Eski
Türk toplumlarında müzik kültürü
MÜZİK, insanlık tarihi
kadar eski olmakla birlikte, kültürlerin de en önemli öğelerinden olmuştur.
Farklı işlevlere sahip olan müzik, kimi zaman inançsal sistemlerin, kimi zaman
ise askerî ve sivil şekilde hayatın bir parçası olmuştur. Türk tarihinde de
şaman inancının hâkim olduğu zamanlarda ayinsel törenlerde kullanılan kopuz,
müziğin bu boyutta inançsal sistemin bir parçası olarak işlevselliğini
yansıtmaktadır.
Hunlar
döneminde, bahsi geçen işlevsellik farklılaşmış ve ozanlar aracılığıyla müzik
bir meslek hâline getirilmiş, gündelik hayatta da kullanılmaya başlanmıştır.
Aynı dönem içerisinde müziğin kurumsal bir yapı altında askerî ve dinî olarak
eğitiminin verildiği ve dinî/din dışı müzik türlerinin ilk örneklerinin yer
aldığı bir dağarın var olduğu düşünülmektedir.
Tarihte
bilinen ilk askerî müzik örnekleri de Hun döneminde kurulan “Tuğ” takımlarına
aittir. Tuğ takımları, günümüzde “Mehter” diye adlandırdığımız 5 bin yıllık bir
oluşum olarak, asker3i müzik çeşidinin doğmasına vesîle olan ilk yapılanmadır.
Göktürkler döneminde müzik, bilimsel ve sanatsal ilerlemeler göstermi,ş diğer
çalgılara ek olarak “ıklığ” kullanılmaya başlanmıştır. Önemli Türk
müzikçilerinin yetiştiği bu dönemde Sucup Akari, 560’lı yıllarda 12 perdeli
Türk müziği ses sistemini/kuramını Çinli müzisyenlere sunmuştur. Ayrıca gelişen
saray kültürü, sarayları sanat ve kültür merkezleri hâline getirmiş, “saray
müziği ve halk müziği” ayrımının oluşmasına neden olmuştur.
Daha
sonraları Uygur toplumu ile birlikte Türkler, İslâmiyet öncesi müzik ve müzik
eğitiminde en gözde noktaya erişmişlerdir. Bu dönemde altınlı davul “kövrük”
devletin resmî çalgısıyken, kopuz ise toplumun baş çalgısı olmuştur. Daha önce
“saray müziği” ve “halk müziği” olarak ayrılan müzik, bu dönemde yerleşim
farklılığından kaynaklanan durumda nedeniyle “kent müziği” ve “köy müziği” gibi
biçimlerin de eklenmesiyle çeşitlenmiştir.
İslâmiyet’in
kabulü ile Türk müzik kültüründe dinî müzik türlerinin ilk örnekleri ortaya çıkmaya
başlamıştır. Karahanlıların Müslüman olmaları ile birlikte Türk müziğinde Türk
cami müziğinin ilk örnekleri meydana getirilmiştir. İlk müzik kuram kitapları
yine bu dönemde yazılmıştır. Hoca Ahmed Yesevî, Ali Bin Hasan, Mehmet Farâbî,
İbni Sinâ, Yusuf Has Hacîb ve Kaşgarlı Mahmud gibi dönemin en önemli isimleri,
ya müzik alanında eserler yazmış ya da eserlerinde müzikle ilgili bölümlere yer
vermişlerdir.
Eski
Türk toplumlarından bu yana “Tuğ müziği” olarak Tuğ takımları tarafından icra
edilen askerî müzik “Tabıl müziği”ne, Tuğ takımlarıysa “Tabıl takımları”na
dönüşmeye başlamıştır. Ayrıca Tabıl takımlarının eğitimlerinin yapılması için
“Tabılhane”ler de bu dönemde kurulmaya başlanmıştır.
