Türk kültüründe giyim kuşam

İslâmiyet ile birlikte derinin yerini çeşitli dokumalar almaya, kadın ve erkek giyimleri farklılaşmaya başlamıştı. “Tesettür” kavramı ortaya çıkmıştı. Yerleşik hayata geçişle şehir ve kırsal kesim giyimleri birbirinden ayrıldı. Güçlü merkezî örgütlenmeler yalnız askerlik alanında değil, toplum hayatında da tek tip üniformaların etkisini arttırdı. 19’uncu yüzyıldan itibaren Avrupa ile ilişkilerin sonucu olarak giyim kuşam değişmeye başladı.

GİYİM kuşam; insanların giydikleri ve takındıkları şeyler, renkleri ve biçimleri ile toplumsal ya da ulusal kültürlerini dışa yansıtan en belirgin ölçülerdir. Günümüzde rayından çıkmış olsa da Osmanlı’da bunu görmek ve anlamak mümkündü. Cumhuriyet ilân edildikten sonra yavaş yavaş değişen ve modernleşen(!), Batı’ya özenen kıyafetler kullanılmaya başlanmış, Osmanlı kılık kıyafeti zamanla silinip gitmiştir. Ancak müzelerde görebiliyoruz artık o binbir anlam taşıyan zengin kıyafetleri.

Bir ülkenin toplumsal ve ulusal varlığını belirleyen ve değişimleri sağlayan 7 temel etken vardır:

1-Korunma içgüdüsü: İnsanların giyinme gereksinimi, vücûdunu ya da vücûdunun hassas bölgelerini korumak kaygısı ile başlamıştır.

2- Doğa koşullarına uyma: Yaşadığımız yeryüzünün mevsimsel değişiklikleri, giyim kuşamın boyutlarını ve şeklini belirler.

3- Dinî ve felsefî inançlar: Her dinde Yaratan ile yaratılan kullar arasında aracılık yapan din adamlarının kıyafetleri vardır.

4- Yapılan işe uyum sağlama: Kişinin toplum içinde yaptığı görev, onun giyimini belirler.

5- Yönetimlerdeki düzenlemeler: Siyâsî odaklar zaman zaman politik, dinî ya da ekonomik nedenlerden dolayı giyim kuşamı düzenlemektedirler.

6- Ekonomik koşullar: Giyim kuşam, ancak kişinin harcayacağı zaman, emek ya da para ile sağlanabilen bir eylemdir.

7- Psikolojik eğilimler ve moda: Bireyin güzel, ince, uzun görünmek istemesi, varlıklı bir kişi imajı vermeyi dilemesi gibi psikolojik etkenler arasında en büyük pay modaya aittir. Yani “moda” denilen şey, sadece büyük şehirleri değil, küçük kent ve kasabaları da hemen etkilemektedir.

Türklerin hayvancılık ile uğraşmaları, ata özel bir önem vermeleri ve deri yapımı da biniciliğe uygun giyim kuşamı yeğlemelerine sebep olmuştur.

Eski Türklerde giysilere “don” deniliyordu. Bu da “iç don” ve “dış don” diye iki kısma ayrılıyordu. Genelde vücûda deriden yapılmış bir iç don ile “kaftan” denen bir üstlük, ayağa da çizme giyiliyordu. Ayağa giyilen çizme ya da ayakkabıya “etük” deniliyordu. Çizme dışında ayağa en çok giyilen şey çarıktı. Başa giyilen kalpağın yerini zamanla “börk” adı verilen şapkalar almıştır. Kadın giysileri de üç ana başlık altında toplanabilir: Ayağa giyilen şalvar, üstlük ve cepken…

İslâm öncesi Türklerde giyim kuşamda dikkati çeken bir özellik de kadınlarda olduğu gibi erkeklerde de uzun ve örgülü saçların olmasıydı. Eski Türklerde küpe takmak da başka bir özellikti. Kadınların süs eşyası olarak değişik amaçlarla bilezik, erkeklerin ise kolçak kullandıkları görülürdü.

