Türk olmak

İlk Müslüman Türk ailesi, Süreycilerdir. Süreyciler, Oğuzların Bozok kolundan olup büyük göç sonrası Mekke’ye yerleşmişlerdir. Ata mesleği olarak demircilik ve kılıç ustasıydılar. 500’lü yıllarda Mekke’ye gelen Süreycilere Kâbe’nin koruyuculuğu görevi verilmiştir. Yani sözün özü, Azîm olan Allah (CC), Mekke’nin Fethi’nden 100 yıl kadar önce “işi ehline teslim etmişti”.

TÜRK olmak zordur! Türk olmak, her daim Yaratıcıya kâh “Göktengri”, kâh “Allah” diyerek tekliğine iman etmek, İslâm’ın ilk şehidini vermektir. Türk olmak, yurdunu savunmak için her daim cepheye koşmakken, Türk taklidi yapmak ise her daim cenkten kaçarak dükkânları holdinge çevirmektir.

Türk olmak, inanmadığında Kâbe’nin anahtarını Peygamber’e bile vermemek, inandığında ise herkes can derdine düşüp sırtını döndüğünde Kerbelâ’dan Peygamber’in çocuğunu kurtarmaktır. Türk olmak, Kudüs’te kimsenin kuramayacağı dengeleri kurarak huzur getirmek, Türk olmamaksa Peygamberler şehrini harâbeye çevirmektir.

Türk olmak, Kâbe’nin örtüsünü dikmeyi en şerefli onur görmek, Türk olmamaksa Kâbe’nin etrafına Türk’ün yıkacağı otelleri dikmektir. Türk olmak, nerede mazlum var ise yanına koşmak, af dileyeni affetmek, Türk olmamaksa petrol uğruna mazlumların canını almaktır.

Türk olmak zordur. Amma Türk olmamak, daha da zordur! Çünkü bir gün mutlaka, karşısına aman vermeyen bir Türk dikilecektir…

Tarih boyunca Türk olmak zor olmuştur. Ancak “Her zorlukla bir kolaylık vardır” şiarı, Türk’ün yardımcısı ve rehberi olmuştur. Türkler tarihte daima Tek Yaratıcıya inanmışlardır. Onlar pek farkında olmasalar da, Avrupalıların fark ettiği gerçek, “Tarihten Türkler çıkarılırsa, ortada tarih diye bir şey kalmaz” gerçeğidir. Ecnebiler bu gerçeği kendi içlerinde fısıldasalar dahi, Türklerin yine ihtişamlı günlerine döneceği korkusuyla hep bunu gizlemeye çalışmışlardır.

Örneğin New York’ta 142 yıl önce kurulan American Museum of National History’de (Amerikan Doğa Tarihi Müzesi) Güney Afrika, Lâtin ve Orta Amerika, Asya-Pasifik medeniyetlerine ait birçok eser bulunurken, sizce tarihin ana unsuru Türklerden ne kadar bahsediyor olabilirler? Tarihin hangi yaprağına baksanız Türk fışkırırken, tek misyonu “bilimsel araştırma ve eğitim yoluyla insan kültürleri, doğal dünya ve evren hakkında bilgi edinmek, keşfetmek, yorumlamak ve yaymak” olan bu müze, Türklerle ilgili sadece tek bir tablo sergilemektedir. Bu tabloda Osmanlı giyiniş tarzı gösterilmekte, altında da “Barbar” şeklinde yazılı bir açıklama yapılmaktadır. Bu müzeyi gezen tüm çocukların beyinlerine Türkler, “Barbar” olarak yerleştirilmektedir. Çünkü gerçeği bizden daha biliyor ve uyuyan Türk’ün tekrar şahlanmasından korkuyorlar.

Günümüzde “Türklük” kavramı veya Türk’ün sahip olduğu gücün üzeri bilinçaltımıza yapılan saldırılar ile afyonlamış, uyuşturulmuş ve toz toprak ile örtülmüştür. Türklük bilinci TV ve sosyal medyada yapılan yoğun subliminal saldırılar ile bastırılmaktadır. Tabiî ne kadar örterlerse örtsünler, 15 Temmuz gibi “Yaşa veya öl” içgüdüsü ile karşı karşıya geldiğinde Türk, canlanmaktadır.


