Türk müzik kültürüne dair

Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’ya dönen yüzüyle birlikte müzikteki gelişmeleri incelemek de ehemmiyet kazanmıştır. Lâkin son 20 yılda yapılan çalışmalara bakıldığında, Türk müziğinin uluslararası arenada eksiklik hissettiği noktalar ve kullanılan yabancı kaynaklar göze çarpmaktadır. Günümüz müziğinde ne yazık ki Türk kültüründen izlere rastlayamamak ve hattâ hızlı bir şekilde mevcût olandan da uzaklaşıyor olmak, sanatsal konumumuz ve durumumuz hakkında epey bir sorunlu olduğumuzun göstergesi olarak karşımızda durmaktadır.

Eski Türk toplumlarında müzik kültürü

MÜZİK, insanlık tarihi kadar eski olmakla birlikte, kültürlerin de en önemli öğelerinden olmuştur. Farklı işlevlere sahip olan müzik, kimi zaman inançsal sistemlerin, kimi zaman ise askerî ve sivil şekilde hayatın bir parçası olmuştur. Türk tarihinde de şaman inancının hâkim olduğu zamanlarda ayinsel törenlerde kullanılan kopuz, müziğin bu boyutta inançsal sistemin bir parçası olarak işlevselliğini yansıtmaktadır.

Hunlar döneminde, bahsi geçen işlevsellik farklılaşmış ve ozanlar aracılığıyla müzik bir meslek hâline getirilmiş, gündelik hayatta da kullanılmaya başlanmıştır. Aynı dönem içerisinde müziğin kurumsal bir yapı altında askerî ve dinî olarak eğitiminin verildiği ve dinî/din dışı müzik türlerinin ilk örneklerinin yer aldığı bir dağarın var olduğu düşünülmektedir.

Tarihte bilinen ilk askerî müzik örnekleri de Hun döneminde kurulan “Tuğ” takımlarına aittir. Tuğ takımları, günümüzde “Mehter” diye adlandırdığımız 5 bin yıllık bir oluşum olarak, asker3i müzik çeşidinin doğmasına vesîle olan ilk yapılanmadır. Göktürkler döneminde müzik, bilimsel ve sanatsal ilerlemeler göstermi,ş diğer çalgılara ek olarak “ıklığ” kullanılmaya başlanmıştır. Önemli Türk müzikçilerinin yetiştiği bu dönemde Sucup Akari, 560’lı yıllarda 12 perdeli Türk müziği ses sistemini/kuramını Çinli müzisyenlere sunmuştur. Ayrıca gelişen saray kültürü, sarayları sanat ve kültür merkezleri hâline getirmiş, “saray müziği ve halk müziği” ayrımının oluşmasına neden olmuştur.

Daha sonraları Uygur toplumu ile birlikte Türkler, İslâmiyet öncesi müzik ve müzik eğitiminde en gözde noktaya erişmişlerdir. Bu dönemde altınlı davul “kövrük” devletin resmî çalgısıyken, kopuz ise toplumun baş çalgısı olmuştur. Daha önce “saray müziği” ve “halk müziği” olarak ayrılan müzik, bu dönemde yerleşim farklılığından kaynaklanan durumda nedeniyle “kent müziği” ve “köy müziği” gibi biçimlerin de eklenmesiyle çeşitlenmiştir.

İslâmiyet’in kabulü ile Türk müzik kültüründe dinî müzik türlerinin ilk örnekleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Karahanlıların Müslüman olmaları ile birlikte Türk müziğinde Türk cami müziğinin ilk örnekleri meydana getirilmiştir. İlk müzik kuram kitapları yine bu dönemde yazılmıştır. Hoca Ahmed Yesevî, Ali Bin Hasan, Mehmet Farâbî, İbni Sinâ, Yusuf Has Hacîb ve Kaşgarlı Mahmud gibi dönemin en önemli isimleri, ya müzik alanında eserler yazmış ya da eserlerinde müzikle ilgili bölümlere yer vermişlerdir.

Eski Türk toplumlarından bu yana “Tuğ müziği” olarak Tuğ takımları tarafından icra edilen askerî müzik “Tabıl müziği”ne, Tuğ takımlarıysa “Tabıl takımları”na dönüşmeye başlamıştır. Ayrıca Tabıl takımlarının eğitimlerinin yapılması için “Tabılhane”ler de bu dönemde kurulmaya başlanmıştır.