Gaznelilerde
ise Farsçanın kullanımının etkisiyle Türk müziği Fars, Arap ve Hint müzikleri ile
etkileşmiştir. Bu dönemde “kaside” türünün ilk örnekleri ortaya çıkmış, bu
örnekler doğaçlama olarak ezgilendirilmiştir. Gaznelilerin Türk müzik kültürüne
yaptığı en önemli katkılardan biri, İslâmiyet’i Hindistan’a götürürken İslâm
kültürü ve müziği ile birlikte Türk kültürünü ve Türk müziğini de Hindistan’a
taşımalarıdır. Özellikle Kuzey Hint müziğini etkileyen Türk müziği, dönemin
bilginlerince iyi bilinmekle beraber, bu akım, “Türklerin kullandığı ses
dizgesi” anlamında “Truşka” veya “Turuşka” şeklinde adlandırılmaktaydı.
Selçuklular
dönemi müzik kültürü
Bulunduğu
coğrafya nedeniyle özellikle Fars ve Arap kültürünün etkisinde kalan
Selçuklularda müziğin kırsal kesimde ve geniş halk kitleleri arasında halk
müziği, devlet törenleri ve orduda nevbet müziği, tekke ve camilerde tasavvuf
müziği, sarayda ve yüksek seviyeli yöneticilerin konaklarında ise saray müziği
olarak yapılandığı söylenebilir. Anadolu Selçuklularında Birinci Mesut’tan
itibaren namaz vakitlerinde çalınan nevbetin, bir İslâm geleneğinden ziyâde,
bir Türk ordu geleneği olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.
Selçuklu
müzik kültüründe bahsedilmesi gereken en önemli isim, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
Hazretleri ve Mevlevîliktir. Mevlâna ve oğlu Sultan Veled’in rebab çaldıkları,
müzik dinledikleri, sema yaptıkları ve Mevlevî ayinlerinin oluşmasına katkı
sağladıkları bilinmektedir.
Selçuklular
devrinde tasavvufun yayılması ile müzik, Anadolu’da Mevlevî ve Âhî zâviyelerinde
yaşatılıyor ve geliştiriliyordu. Bunlar dışında Kübrevîler, Yesevîler,
Kadirîler, Rufaîler gibi birçok sufi tarikatın Anadolu’da faaliyet gösterdiği
ve bunların sema yaptığı, kural tanımaz olarak bilindiği, yüksek sesle evrad ve
gülbang okuduğu, zikir yapıp ilâhi söylediği ve çoğunlukla def, daire, mazhar,
kudüm kullandığı aktarılmaktadır. Daha çok halk müziği anlayışının egemen olduğu
Bektaşî tekkelerinde ise insan sesinin yanı sıra giderek şeşta, bağlama, çeng
ve defe önem verilirdi.
Ayrıca
müziğin ruh üzerindeki tesiri iyi bilindiğinden, Edirne Darüşşifası’nda
hastalar su sesleri ve konser ile tedavi ediliyordu. Selçuklular döneminde
müzik eğitimi ise, bugün de kullanılmakta olan ve “meşk usulü” denilen yöntemle
yürütülmekteydi. Yaklaşık üç asır boyunca Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti
olarak Anadolu, Mezopotamya, Orta Doğu ve Orta Asya’da hüküm sürmüş
Selçukluların, nevbeti ile askerî müziğe, kopuzu ile halk müziğine, sema
ayinleri ile dinî müzik ve saray müziği ile sanat müziğine önemli katkı
sağladığı söylenebilir.
Osmanlı
dönemi müzik kültürü
Osmanlı
dönemi müzik kültürü, içinde birçok farklı unsur barındırmakla beraber, Osmanlı
müziğinin etkisinin yoğun olarak görüldüğü bir olgudur. Aynı zamanda Osmanlı
müziği, geçmişten aldığı kültürel mîras ve Türk-İslâm geleneklerinin kendinde
yer bulduğu “Osmanlı/Türk Mevlevî mûsikîsi” olarak da anılan bir türdür.
Osmanlı/Türk
Mevlevî Mûsikîsi, Türk mûsikîsinin Osmanlı/Türk mûsikîsine dönüşümünü temsil
eder. Hunlar zamanında Tuğ, Karahanlılar ile Tabıl, Selçuklular ile Nevbet ve
Osmanlılar ile Mehter adı ile andığımız, vurmalı ve nefesli sazlardan oluşan
bir Türk ordu müzik geleneğini sürdüren bu topluluklar, her dönemde müzik
kültürünün ve müzik eğitiminin yegâne parçaları olmuşlardır. Tarihsel süreç
içerisinde Tabıl’ın eğitim gördüğü yere Tabılhane, nevbetin eğitim gördüğü yere
Nevbethane ve Mehter’in eğitim gördüğü yere de Mehterhane denilmiştir.