Mesleği berberlik olan bir arkadaşım anlatıyor: “15 Temmuz gecesi Balgat’tan Ankara dışına arabamla giderken camiden yankılanan salâları duydum. Sonra tek hatırladığım, kendimi tankın üzerinde bulduğumdur... Arabayla gittiğim an ile tank üzerinde olduğum zaman aralığını hatırlamıyorum…” 

Bu, DNA’mıza yerleşmiş olan “Türk/ 𐱅𐰇𐰼𐰰” yazılımıdır. Ama gerçek olan şudur ki, her ne kadar Türk yazılımı orada bir yerde dursa da bizdeki Kızılelma sevdâsı, bize geçici olarak unutturulmuştur.

Türk milletinin, İstanbul’u almak ile Peygamberimizin (sav) iltifatına nail olması gibi, kanaatimiz odur ki, Kur’ân’da da birden fazla âyette de anılıyor. Elbette Kur’ân evrenseldir ve tüm akıl verilmiş ins (yakın) ve cins (uyanıklıklar) için gönderilmiştir. Ancak iniş sebebi itibarıyla kahramanı Türk olan en güzel âyetlerden biri, “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Nîsâ, 58) âyetidir.

Peygamberimiz (sav) Mekke’den hicret etmek zorunda kaldığında gözyaşları ile doğduğu şehre geri dönmüş, “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim!” demişti. Sabredenlerden olan Peygamberimiz (sav), sekiz sene sonra Muzaffer Komutan olarak Mekke’ye geri döndü. Mekke’ye dört koldan, 15 bin kişilik muazzam bir ordu ile girecek kumandanları Hâ­lid b. Velid’e, Zübeyr b. Avvam’a, Sa’d b. Ubâde ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’a, “Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz” emrini verdi. Mekke sokaklarında hamd, minnet ve şükürle iki sene evvel fethin müjdesi olarak inen Fetih Sûresi’ni okuyarak Kâbe’ye kadar geldi. Peygamberimiz (sav) “Allah-u Ekber” diye bağırınca, binlerce kişi “Allah-u Ekber” diye bağırdı.

Peygamberimiz (sav) putları kırmış, tavaf yapmış ve ezan okuduktan sonra Kâbe’nin içerisine girmek istemişti. Kâbe’nin anahtarını sormuş ve Osman b. Talha’da olduğunu öğrenmişti. O’nun “Kardeşim” iltifatına mazhar olan Hazreti Ali’yi, Kâbe’nin anahtarını Osman b. Talha’dan almak için gönderdi. Osman Bin Talha önce anahtarı vermek istemedi. Ama Hazreti Ali elini kuvvetlice sıkınca, vermek zorunda kaldı. Hazreti Ali, anahtarı Peygamberimiz’e (sav) getirdi ama Âlemlere Rahmet olarak Gelen, anahtarı almadı. Dedi ki, “Ya Ali, sen gidince Cebrail geldi; ‘Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder’ âyetini getirdi. Anahtarı Osman Bin Talha’ya teslim et” dedi. Hazreti Ali anahtarı aldı ve geri götürdü. Bu olaydan etkilenen Osman Bin Talha, Müslüman oldu ve Kâbe’nin bakımı görevini devam ettirdi.

Bu nasıl büyük bir ders, ne muazzam bir öğretidir! Tüm Müslüman âleminin kıblesinde yer alan Kâbe-i Muazzama’nın anahtarının Müslüman olmayan birine teslim edilmesi, Allah’ın (CC) âyeti, emri ve Peygamberimiz’in (sav) buyruğu ile yerine getirilmiştir. Günümüz için alınacak öyle dersler vardır ki bu olayda…

Ancak bizim burada üzerinde durmak istediğimiz konu, Osman Bin Talha’nın kim olduğudur. 

Süreyciler kimlerdi?

İlk Müslüman Türk ailesi, Süreycilerdir. Süreyciler, Oğuzların Bozok kolundan olup büyük göç sonrası Mekke’ye yerleşmişlerdir. Ata mesleği olarak demircilik ve kılıç ustasıydılar. 500’lü yıllarda Mekke’ye gelen Süreycilere Kâbe’nin koruyuculuğu görevi verilmiştir. Yani sözün özü, Azîm olan Allah (CC), Mekke’nin Fethi’nden 100 yıl kadar önce “işi ehline teslim etmişti”.