Gaznelilerde ise Farsçanın kullanımının etkisiyle Türk müziği Fars, Arap ve Hint müzikleri ile etkileşmiştir. Bu dönemde “kaside” türünün ilk örnekleri ortaya çıkmış, bu örnekler doğaçlama olarak ezgilendirilmiştir. Gaznelilerin Türk müzik kültürüne yaptığı en önemli katkılardan biri, İslâmiyet’i Hindistan’a götürürken İslâm kültürü ve müziği ile birlikte Türk kültürünü ve Türk müziğini de Hindistan’a taşımalarıdır. Özellikle Kuzey Hint müziğini etkileyen Türk müziği, dönemin bilginlerince iyi bilinmekle beraber, bu akım, “Türklerin kullandığı ses dizgesi” anlamında “Truşka” veya “Turuşka” şeklinde adlandırılmaktaydı.

Selçuklular dönemi müzik kültürü

Bulunduğu coğrafya nedeniyle özellikle Fars ve Arap kültürünün etkisinde kalan Selçuklularda müziğin kırsal kesimde ve geniş halk kitleleri arasında halk müziği, devlet törenleri ve orduda nevbet müziği, tekke ve camilerde tasavvuf müziği, sarayda ve yüksek seviyeli yöneticilerin konaklarında ise saray müziği olarak yapılandığı söylenebilir. Anadolu Selçuklularında Birinci Mesut’tan itibaren namaz vakitlerinde çalınan nevbetin, bir İslâm geleneğinden ziyâde, bir Türk ordu geleneği olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.

Selçuklu müzik kültüründe bahsedilmesi gereken en önemli isim, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri ve Mevlevîliktir. Mevlâna ve oğlu Sultan Veled’in rebab çaldıkları, müzik dinledikleri, sema yaptıkları ve Mevlevî ayinlerinin oluşmasına katkı sağladıkları bilinmektedir.

Selçuklular devrinde tasavvufun yayılması ile müzik, Anadolu’da Mevlevî ve Âhî zâviyelerinde yaşatılıyor ve geliştiriliyordu. Bunlar dışında Kübrevîler, Yesevîler, Kadirîler, Rufaîler gibi birçok sufi tarikatın Anadolu’da faaliyet gösterdiği ve bunların sema yaptığı, kural tanımaz olarak bilindiği, yüksek sesle evrad ve gülbang okuduğu, zikir yapıp ilâhi söylediği ve çoğunlukla def, daire, mazhar, kudüm kullandığı aktarılmaktadır. Daha çok halk müziği anlayışının egemen olduğu Bektaşî tekkelerinde ise insan sesinin yanı sıra giderek şeşta, bağlama, çeng ve defe önem verilirdi.

Ayrıca müziğin ruh üzerindeki tesiri iyi bilindiğinden, Edirne Darüşşifası’nda hastalar su sesleri ve konser ile tedavi ediliyordu. Selçuklular döneminde müzik eğitimi ise, bugün de kullanılmakta olan ve “meşk usulü” denilen yöntemle yürütülmekteydi. Yaklaşık üç asır boyunca Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti olarak Anadolu, Mezopotamya, Orta Doğu ve Orta Asya’da hüküm sürmüş Selçukluların, nevbeti ile askerî müziğe, kopuzu ile halk müziğine, sema ayinleri ile dinî müzik ve saray müziği ile sanat müziğine önemli katkı sağladığı söylenebilir.

Osmanlı dönemi müzik kültürü

Osmanlı dönemi müzik kültürü, içinde birçok farklı unsur barındırmakla beraber, Osmanlı müziğinin etkisinin yoğun olarak görüldüğü bir olgudur. Aynı zamanda Osmanlı müziği, geçmişten aldığı kültürel mîras ve Türk-İslâm geleneklerinin kendinde yer bulduğu “Osmanlı/Türk Mevlevî mûsikîsi” olarak da anılan bir türdür.

