Türk sanat müziği kimin?

Cumhuriyet dönemine ulaşan Türk müziği, maalesef bu dönemde çeşitli yasaklarla karşı karşıya kaldı. 1926 yılında Millî Eğitim Bakanlığı, eski sistemi değiştirmeye karar verdi ve toplanan “Sanayi Nefise Encümeni” (Güzel Sanatlar Kurulu), okullardan “alaturka müzik” dersini kaldırma kararı aldı. Kurul üyelerinden İsmail Hakkı Baltacıoğlu, 1934’te yayınlanan bir makalesinde, “Alaturka mûsikî, irtica mûsikîsidir; ona müdahale etmek lâzımdı” demektedir.

SON yıllarda, hiç gittiniz mi bilmem ama bizzat içerisinde olduğum için biliyorum, amatör sanat müziği korolarının konserlerinin birçoğunun sonu ya İzmir ya da 10’uncu Yıl Marşı ile bitirilmekte… Bazı konserler özel olarak Atatürk’ün sevdiği şarkılardan oluşmakta veya konserin içerisinde böyle bir bölüm ayrılmakta. Böylece konserler belli bir siyâsî görüşün şov alanına dönüştürülmekte.

Buna karşın, mevcût iktidarın sanata ve Türk müziğine gereken desteği vermediği ve bu alanı ihmâl ettiği bu çevrelerce iddia edilmektedir. Peki, gerçek böyle mi, bir bakalım...

***

“Türk sanat müziği” olarak dilimize yerleşmiş ama yanlış olarak adlandırdığımız klâsik müziğimiz, muazzam medeniyetimizin bir ürünüdür. Bu müziği “Klâsik Türk müziği” olarak tanımlamak daha doğru olur. Belki de İslâm medeniyeti ve sanatlarının zirveye çıktığı yer olan Osmanlı başkentinde ortaya çıktığından ve saray tarafından desteklendiğinden, “İstanbul mûsikîsi” veya “saray mûsikîsi” yakıştırmaları yapılmış olsa da bu müzik ne saraya, ne de İstanbul’a hastır. Bu müziğin ortaya çıkmasına ve katkıda bulunan isimlere bakarsak ne kadar çeşitli ve zengin bir altyapısı olduğunu görürüz.

Örneğin meşhur Dede Efendi, bir hamam işletmecisinin oğluydu; Kömürcüzâde Hafız Mehmed Efendi ve Basmacı Abdi Efendi ise esnaftan kimselerdi. Edirneli Zurnazen Ahmed Çelebi, Lavtacı Hristo Ağa, Diyarbekirli Mahmud Ağa ve daha birçok isim, Klâsik Türk müziğinin gelişmesinde büyük katkı sunmuştur. Burada sarayın rolü şu olmuştur: Türklerde çok eski bir geleneği devam ettirerek bu müziğin en ileri gelenlerini de hat ve şiirde olduğu gibi toplamak ve desteklemek...

Himâye edilen bu sanatkârlar arasında ırk, dil, din, mezhep ve sair bir ayrım gözetilmemiş, sanatta liyakât ön plânda tutulmuş ve bu sayede azınlık veya yabancı asıllı sanatkârlar müziğe büyük katkıda bulunmuşlardır. Örneğin Üçüncü Selim, padişahlığı bir tarafa, bestekârlığı, tanburiliği ve neyzenliği ile çok büyük bir müzik adamıdır. Onun devrinde, sarayda birçok usta tanburi bulunuyordu ama onun tanbur hocası, Musevî bir bestekâr olan Tanburi İsak Fresco Romano idi.

Yine Üçüncü Selim’in “bize özgü” bir nota yazım yöntemi bulunması için açtığı yarışmayı Ermeni tebaasından Hamparsum Limonciyan kazanmıştı. Hâlbuki onunla -padişahın kendisi gibi Mevlevî olan- Nâsır Abdülbâki Dede rekabet ediyordu.

Sonrasında Hacı Arif Bey, Veli Dede, Enderuni Ali Bey, Şekerci Cemil Bey, Lavtacı Andon, Tanburi Emin Ağa, Şevki Bey gibi isimlerle Klâsik Türk müziğine yenilikler getirilmiş, yalı ve konaklar, Mevlevîhaneler derken mûsikî icralarının konser salonlarına taşınması, fonograf ve monografın yaygınlaşmasıyla beraber halk da mûsikîye daha kolay ulaşma imkânına kavuşmuştu.