Osman Bin Talha’nın kılıcı Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir. Bu kılıcın üzerinde, hepimizin bildiği Kayı boyunun “IYI” şeklindeki tamgası vardır. Hepimiz biliriz ki, Kur’ân tek boyutlu bir kitap değildir ve bu cihette düşünüldüğünde, “İşi ehline verin” âyetinin tüm akıl sahibi yaratılmışlara indiği gibi, âyetin nüzul sebebi olarak bir Türk’ün muhatap alınmasının, mukaddes ve mânidar bir mesaj tarafının olduğu da değerlendirilmelidir. Tabiî ki Yahudiler gibi seçilmiş bir ırk olarak biz de Türkleri tüm insanların üzerinde görmüyor, aksine Türk milletinin Allah’ın yeryüzündeki adaletine hizmet edenlerden olduğunu ortaya koymaya çalışıyoruz.

Her işi bir sebepten nasip eden Azîm Allah’ın ilk İslâm şehidinin de bir Türk olmasını nasip etmesinin, yine bir İlâhî mesaj olduğunu düşünüyoruz. Bilindiği üzere ilk şehit, Hazreti Sümeyye’dir. Bir Türk kadını olan Hazreti Sümeyye, Ebu Cehil’in tüm zalimliğine ve işkencelerine rağmen dininden dönmemiş, türlü işkenceler arasında şehâdet şerbetini içmiştir. İslâm’ın ilk şehidi, bir Türk kadınıdır.

Kerbelâ’da da Türk olmak

Milâdî Ekim 680’de Peygamber’in çocukları, Kerbelâ’da aç ve susuz olarak tutsak edilmişlerdi. İmam Hüseyin (ra), çıktığı yolculuğun sonuçlarının neler olabileceğini biliyordu. Yola çıkmadan önce etrafındakilere, “Kim bizim (hedefimiz) uğruna canını fedâ etmek istiyor ve Allah’a kavuşmayı kendisine sükûnet vesîlesi olarak görüyorsa, bizimle birlikte yola çıksın” dedi.

İmam Hüseyin (ra) bile bile bu yola çıkmıştı. Çünkü “Kûfe’ye gitme! Kûfeliler sana ihanet eder, seni yarı yolda bırakırlar” dediklerinde, “Ben kimseye güvenip de yola çıkmıyorum. Büyük bir zulüm, büyük bir adaletsizlik var. Eğer ben bu yola çıkmasam, korkarım ki benden sonra kimse adaletsizliğe, zulme, haksızlığa başkaldırmaz, adaletsizlikle savaşmaz” diye cevap verdi.

Peygamber çocukları açlık ve susuzluk içinde iken, kimse yanlarına yaklaşamamış, herkes korkmuştu. Zalimin zulmüne karşı herkes sessiz kalmıştı. O acılı günlerin dokuzuncusunda, kafilenin yanına yedi atlı gelir. İmam Hüseyin’e (ra) kafileyi Türkistan’a götürmeyi ya da kalıp onlarla birlikte Yezid’in leşkerine karşı savaşmayı teklif eder. İmam Hüseyin, Hazreti Zeynel Abidin’i (ra) kaçırarak kurtarmalarını ister. Gelenler Türk’türler ve Hazreti Zeynel Abidin’i (ra) kaçırarak Ehl-i Beyt’in yok olmasını Allah’ın izniyle önlerler. Bu ne büyük lütuf, ne büyük onurdur!

Türkler, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’ne giremediler ama İslâm’ın en kritik anlarında adaletin hâdimi ve muhafızı olarak ortaya çıktılar. Bu yazıda, Türklerin tarihin kritik noktalarında İlâhî tecelli ile nasıl kritik rol oynadıklarından örnekler vermeye çalıştık. Elbette bu örnekler sınırlı değil, fakat asıl gelmek istediğimiz nokta, tarihte çok büyük roller üstlenen Türk milletinin, kendisine verilen afyonun etkisinden kurtulabilmesi için neler yapabileceğimizdir. “Biz bu afyondan kurtulduk; Suriye, Irak ve Akdeniz’de çok büyük işler yapıyoruz” diyenlerin olduğunu tahmin ediyoruz elbette. Ancak bizce El-Bab, Afrin ve Barış Pınarı Harekât Bölgesi ile teröre karşı mücadele esnasında yürüttüğümüz tüm sahalarda gerçekleştirdiğimiz, sadece ısınma hareketleridir.