Osmanlı/Türk Mevlevî Mûsikîsi, Türk mûsikîsinin Osmanlı/Türk mûsikîsine dönüşümünü temsil eder. Hunlar zamanında Tuğ, Karahanlılar ile Tabıl, Selçuklular ile Nevbet ve Osmanlılar ile Mehter adı ile andığımız, vurmalı ve nefesli sazlardan oluşan bir Türk ordu müzik geleneğini sürdüren bu topluluklar, her dönemde müzik kültürünün ve müzik eğitiminin yegâne parçaları olmuşlardır. Tarihsel süreç içerisinde Tabıl’ın eğitim gördüğü yere Tabılhane, nevbetin eğitim gördüğü yere Nevbethane ve Mehter’in eğitim gördüğü yere de Mehterhane denilmiştir.

Elbette Osmanlı müzik kültürünün eğitim sistemi ile de yakın bir ilişkisi vardı. Eğitimler meşk usulü öğretim yöntemi ile Mehterhaneler, Mevlevîhaneler, Enderun Okulları, Mûsikî Esnafı Loncaları ve Özel Meşkhaneler olmak üzere başlıca beş değişik mekânda uygulanmaktaydı. Mevlevîhaneler insanı en ham hâlinde alıp çeşitli bedenî, fikrî ve rûhî eğitim devrelerinden geçirerek pişirdikten sonra insan-ı kâmil hâline getirmeyi amaçlayan ocaklardır.

Mevlevîlik ise 12’nci yüzyılda Hoca Ahmed Yesevî’nin önderliğinde kurulan Yesevîlikten sonra 13-14’üncü yüzyılda Mevlanâ’nın oğlu Sultan Veled tarafından Konya’da kurulan, müzik ve dans yoluyla Mevlâna’nın tasavvufî fikirlerini ibâdet (semâ) yolu ile sistemleştiren tarikattır.

Diğer yandan Enderun Müzik Okulu, kalburüstü Osmanlı mûsikîcilerinin sadece yetiştiği değil, ders de verdikleri bir okuldu. Bu okulda Benli Hasan Ağa, Kantemir, Mustafa Çavuş, Dellâlzâde, Tamburî Osman Bey ve Şakir Ağa gibi, esâsen saraya yakın çevrelere mensup olup, küçük yaşta kabiliyetleriyle dikkat çekerek yetiştirilmek üzere saraya alınmış olan büyük Osmanlı bestekârları tahsil görmüştür. İkinci Mahmud’un 1828’de Mehterhane ile kapattığı bu kurum, yerini, Batı modeli düzenlenmiş bir saray bando okulu da olan Mızıka-i Hümâyûn’a bırakmıştır.

Sonuç olarak, geleneksel unsurların ağır bastığı Osmanlı müzik kültürünün 19’uncu yüzyıla kadar geçirdiği bu serüvenin, özellikle Üçüncü Selim’e kadar varlığını sarayda, Mevlevî dergâhlarında, Enderun’da, Mehterhane ve meşkhanelerde sürdürmekle beraber yeni arayışlara, farklılıklara ve elbette Osmanlı’nın yenilikçi hamlelerine daha fazla direnemeyip reformist, modern veya yenilikçi bir çizgiye yöneldikleri söylenebilir.

Bu yeni çizgi ise, Osmanlı müzik kültürünün özellikle Avrupa müziğinin etkisine girmesi ile daha farklı bir çerçevede devam etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminde yoğunlaşan “Batılılaşma”, “yenilenme” veya “modernleşme”ye dönük reform politikaları, Osmanlı müzik kültürüne de çeşitli şekillerde etki etmiştir. 19’uncu yüzyıldaki modernleşme merakı ilk olarak saraylarda başlamış, sarayda öğretimi yapılan eski sazlar arasına piyano da girmiştir. Hattâ son zamanlarda piyano çalmak, Osmanlı hareminin modası hâline gelmiştir. Sultanlar, şehzadeler ve hattâ kadın efendiler piyano çalmaya başlamışlardır.

Batı çalgıları da yoğun olarak ilk kez İkinci Mahmud (1808-1839) döneminde fasıl heyetine girmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Mızıka-i Hümayûn orkestrasının oldukça ileri bir düzeye geldiği bilinmektedir.

