
Zamanı muhafaza etmek
SANAT, insanın doğayla ve kendisiyle kurduğu derin bir bağdır. Bu bağ, yaşamın sonrasına dair inançlar ve ölüme yüklenen anlamlarla daha da güçlenir. Türk sanatında “mumya geleneği”, bu bağlamda nadir ve bir o kadar da özel bir yansıma olarak karşımıza çıkar. Ölü bedenin korunması fikri, yalnızca fiziksel bir muhafaza değil, aynı zamanda ölümün kutsallığını ve öte dünya inancını somut hâle getirme çabasıdır.
Mumya, genellikle Mısır gibi kadim uygarlıklarla anılır. Ancak Türk-İslâm kültüründe, özellikle Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerinde, mumyalama sanatı farklı bir anlam ve boyut kazanmıştır. İslâm dünyasında ölüm, yeni bir başlangıç olarak kabul edilirken, bedeni koruma düşüncesi genellikle bir gelenekten ziyade istisnai durumlarda görülür. Bu uygulamanın ortaya çıkışı, biyolojik bir ihtiyaçtan çok, siyasî ve manevî bir mesaj taşıma amacı güder.
Söz konusu siyasî ve manevî mesaj, genellikle ölen kişinin toplumsal statüsünü, yönetim otoritesini veya dinî inançlarını ölümden sonra da sürdürme arzusunu yansıtır. Bu bağlamda, özellikle hükümdarların ya da önemli dinî liderlerin bedenlerinin korunması, onların halk nezdindeki gücünün ve kutsallıklarının devamını simgeler.
Türk sanatında mumya geleneği, farklı dönemlerde ve coğrafyalarda kültürel ve dinî inançlarla şekillenmiştir. İslâmiyet öncesi dönemde, Orta Asya’da yaşayan Türkler, ölülerini “kurgan” adı verilen mezarlara defnedip mumyalama teknikleri kullanmışlardır. Mumyalama sırasında, cesetlerin çürümemesi için tuz ve bitkisel malzemeler gibi çeşitli yöntemler kullanılmıştır. İslâmiyet’in kabulünden sonra da bu gelenek devam etmiş, Selçuklular ve Beylikler döneminde önemli kişilerin bedenleri mumyalanarak türbelere defnedilmiştir.
Günümüzde Türkiye’deki müze ve türbelerde bulunan mumyalar, Türklerin mumyalama teknikleri ve sanat anlayışına dair önemli bilgiler sunmaktadır. Türk sanatında mumya geleneği, tarih boyunca dinî inançlar ve kültürel değerlerin etkisiyle şekillenmiş ve farklı tekniklerle uygulanmıştır. Bu gelenek, Türk sanatının zenginliğini yansıtan önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mumya kavramı ve terminolojik özeti
“Mumya” kelimesi, Arapça ve Farsça kökenli mūmiyā sözcüğünden türemiştir ve “bitüm, zift” anlamına gelir. Bu terim, tahnit edilmiş cesetlerin korunmasında kullanılan maddeleri tanımlamak amacıyla kullanılmıştır. Farsça mūm (mum) kelimesiyle de bağlantılı olan mūmiyā, zamanla korunmuş cesetler için evrensel bir terim hâline gelmiştir. Mumyalama sürecinde kullanılan bitüm gibi maddeler, cesetlerin koyu renk almasına neden olmuş ve bu durum, mumyalama işlemi ile tahnit işleminin eşanlamlı olarak anılmasını sağlamıştır. Şerafeddin Mağmumi’nin Kamus-u Tıbbi adlı eserinde de bu iki terimin birbirine yakın anlamlarda kullanıldığı görülmektedir.
Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre “mumya”, “birtakım özel ilaçlar kullanılarak bozulmayacak duruma getirilmiş ceset” anlamına gelir. Mumyalama işlemi, cesedin çürümesini önlemek amacıyla farklı tekniklerin uygulanmasını içerir. Bu süreç, çeşitli kültürlerde dinî inanışlar ve ölümsüzlük kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Özellikle Antik Mısır’da, ruhun bedenine geri döneceğine inanıldığı için bedenin korunması büyük bir önem taşımıştır.
Mumya maddesi, tarih boyunca kutsal kabul edilmiş ve hükümdar hazinelerinde değerli bir ilaç olarak yer almıştır. Özellikle “mumyay-ı insani” adı verilen bu madde, İran’ın Darabgerd bölgesi ile Tibet’ten temin edilmiş ve iç hastalıklar ile kırık ve yaraların tedavisinde kullanılmıştır.
Tarihten sanata uzanan bir gelenek
Anadolu Türklerinde mumya geleneği, daha çok lider figürlerle ilişkilendirilmiştir. Emir, bey veya sultan gibi toplumun ileri gelenlerinin naaşları, ölümden sonra özel bir teknikle korunarak gömülmeden önce bozulmadan kalmaları sağlanırdı. Bu gelenek, İslâm öncesi Türk toplumlarından miras kalmış olabilir.