Bu şekilde Cumhuriyet dönemine ulaşan Türk müziği, maalesef bu dönemde çeşitli yasaklarla karşı karşıya kaldı. 1926 yılında Millî Eğitim Bakanlığı, eski sistemi değiştirmeye karar verdi ve toplanan “Sanayi Nefise Encümeni” (Güzel Sanatlar Kurulu), okullardan “alaturka müzik” dersini kaldırma kararı aldı. Kurul üyelerinden İsmail Hakkı Baltacıoğlu, 1934’te yayınlanan bir makalesinde, “Alaturka mûsikî, irtica mûsikîsidir; ona müdahale etmek lâzımdı” demektedir.


İsmail Hakkı Baltacıoğlu

Cumhuriyet döneminde Türk müziğinin serencâmı

Cumhuriyet yönetiminin Cumhuriyet’i eskiye ait gelenek ve akımlardan koruma zihniyeti, kültür yapısını şekillendirirken başta müzik olmak üzere sahne sanatlarını modernleştirme ve çağdaşlaştırma anlayışı ile tüm bu yasaklama ve son verme eylemlerini sergilemektedir. Bu amaçları gerçekleştirmek için eğitim kurumlarına ihtiyaç duyulduğundan, 1926 yılında ülkedeki ilk müzik konservatuarı olan Darü’l-Elhan’ın “Türk Müziği Bölümü” kapatıldı. Oysa aynı akademik çatı altında Türk müziğini ve Batı müziğini buluşturan bu konservatuar bu iki mûsikî türüne çok şey kazandıracakken, söz konusu kapama kararıyla kurum, doğrudan Batı konservatuvarı hâline getirildi. Türk mûsikîsinin eğitim ve öğretimi ise yasaklandı.

Darü’l-Elhan, hem isim, hem de anlayış bakımından “konservatuvar” olarak değiştirilmiştir. Türk mûsikîsi çalışmaları, Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin imzasını taşıyan 12 Ocak 1926 tarihli bir yazıyla durdurulmuştur. Öyle ki, Türk mûsikîsinin eğitim-öğretiminin yasak olması süreci, 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuarı’nın açılmasına kadar tam elli yıl sürdürülmüştür.

Ancak bununla da kalınmamıştır. Hiç şüphesiz, Cumhuriyet’in Batılılaşma yönündeki devrimlerine ve dolayısıyla mûsikî inkılâbına yön veren en önemli kişi, tabiî ki Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal’dir. Her ne kadar kendisinin Florya’da Safiye Ayla veya Saadettin Kaynak gibi isimlerle yaptığı meşkler meşhur olsa da, Türk mûsikîsine ilişkin bilinen ilk yorumu, 9 Ağustos 1928 yılında yapmış olduğu Sarayburnu konuşmasıdır: “Benim Türk hissiyatı üzerindeki müşahedem şudur ki, artık bu mûsikî, bu basit mûsikî, Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Şimdi karşıda medenî dünyanın mûsikîsi de işitildi. Bu âna kadar Şark mûsikîsi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk, derhâl harekete ve faaliyete geçti…” 

Bu konuşmanın ardından Mustafa Kemal’in mûsikî inkılâbının önünü iyice açan, yeni yasakları getiren konuşması ise, 1 Kasım 1934’te yaptığı Meclis açılış konuşmasıdır: “Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bana kalırsa, bunda en çabuk ve en önde götürülmesi gerekli olan, Türk mûsikîsidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, mûsikîde değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dünyada dinletilmeye yeltenilen mûsikî bizim değildir. Onun için o, yüz ağartacak değerde olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son mûsikî kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu yolda ‘Türk Ulusal Mûsikîsi’ yükseltilebilir, evrensel mûsikîde yerini alabilir. Kültür İşleri Bakanlığı’nın buna değerince önem vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim...”