Müzikte modern dönem içindeki bir diğer önemli olay, Sultan Abdülaziz döneminde, genel sanat eğitiminin kurumsallaşması adına, 1869’da yürürlüğe giren Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi (Genel Eğitim Tüzüğü) ile onu izleyen düzenlemeler çerçevesinde daha çok müzik, resim ve bir ölçüde edebiyat alanlarında olmuştur.

İkinci Abdülhamid Han, bugünkü adıyla “Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi” olan Sanayi-i Nefise Mektebi’ni (1882) açarak sanat ile ilgili ilk akademik kurumu milletimize kazandırmıştır. 1882’de, İstanbul’da, “Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahâne” adıyla bir yüksekokul olarak kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi, 1883’te öğretime başlamıştır.

1911 yılında İstanbul Belediyesi’ne bağlı olarak açılan “Darülbedayi-i Osmanî”, müzik ve tiyatro eğitimi veren bir konservatuar olarak yola çıkmıştır. Ancak 1916’da müzik bölümü kapatılmış, 1923 yılına kadar da meslekî tiyatro eğitimi vererek Cumhuriyet Türkiye’sine önemli bir birikimle katılmıştır.

Osmanlı’nın, Batılılaşma, yenilenme veya modernleşme olarak adlandırılan bu son döneminde, dünyaya karşı çağın gerisinde kalmamak adına, yapılan reformlarla verdiği bu kültürel/sanatsal savaşın, Cumhuriyet döneminde atılan adımlarla kalıcı ve anlamlı bir kimliğe büründüğü unutulmamalıdır.

Cumhuriyet sonrası müzik kültürümüz

Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak “kültür”, bir kamu politikası aracılığıyla devletin önemli bir işlevi hâline getirilmiştir. Kültürel alan; hedeflenen topyekûn kalkınma hamlesinin bileşkesi olarak algılanmıştır.

Müzik noktasında ise Türk kültürünün çok renkli ve zengin materyallerinden ilham alan Atatürk ve dönemin ileri gelenleri, Türk müzik kültürüne yepyeni gelişim ufukları açacak, yeni küresel boyutlar kazandıracaktır. Böylece “Dünya müzik kültürleri” arasında çok daha saygın, yaygın, etkin ve seçkin bir konuma gelmesini sağlayacak bir niteli­ğe kavuşturmak için, müzi­ğimizde ça­ğdaşlaşmayı hedef alan politikalar izlemişlerdir. Bu hedeflerin müzik inkılâbımıza ilk yansıması, Osmanlı’da kurulan, bando, orkestra ve fasıl heyetinden oluşan Mızıka-i Hümayûn olarak 1924 yılında Ankara’ya taşınmış ve “Riyaset-i Cumhur Mûsikî” Heyeti adıyla Milli Savunma Bakanlığı’na bağ­lanması olmuştur. Bu kurum, 1933 yılında “Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası” olurken, aynı sene bando bölümü ise orkestradan ayrılmıştır.  Yine 1924 yılında Batılı anlamda müzik eğ­itimi vermeyi, müzik ö­retmeni yetiştirmeyi amaçlayan Mûsikî Muallim Mektebi’nin açılabilmesi ve 1926’da, İstanbul’daki Darüle’l-han’ın Batı müziğ­i eğ­itimi veren bir konservatuara dönüştürülmesi gibi gelişmeler, Atatürk devrimlerinin müzik kültürü alanındaki ilk önemli uygulamaları arasında yer almaktadır.Müzik ders olarak, resmî bir kimli­ğe kavuşmuş ve eğ­itim programı içerisindeki yerini almıştır.

Sonuç olarak, Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’ya dönen yüzüyle birlikte müzikteki gelişmeleri incelemek de ehemmiyet kazanmıştır. Lâkin son 20 yılda yapılan çalışmalara bakıldığında, Türk müziğinin uluslararası arenada eksiklik hissettiği noktalar ve kullanılan yabancı kaynaklar göze çarpmaktadır. Günümüz müziğinde ne yazık ki Türk kültüründen izlere rastlayamamak ve hattâ hızlı bir şekilde mevcût olandan da uzaklaşıyor olmak, sanatsal konumumuz ve durumumuz hakkında epey bir sorunlu olduğumuzun göstergesi olarak karşımızda durmaktadır.