Hâlihazırda, yıllardır verilen afyonun etkisi tam geçmediği için Kızılelma ve Kızılelmalar hususunda net şekilde hazır değiliz. Hazır olmamamız, potansiyelimiz olmadığı mânâsına ise gelmemektedir. Bu potansiyelimizin farkında olanlar, Atatürk’ün vefâtından beri onlarca kez içimizdeki şer odakları ile bu uyuşturucuyu vücûdumuza zerk etmişlerdir.   

Öncelikle kendi ülkesine ihanet eden kandırılmış kardeşlerimize verilmesi gereken ceza, hakkıyla yerine getirilmelidir. Ancak sonrasında bu kişilerin hepsinin, toplumdan başka gidecek yerleri olmadığı için, tekrar topluma entegrasyonları hususunda çalışmalıyız. Yoksa bunlar tekrar terör örgütlerinin ellerine düşeceklerdir! 

Türk’ü yem etmemek için…

Kapatılan uçak fabrikaları tekrar açılmakta, masada birinin yancısı olmaktansa oyuncu olarak oturmaya başladık ve en önemlisi, başka bir ülkenin çıkarlarını değil, kendi ülkemizin çıkarlarını ön plâna koymaya başladık. Tabiî ki yüzyıllarca Türk korkusu ile yaşamış Batı’nın bunu sindirebilmesi hiç kolay olmayacaktır.

Kafamızı her kaldırmak istediğimizde, onların “Bizim çocuklar” dediği, beyinleri yıkanmış hainlerin saldırılarına uğradık. Yaklaşık on yılda bir yapılan “askerî darbe” adı altındaki müdahaleler ile her defasında tekrar ve tekrar Batı’nın kucağına oturtulduk. Şükürler olsun ki, artık ülkemize zerk edilen afyonun etkisi geçmektedir. Ama onlar umutlarını kaybetmeyeceklerdir. Dün FETÖ’yü kullandılar, yarın aklını satmış başka grupları kullanmaktan çekinmeyeceklerdir.

Bu durumun en acı tarafı ise, bize bunları yaparken kendi dinimizi ve kendi vatandaşımızı kullanmaları olmuştur. Bizi bizle vurdular!

Bir PKK’lı kız ile yaptığım konuşmada, kızın annesinin olmadığını, baba zulmüne ve şiddetine uğradığını, dağa çıkmaktan başka önüne seçenek konulmadığını gördüm. Bu terörist dediğimiz kandırılmış kardeşimize ne kadar sahip çıktığımız konusunda kafamda büyük soru işaretleri oluşmuştu. Aynı şekilde, FETÖ nedeniyle kamu kuruluşlarından atılan ve sayıları yüz binleri bulan diğer kandırılmış/kanmış vatandaşlarımız da mevcût… Bunlar öğretmen sendikalarına üye olmasalardı, tayinlerini yaptırabilecekler miydi? Biat etmeselerdi, orduya girip o şerefli askerî elbiseyi giyebilecekler miydi? Biz tüm gücü bu örgüte teslim etmişiz, sonra da gücü yetip bu işten kendini sıyıramayanlara neden bunların kuruluşlarına gittiklerini sorup toplumdan izole etmişiz.

Kritik bir noktadayız ve kimsenin yaptığın yanına kalmasını istemiyoruz. Adlî veya idarî suç işleyen herkes, taviz verilmeden, mutlaka işlediği suç karşılığına göre cezalandırılmalıdır. Burada unutmamız gereken, kandırılmış ve bilinçli/bilinçsiz olarak teröre teslim ettiğimiz kardeşlerimizin var olduğudur. Öncelikle kendi ülkesine ihanet eden bu kandırılmış kardeşlerimize verilmesi gereken ceza, hakkıyla yerine getirilmelidir. Ancak sonrasında bu kişilerin hepsinin, toplumdan başka gidecek yerleri olmadığı için, tekrar topluma entegrasyonları hususunda çalışmalıyız. Yoksa bunlar tekrar terör örgütlerinin ellerine düşeceklerdir!