Selçuklu dönemine ait mezar yapıları ve türbelerde mumyalanmış bedenlere rastlanması, bu geleneğin Anadolu’ya taşındığını gösterir. Örneğin, Amasya’daki İlhanlı hükümdarlarının mumyalanmış bedenleri, o dönemin sanatsal ve bilimsel gelişmişliğinin bir göstergesidir. Bu türbelerde sadece bedeni değil, naaşın çevresindeki sembolleri de sanatın bir parçası olarak görmek mümkündür. Sandukaların üzerindeki zarif işlemeler, ölümün yalnızca bir son değil, aynı zamanda ebedî bir yolculuğun başlangıcı olduğunu fısıldar.
Sanat ve mumyalama: Kutsallığın estetiği
Türk sanatında mumya geleneği, yalnızca bir korunma tekniği değil, aynı zamanda ölümün anlamına dair bir estetik yorumdur. Türbe mimarisinde ve mezar taşlarındaki geometrik desenler, bitkisel motifler ve kaligrafik yazılar, ölen kişinin statüsünü ve kimliğini sanat yoluyla ifade etme çabasıdır. Mumyalanmış bedenin bulunduğu türbelerdeki süslemeler, bedeni koruyan yapının kutsallığını vurgular. Van bölgesindeki bazı türbelerde mumya kalıntılarına rastlanması, Selçukluların Orta Asya’daki mezar geleneklerini Anadolu’ya taşıdığı ve kısmen sürdürdüğü izlenimini verir.
Bu gelenekte, bedenin çürümeden korunması sadece fiziksel bir mesele değil, ruhun da o bedene bağlı olduğu inancı, bu çabanın temelini oluşturur. Türk sanatındaki bu hassasiyet, ölümün karanlık bir son değil, bir geçiş olduğu anlayışını yansıtır. Beden, ruhun öte dünyaya geçişini simgeleyen bir emanet olarak görülür ve bu emaneti korumak, hem sanatın hem de inancın ortak bir sorumluluğu hâline gelir.
Modern zamanlarda mumya geleneği, Türk kültüründe nadiren konuşulan bir konu hâline gelmiştir. Bunun nedeni, İslâm’ın sade defin anlayışının bu tür uygulamalara mesafeli durmasıdır. Ancak, mumyalanmış bedenlere ev sahipliği yapan türbeler ve bu mekânlardaki sanatsal ögeler, hâlâ geçmişin zengin kültürünü yansıtmaya devam etmektedir. Amasya, Kayseri ve Niğde gibi şehirlerdeki türbeler, bu geleneğin fiziksel ve sanatsal izlerini taşıyan önemli hafıza mekânlarıdır.
Türk sanatında mumya geleneği, zamanın akışına karşı bir direnişin ifadesidir. Bedeni korumak, geçmişle geleceği birleştiren bir köprü kurma arzusunun simgesidir. Bu gelenek, ölümün bile sanata dönüşebileceğini ve yaşamın son anlarının bile estetikle taçlandırılabileceğini hatırlatır.
Belki de bu yüzden, mumya geleneği üzerine düşünmek, ölümü değil, yaşamı daha derin bir anlamla kucaklamak demektir. Sanat, hayat ve ölüm arasındaki bu sonsuz dans, Türk sanatında zarif bir şekilde yankılanmaya devam etmektedir.
Osmanlı sarayında mumyalama geleneği
Osmanlı sarayında mumyalama geleneği, ne Batı’nın karmaşık ritüellerine ne de Antik Mısır’ın gizemli işlemlerine benzer. Daha çok, bedenin zamana direnebilmesi için çaresizlik anlarında geliştirilmiş pratik bir ara form olarak karşımıza çıkar. Osmanlı’nın ihtişamıyla bilinen sarayında bile mumyalama, bir süs ya da gösteriş unsuru değil, tamamen bir ihtiyacın sonucudur. Bu ihtiyaç, bazen bir padişahın vatan topraklarına son yolculuğunu yapabilmesi için ortaya çıkar, bazen de hanedanın önemli bir ferdine duyulan derin saygının bir ifadesidir. II. Murad’ın naaşının Bursa’ya, Kanuni Sultan Süleyman’ın bedeninin ise Süleymaniye’ye ulaştırılması sırasında bu tekniklerin kullanıldığına dair belgeler, bu uygulamanın sarayda zaman zaman başvurulan bir yöntem olduğunu göstermektedir.
Ölüm ve devletin sürekliliği
1566 yılında Zigetvar Seferi sırasında Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatı, Osmanlı tarihinin belki de en çarpıcı mumyalama örneklerinden birini doğurdu. Sefer sırasında hayatını kaybeden Kanuni’nin naaşının bozulmadan İstanbul’a ulaştırılması gerekiyordu. Ancak bu sadece bir lojistik mesele değil, aynı zamanda bir siyasî stratejiydi. Padişahın öldüğü haberinin orduyu zayıflatabileceği ihtimaline karşı, Kanuni’nin vefatı gizli tutuldu. Bu süreçte, onun bedeninin zamana dayanması için çeşitli koruma yöntemleri kullanıldı. İç organları çıkarılıp Zigetvar’da defnedilirken, bedeninin kalan kısmı İstanbul’a getirilmek üzere mumyalanmıştı. Bu, bir bedenin değil, bir devletin korunmasının hikâyesiydi.