Bu konuşmanın ardından, 3 Kasım 1934 tarihinde İçişleri Bakanlığı’nın emriyle Türkiye Radyosu’nun yayınlarından Türk mûsikîsi tamamen çıkartılmıştır. Radyo, yayınladığı müzik programları nedeniyle “hars ve müzik terbiyesini” yozlaştırmakla, radyo yöneticileri ise “gayrimesul kuvvet vaziyetinde halkın kafasında hükümran olmak istemekle” suçlanacaklardır. 26 Kasım 1934’te toplanan Mûsikî Komisyonu, izlenecek müzik politikaları bakımından radyodan sonra plâk vasıtasıyla yahut umumî mahallelerde çalınan alaturka mûsikînin kaldırılmasının çârelerini arayacaktır.

6 Eylül 1936 tarihine kadar süren yasaklı süreçte halka çoksesli Batı müziğini sevdirmek için gerek radyolarda, gerekse kamusal tüm alanlarda bu müziğin örnekleri dinletilmeye başlanmıştır. Halkevlerinde müzik kursları açılmış, bedava konserler verilmiştir. Bir buçuk yıl süren bu dönem çok daha kapsamlı ve sürekli bir denetim sistemine dönüşüp sürekli bir sansür mekanizması yaratmıştır.

Ancak alınan bu kararlardan hiçbiri, halkın Türk müziğine olan yönelimini engelleyememiş, hattâ insanlar o yasaklı dönemlerde radyolarının frekanslarını Mısır ve Arap kanallarına çevirmişlerdir. Bu, daha sonra arabesk üzerine araştırma yapan birçok sosyal bilimciyi, arabeskin köklerini buralarda aramaya itecektir.

Bugünkü mevcût duruma bakınca…

Peki, sanatı ve Türk müziğini ihmâl etmekle, sanat ve müzik karşıtı olmakla suçlanan mevcût iktidar döneminde neler yaşanmıştır?

Mevcût hiçbir konservatuar kapatılmadığı gibi, 10’dan fazla üniversitede yeni konservatuar bölümleri açılmıştır. Bırakın bir müzik türünü yasaklamayı, tek bir şarkı dahi yasaklanmamıştır. 2009 yılında TRT Müzik kanalı televizyonda yayın hayatına başlamış, yine aynı yıl TRT Nağme ve TRT Türkü, radyo kanalı olarak faaliyete geçmiştir.

Belki bu dönemde daha uzun yıllar Türk müziğine hizmet edebilecekken TRT’den erken emekli edilen ses ve saz sanatçılarının tecrübe ve birikimlerinden yeteri kadar istifade edilememesi eleştirilebilir. Ve ayrıca, yine bu dönemde kamu kurum ve kuruluşlarının birçoğunun tasarruf tedbirleri altında amatör korolara verdikleri destekleri kesmeleri ve bazı kurum korolarının kapatılması da başka bir eleştiri konusu olabilir.

Amacımız elbette bir dönemi yermek ya da bir dönemi göklere çıkarmak değildir. Ancak bir konu hakkında yeterince bilgi sahibi olduktan sonra hakkâniyetli bir şekilde yorum yapmak hepimizin görevidir. Bir dönemi veya bir kişiyi överken, yaptığı hatâlara da “Yanlış!” diyebilmek erdemdir.

Sonuç olarak Türk müziği, tüm siyâsî ve toplumsal mülâhazaların üzerinde, hepimizin müziğidir. Itrî’nin, Dede Efendi’nin olduğu kadar, Tatyos Efendi’nin, Yorgo Bacanos’un da müziğidir. Hafız Saadettin Kaynak’ın, Münir Nurettin Selçuk’un müziğidir. Zeki Müren’in, Ahmet Özhan’ın, Amir Ateş’in, Mustafa Sağyaşar’ın müziğidir. Hasan Eylen’in, Vedat Kaptan Yurdakul’un, Hafız Halil Necipoğlu’nun müziğidir... Hülâsa, bu müzik hepimizindir!

Sözlerimizi Üstad Savaş Barkçin’in şu sözü ile bitirelim: “Bizim müziğimiz, bir medeniyet müziğidir. Tevhid temelinde sesler alarak ve sesler vererek kendi özgün sesimizi oluşturduk. Medeniyetimizin huzur, edep ve aşk medeniyeti olması gibi, müziğimiz de huzur, edep ve aşk müziğidir.”