Örneğin Hava Kuvvetleri’nden Olağanüstü Hâl döneminde KHK ile atılmış FETÖ üyelerinden KHK gereği uçuş eğitimlerinde harcanan paralar, tazminat olarak istenmemiştir. Ancak Olağanüstü Hâl sonrası TSK’dan atılan pilotlardan uçuş eğitim tazminatları istenmektedir. Bu durumdaki kişiler, TSK’nın alım süreçlerini ele geçirmiş hainlere biat ederek orduya haksız kazanç sağlayarak girmişlerdir. Yani yine biat ettikleri için bir yerlere gelmişlerdir. Şimdi bunun karşılığı olarak ordudan atılmışlar ve devlet işlerinde çalışmaktan men edilmişlerdir. 

Ancak bu insanlar, şimdi dışarıda hem iş bulamamakta, hem de toplumdan soyutlanmış durumdadırlar. Üstüne bir de bu kişilerden ailelerinin tüm mal varlıklarını satsalar da ödeyemeyecekleri uçuş eğitimi masrafları istenmektedir. Başına gelenler nedeniyle hem örgüte kızgın, hem de Devlet’e dargın olan bu insanların kendilerine çıkarılan masrafları ödemelerinin tek yolu, tekrar örgüte biat etmeleri değil midir? Bu kadar parayı başka nerede bulabilirler? Sizce örgütün mâlî kaynakları ne kadar yok edilebildi?

Burada yazılanlardan bu şahısları Devlet’e belirli bir para ödemekten korumaya çalıştığım anlaşılmamalıdır asla. Tekrarla ifade etmeliyim ki, örneğin 15 Temmuz sonrası Hava Kuvvetleri’nin tüm üs komutanları, tüm harekât komutanları ve tüm filo komutanları bu örgüte üye olmaktan atılmıştır. Buradan hareketle düşünülmelidir ki, onların emri altında çalışan tüm genç personel, uçaklarda görev almak için kendileri FETÖ’cü olan âmirlerine biat etmekten başka çâreleri olmayan kimselerdi. TSK’nın bu kadar kritik noktaları bu hain örgüte teslim edildiğinde, ilgililer neredeydiler?

Bu nedenle terör örgütlerine karışan vatandaşların, yakalanmalarından sonra “samîmi itirafçı” olmalarına veya olmamalarına karşı farklı yollar izlenmelidir. Hâlihazırdaki uygulamalar hem samîmi olan, hem de olmayan itirafçılar için aynıdır. Hattâ hiç itiraf etmeyip, susup, “yeterli delil bulunamadığı” gerekçesiyle kaç örgüt üyesi görevlerine kaldıkları yerden devam etmektedir? Samîmi olup örgütün çökertilmesinde etkin şekilde Devlet’e yardım edenlerinse topluma tekrar entegrasyonları sağlanmalıdır. Yoksa bu insanları geçmişte yaptığımız gibi tekrar örgütlerin kucaklarına iteriz!

Son söz

Türk milleti, yıllarca terörle uyutulduğu, sağcı-solcu, Türk-Kürt, Ulusalcı-Tarikatçı diye kardeşin kardeşe vurduğu hipnoz hâlinden uyanmaktadır. Bu uyanış, mazlum için sevinç, zalim için keder olacaktır!

Yüz yıldır Batı, bizi bizle vurmaktadır. Eğer şimdi uyandıysak, “Bu dinci, bu solcu, bu tarikatçı, bu Atatürkçü, bu milliyetçi, bu ulusalcı, bu falancı” ayrıştırmalarını bir tarafa bırakarak, asgarî müştereklerde buluşmalıyız. Ülkemizin geleceği ve halkımızın refahı için tüm kaynaklarımızı Kızılelmalarımıza ulaşmak üzere bir araya getirmeliyiz.

Sanayi Devrimi’ni kaçırdık ve bu, bize bir yüzyıla mâl oldu. Teknoloji devrimini ise hem kendimiz, hem de tüm dünya mazlumları için yakalayalım. Orada, uzaklarda bizi bekleyenler var!