İslâmiyet ile birlikte derinin yerini çeşitli dokumalar almaya, kadın ve erkek giyimleri farklılaşmaya başlamıştı. “Tesettür” kavramı ortaya çıkmıştı. Yerleşik hayata geçişle şehir ve kırsal kesim giyimleri birbirinden ayrıldı. Güçlü merkezî örgütlenmeler yalnız askerlik alanında değil, toplum hayatında da tek tip üniformaların etkisini arttırdı. 19’uncu yüzyıldan itibaren Avrupa ile ilişkilerin sonucu olarak giyim kuşam değişmeye başladı.

İslâmiyet’e girişten sonra erkek kıyafetlerinde birçok değişiklik meydana geldi. Özellikle başa giyilen şeylerin yani başlıkların önemsendiği görülmektedir. Türkçe “sarmak” anlamına gelen sarık; börk, külâh, takke veya fes gibi başa giyilen şeylerin üzerine sarılan kumaş veya tülbenttir. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Müslüman olmayanların sarıklarına ayırt edici renkle kurdele veya mendil takmaları mecburdu. Tarikat mensupları genelde keçeden yapılmış beyaz börk giyerlerdi ama daha sonra bunun adı değişmiş ve “külâh” olmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Azap askerlerinin kırmızı, Yeniçerilerin beyaz börk giymesi kararlaştırılmıştı. Ulemanın ve devlet görevlilerinin başlarına giyecekleri kavuklar ve ona dolayacakları sarıklar, çeşitlerine göre en ince ayrıntısına kadar belirlenmişti. Yalnız padişahların değil, sadrazamların, vezirlerin ve saray ileri gelenlerinin de “mücevveze” (resmî kavuk) üstü başa giyilen kısmından daha geniş, silindir biçiminde bir başlıkları vardı.

Şalvar, giderek don olmaktan çıkmıştı. “Don” kavramı değişmiş ve vücûdun alt kısmına, tene giyilen çamaşır için bu isim kullanılmaya başlanmıştı. Böylece şalvar, donun üstüne giyilen bir şekle gelmiştir.

Saçlar kısalırken, erkeklerin bıyık ile birlikte sakal da bırakmaları İslâmiyet’in bir gereği anlamında Sünnet sayılmıştır. Selçuklularda ve Karamanoğullarında görülen küpe, Osmanlı döneminde daha çok Âhî ve Bektaşîlerde devam etmiştir.

Yeni kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye (yeni kurulan ordu) için bir başlık belirlemek gerektiğinden, “şubara”nın (bir nevi başlık) giydirilmesine karar verilmişti. Ancak sonradan fes daha güzel göründüğünden şubaradan vazgeçilmiş ve 1829 Nisan’ında çıkarılan nizamnâme ile fes giyimi mecburiyeti getirilmişti. İlk zaman fes püskülsüzken, süs olarak sonradan ilâve edilmiştir. Yine nizamnâmede ceket ve pantolon giyme mecburiyeti de getirilmiştir. Giyim alanı genişleyince, isteklere cevap verebilmek için fes fabrikası olarak İstanbul Haliç’teki “Feshane” kurulmuştur.

İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i işgal etmesi üzerine İstanbul’da Avusturya mallarını boykot ilân edilmiş ve fes giyilmez olmuştur.

25 Kasım 1925’te, “Şapka İktisası Hakkında Kanun” başlıklı belge ile devlet memurlarının şapka takmaları öngörülmüştü. Bu yasa kadın giyimine hiçbir hüküm içermezken, erkek giyiminde ise sadece şapkayı gündeme alır. Ve fakat tam da bundan sonra giyim kuşamda anormallikler patlar! Dayatılan Kıyafet Devrimi yüzünden çok can yanar, başlar verilir. Kıymetli din adamları idam edilir, zindanlarda çürür.

İşte bizler böyle zengin bir kültürden gelmiş bir milletiz ki bugünkü hâlimizi yazmaya elim varmadı! Bir başka yazımda bu konuya yer verebilirim umarım yüreğim elverirse…