Elbette
Osmanlı müzik kültürünün eğitim sistemi ile de yakın bir ilişkisi vardı.
Eğitimler meşk usulü öğretim yöntemi ile Mehterhaneler, Mevlevîhaneler, Enderun
Okulları, Mûsikî Esnafı Loncaları ve Özel Meşkhaneler olmak üzere başlıca beş
değişik mekânda uygulanmaktaydı. Mevlevîhaneler insanı en ham hâlinde alıp
çeşitli bedenî, fikrî ve rûhî eğitim devrelerinden geçirerek pişirdikten sonra
insan-ı kâmil hâline getirmeyi amaçlayan ocaklardır.
Mevlevîlik
ise 12’nci yüzyılda Hoca Ahmed Yesevî’nin önderliğinde kurulan Yesevîlikten
sonra 13-14’üncü yüzyılda Mevlanâ’nın oğlu Sultan Veled tarafından Konya’da
kurulan, müzik ve dans yoluyla Mevlâna’nın tasavvufî fikirlerini ibâdet (semâ)
yolu ile sistemleştiren tarikattır.
Diğer
yandan Enderun Müzik Okulu, kalburüstü Osmanlı mûsikîcilerinin sadece yetiştiği
değil, ders de verdikleri bir okuldu. Bu okulda Benli Hasan Ağa, Kantemir, Mustafa
Çavuş, Dellâlzâde, Tamburî Osman Bey ve Şakir Ağa gibi, esâsen saraya yakın
çevrelere mensup olup, küçük yaşta kabiliyetleriyle dikkat çekerek
yetiştirilmek üzere saraya alınmış olan büyük Osmanlı bestekârları tahsil
görmüştür. İkinci Mahmud’un 1828’de Mehterhane ile kapattığı bu kurum, yerini,
Batı modeli düzenlenmiş bir saray bando okulu da olan Mızıka-i Hümâyûn’a bırakmıştır.
Sonuç
olarak, geleneksel unsurların ağır bastığı Osmanlı müzik kültürünün 19’uncu
yüzyıla kadar geçirdiği bu serüvenin, özellikle Üçüncü Selim’e kadar varlığını
sarayda, Mevlevî dergâhlarında, Enderun’da, Mehterhane ve meşkhanelerde
sürdürmekle beraber yeni arayışlara, farklılıklara ve elbette Osmanlı’nın
yenilikçi hamlelerine daha fazla direnemeyip reformist, modern veya yenilikçi
bir çizgiye yöneldikleri söylenebilir.
Bu
yeni çizgi ise, Osmanlı müzik kültürünün özellikle Avrupa müziğinin etkisine
girmesi ile daha farklı bir çerçevede devam etmiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun duraklama döneminde yoğunlaşan “Batılılaşma”, “yenilenme”
veya “modernleşme”ye dönük reform politikaları, Osmanlı müzik kültürüne de
çeşitli şekillerde etki etmiştir. 19’uncu yüzyıldaki modernleşme merakı ilk
olarak saraylarda başlamış, sarayda öğretimi yapılan eski sazlar arasına piyano
da girmiştir. Hattâ son zamanlarda piyano çalmak, Osmanlı hareminin modası hâline
gelmiştir. Sultanlar, şehzadeler ve hattâ kadın efendiler piyano çalmaya
başlamışlardır.
Batı
çalgıları da yoğun olarak ilk kez İkinci Mahmud (1808-1839) döneminde fasıl
heyetine girmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Mızıka-i Hümayûn orkestrasının
oldukça ileri bir düzeye geldiği bilinmektedir.
Müzikte
modern dönem içindeki bir diğer önemli olay, Sultan Abdülaziz döneminde, genel
sanat eğitiminin kurumsallaşması adına, 1869’da yürürlüğe giren Maarif-i
Umumiye Nizamnâmesi (Genel Eğitim Tüzüğü) ile onu izleyen düzenlemeler
çerçevesinde daha çok müzik, resim ve bir ölçüde edebiyat alanlarında olmuştur.