Osmanlı sarayında mumyalama sadece padişahlar için değil, çocuk yaşta ölen şehzadeler ve diğer hanedan mensupları için de uygulanmıştır. II. Bayezid’in oğlu Şehzade Mahmud’un naaşı, defin süreci tamamlanana kadar mumyalanarak korunmuştur. Bu durum, hanedanın politik hassasiyetlerini ve ailevi bağlarını koruma çabasının bir yansımasıdır. Benzer şekilde, III. Selim’in bazı yakınlarının naaşlarının da defin öncesinde mumyalandığı kaydedilmiştir. İslâm’ın sade defin anlayışına uygun olarak, bu uygulama geçici bir önlem şeklinde değerlendirilmiş ve bedenin kısa sürede defnedilmesine olanak tanımıştır. Ayrıca, türbe mimarisi ve mezar gelenekleriyle birleşen bu uygulamalar, hanedan üyelerinin ruhanî ve fiziksel varlıklarının bir anıt olarak korunmasını sağlamıştır.
Osmanlı mumyalama yöntemleri
Osmanlı’da mumyalama teknikleri, ne Antik Mısır’ın ayrıntıcı yöntemleriyle ne de Avrupa’nın Ortaçağ merakıyla benzerlik taşır. Daha sade fakat etkili yöntemler tercih edilmiştir:
İç organların çıkarılması: Bedende bozulmanın başlayabileceği organlar çıkarılarak genellikle ayrı bir yere defnedilirdi. Bu, bozulma sürecini yavaşlatmanın ilk adımıydı.
Baharatlar ve reçineler: Gül suyu, amber ve misk gibi kokulu malzemelerle beden özenle ovularak, hem bozulma geciktirilir hem de hoş olmayan kokuların önüne geçilirdi.
Soğuk Ortamlar: Sarayda naaşın serin bir yerde muhafaza edilmesi de sık başvurulan yöntemlerden biriydi. Bu, özellikle yaz aylarında çürüme riskini minimize etmek için önemliydi.
Bu teknikler, bir bedenin çürüyüp dağılmasını engellemeyi amaçlarken, aynı zamanda hanedanın hikâyesini, saygınlığını ve anısını koruma çabasını da temsil ederdi. Bedeni koruma eylemi, yalnızca fiziksel bir işlem değil, bir anlamda tarih ve kimliğin sürekliliğini sağlama çabasıydı.
Mimarî ve estetik yansımalar
Osmanlı sanatında mumyalamanın doğrudan bir iz bıraktığı söylenemez. Ancak, naaşları koruyan türbeler, zarif birer sanat eseri olarak hem estetik hem de manevî anlamda dikkat çeker. Türbelerin kubbelerinde yer alan yıldız motifleri, sonsuzluğu ve İlâhî gücü simgelerken, iç mekânlardaki çini süslemeleri cenneti çağrıştırır. Sandukaların üzerindeki hat sanatı ve zarif işlemeler, ölümün ve anının kalıcılığını görsel bir dile dönüştürür.
Bir padişahın ya da şehzadenin sandukası, yalnızca onun bedenini değil, Osmanlı tarihinin bir parçasını da muhafaza eder. Sandukayı çevreleyen perde ya da örtüler ise, hem mahremiyet hem de saygının bir ifadesi olarak türbenin manevi atmosferini tamamlar. İçeride korunan beden, dışarıdaki zarif işlemelerle şekillenen bu yapılar sayesinde, bir anıtsal türbe işlevi görerek, tarihsel hafızayı canlı tutar. Türbeler, Osmanlı’nın ölümden sonra bile estetiği yaşatma çabasının en somut örneklerinden biridir.
Son söz
Eski Türkler ve beylikler döneminde ölülerini korumak amacıyla çeşitli mumyalama teknikleri kullanılmış, ölüm ve ahiret inancı ile şekillenen bu gelenek, Osmanlı’ya kadar devam etmiştir. Osmanlı sarayında mumyalama, bir ihtiyaç ve saygının harmanlandığı ince bir gelenekti. Padişahın ya da şehzadenin bedeni koruma altına alınırken, bir hanedanın haysiyeti ve tarihin sürekliliği de muhafaza edilirdi. Bu uygulama, Osmanlı’nın ölümün bile estetik ve anlam dolu bir seremoninin parçası hâline getirilmesi anlayışının bir parçasıydı. Osmanlı sanatında mumyalamanın çok nadir yansımaları olmasına rağmen, bu uygulama hem bir ihtiyacın hem de bir dönemin duyarlılığının unutulmaz bir kanıtı olarak varlığını sürdürmektedir.
-----------------------
Kaynakça
Karadağ Çınar, G. (2021). Eski Türklerde mumyalama teknikleri ve kullanılan tıbbi malzemeler. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 49, 243–260. https://doi.org/10.21563/sutad.860958
Mülayim, S. (2006). Mumyalar. Bilim ve Teknik Dergisi, 153, 18–22. https://e-dergi.tubitak.gov.tr/
Öney, G. Anadolu Selçuklu Sanatı.