısındaki artışın yanı sıra
yerli seyirci sayısı da artmış ve Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında yerli
yapımların en çok izlendiği ülke hâline gelmiştir. Türk sinemasına yazılı ve
görsel basında geçmiş zamanlara nazaran daha fazla yer verilmeye başlanmış,
filmler üzerine çıkan tartışmaların yanı sıra yönetmenlerle yapılan söyleşiler
artmış ve film eleştirilerinin özellikleri yapısal olarak değişmiştir. Ödül
sistemleri tamamen farklı bir yörüngeye girmiş, daha önceki dönemlerde film
yapmaya başlayan insanların büyük ödül almaları nadiren görülen bir durumken
artık genç yönetmenlerin filmlerine verilen ödüller de meşrulaşmıştır.
Ayrıca
yapımcılık sistemi tamamen değişmiş, daha önceleri tamamıyla yapımcıya bağlı
olan sistem kırılmış, yönetmenler artık kendi yapımlarını bizzat organize
etmeye başlamış ve yapımcı, yönetmen tarafından kullanılan teknik bir elemana
dönüşmüştür. Sinemacı yetiştirme anlayışı ve usta-çırak ilişkisi bitmiş, her
yönetmen kendi kendini yetiştirmeye başlamıştır. Hattâ birçok yönetmen bu
durumu sınırlarımızın dışına taşıyarak dünya çapındaki isimlerden ya da
fikirlerden etkilenerek filmler yapmıştır. Bu anlamda “Yeni Türk Sineması döneminin yönetmenleri büyük oranda yeni kuşağın
üyeleridir” diyebiliriz.
Tabiî
2000’ler sonrası sinema sektörünün bariz bir avantajı vardır. Darbe dönemine
tekabül eden 80’ler ve video dönemini içinde barındıran 90’lar sonrası
özellikle 2010’lu yıllarda ülke ekonomisinin iyi bir seviyeye gelmesi nedeniyle
bireyler için sinemaya gitmek lüks bir ihtiyaç olmaktan çıkmış, hayatın olağan
akışına uygun, günlük, sıradan, rutin bir faaliyet hâline gelmiştir.
Koronavirüs Salgını nedeniyle ülke ekonomisinin bir on yıl öncesindeki gibi
olmadığı aşikârdır. Ancak ekonomimizin en kısa sürede eski ivmesini yakalayacağına
yönelik inancımız tamdır.
Ekonomi
ile yakından ilgilenenler bilirler; ekonomi zıt parametreler üzerine kuruludur.
Neyi kastettiğimi söyleyeyim…
Son
dönemde sayıları iyiden iyiye artan AVM’lerden mahalle esnafı şikâyetçi. Bu
hepimizin malûmu. Ama mutlu olan bir kesim var: Sinema salonları! Çünkü AVM
sayılarının artmasıyla AVM içerisine konuşlanan sinemaların sayıları da arttı.
Bu da beraberinde hareketlilik ve canlılık getirdi. Bu
nedenle sinema salon ve perde sayıları özellikle 2000’li yıllarda ve sonrasında
istikrarlı olarak artmıştır. Perde sayılarının artması ile aynı anda birden
fazla film gösterilebilmekte ve bu da sinemaya erişim kolaylığı sağlamaktadır. İnsanlar
AVM’leri alışverişin yanında sinema izlemek için de tercih etmektedirler. Bu
anlamda sinema, sanatsal bir faaliyet olmasının yanında bir eğlence aracı
olarak görülmeye başlanmıştır. Ayrıca sinema salonlarının ses ve görüntü sistemlerinin
düzeltilerek fizikî koşullarının iyileştirilmesinin yanında dijital perde ve
salon sayılarının artması da seyirciyi sinemaya çeken diğer etmenlerden biri
olmuştur.
Dilerseniz
biz yine film boyutuna dönelim ve Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde
aldığı ödüllerden bahsedelim. Aldığı ödülleri (Uzak-2003 Cannes Büyük Jüri Ödülü, Üç Maymun-2008 Cannes En İyi Yönetmen Ödülü, Bir Zamanlar Anadolu’ da-2011 Cannes Büyük Jüri Ödülü, Kış Uykusu-2014 Cannes Altın Palmiye
Ödülü) yalnız ve güzel ülkesine adayan başarılı yönetmenimiz, Türk sinemasının
özellikle yurt dışında da isminin duyurulmasına önemli katkılar sunmuştur.
Türk
sineması, insanımızı temel alan, içinde bulunduğu toplumun gerçeklerinden doğan
ve yine içinde bulunduğu toplumu değiştirip dönüştürmede etkili olan görsel bir
araçtır. Var olduğu günden bu yana Türk insanının sorunlarını, açmazlarını, keder
ve sevinçlerini kendine özgü bir dille anlatmaya çalışmıştır. Öte yandan Türk
sineması toplumu etkilediği gibi, kendisi de toplumdan etkilenmektedir.
Koronavirüs
Salgını’nın yaşandığı dönemi saymazsak, son yirmi yıllık dönem, sayısal veriler
bağlamında olumlu anlamda ciddî değişimlerin yaşandığı bir dönemdir Türk
sineması için. Özellikle geçmiş yıllara nazaran yerli ve yabancı film
sayılarında, seyirci sayılarında, sinema salon ve perde sayılarında ve devlet
desteği miktarlarında bir artış olduğu gözlenmektedir. Yani 2000’li yıllarla
birlikte günümüzde iç pazar bir anlamda yeniden canlanmış, yerli filmlere talep
yükselmiş, popüler filmler kapalı gişe oynamış ve salon sayıları artmıştır. Uluslararası
film festivallerinde ödülle dönen filmlerimiz de cabası…
Kaynakça
Scognamillo, G -Türk Sinema Tarihi-
Kabalcı Yayınları Ankara (2010)
Arş. Gör. Sevinç, Z -2000 Sonrası Yeni
Türk Sineması Üzerine Yapısal Bir İnceleme- Dumlupınar Ünv. Sosyal Bilimler
Dergisi Sayı: 40, Kütahya (2014)
Yavuz, D. -Türk Sinemasının 22 Yılı-
Antrakt Sinema Kitaplığı, İstanbul (2012)
https://tr.wikipedia.org/wiki/Türk_sineması
http://www.otekisinema.com/populer-turk-sinemasi-nereye-gidiyor