İkinci
Abdülhamid Han, bugünkü adıyla “Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi” olan
Sanayi-i Nefise Mektebi’ni (1882) açarak sanat ile ilgili ilk akademik kurumu milletimize
kazandırmıştır. 1882’de, İstanbul’da, “Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahâne”
adıyla bir yüksekokul olarak kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi, 1883’te öğretime
başlamıştır.
1911
yılında İstanbul Belediyesi’ne bağlı olarak açılan “Darülbedayi-i Osmanî”,
müzik ve tiyatro eğitimi veren bir konservatuar olarak yola çıkmıştır. Ancak
1916’da müzik bölümü kapatılmış, 1923 yılına kadar da meslekî tiyatro eğitimi
vererek Cumhuriyet Türkiye’sine önemli bir birikimle katılmıştır.
Osmanlı’nın,
Batılılaşma, yenilenme veya modernleşme olarak adlandırılan bu son döneminde,
dünyaya karşı çağın gerisinde kalmamak adına, yapılan reformlarla verdiği bu
kültürel/sanatsal savaşın, Cumhuriyet döneminde atılan adımlarla kalıcı ve anlamlı
bir kimliğe büründüğü unutulmamalıdır.
Cumhuriyet
sonrası müzik kültürümüz
Cumhuriyet’in
ilk yıllarından başlayarak “kültür”, bir kamu politikası aracılığıyla devletin
önemli bir işlevi hâline getirilmiştir. Kültürel alan; hedeflenen topyekûn
kalkınma hamlesinin bileşkesi olarak algılanmıştır.
Müzik
noktasında ise Türk kültürünün çok renkli ve zengin materyallerinden ilham alan
Atatürk ve dönemin ileri gelenleri, Türk müzik kültürüne yepyeni gelişim
ufukları açacak, yeni küresel boyutlar kazandıracaktır. Böylece “Dünya müzik kültürleri”
arasında çok daha saygın, yaygın, etkin ve seçkin bir konuma gelmesini
sağlayacak bir niteliğe kavuşturmak için, müziğimizde çağdaşlaşmayı hedef
alan politikalar izlemişlerdir. Bu hedeflerin müzik inkılâbımıza ilk yansıması,
Osmanlı’da kurulan, bando, orkestra ve fasıl heyetinden oluşan Mızıka-i Hümayûn
olarak 1924 yılında Ankara’ya taşınmış ve “Riyaset-i Cumhur Mûsikî” Heyeti
adıyla Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması olmuştur. Bu kurum, 1933 yılında “Cumhurbaşkanlığı
Filarmoni Orkestrası” olurken, aynı sene bando bölümü ise orkestradan ayrılmıştır. Yine 1924 yılında Batılı anlamda müzik eğitimi
vermeyi, müzik öretmeni yetiştirmeyi amaçlayan Mûsikî Muallim Mektebi’nin
açılabilmesi ve 1926’da, İstanbul’daki Darüle’l-han’ın Batı müziği eğitimi
veren bir konservatuara dönüştürülmesi gibi gelişmeler, Atatürk devrimlerinin
müzik kültürü alanındaki ilk önemli uygulamaları arasında yer almaktadır.Müzik
ders olarak, resmî bir kimliğe kavuşmuş ve eğitim programı içerisindeki
yerini almıştır.
Sonuç
olarak, Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’ya dönen yüzüyle birlikte müzikteki
gelişmeleri incelemek de ehemmiyet kazanmıştır. Lâkin son 20 yılda yapılan
çalışmalara bakıldığında, Türk müziğinin uluslararası arenada eksiklik
hissettiği noktalar ve kullanılan yabancı kaynaklar göze çarpmaktadır. Günümüz
müziğinde ne yazık ki Türk kültüründen izlere rastlayamamak ve hattâ hızlı bir
şekilde mevcût olandan da uzaklaşıyor olmak, sanatsal konumumuz ve durumumuz
hakkında epey bir sorunlu olduğumuzun göstergesi olarak karşımızda durmaktadır.