GİYİM kuşam; insanların
giydikleri ve takındıkları şeyler, renkleri ve biçimleri ile toplumsal ya da
ulusal kültürlerini dışa yansıtan en belirgin ölçülerdir. Günümüzde rayından
çıkmış olsa da Osmanlı’da bunu görmek ve anlamak mümkündü. Cumhuriyet ilân
edildikten sonra yavaş yavaş değişen ve modernleşen(!), Batı’ya özenen
kıyafetler kullanılmaya başlanmış, Osmanlı kılık kıyafeti zamanla silinip
gitmiştir. Ancak müzelerde görebiliyoruz artık o binbir anlam taşıyan zengin
kıyafetleri.
Bir
ülkenin toplumsal ve ulusal varlığını belirleyen ve değişimleri sağlayan 7
temel etken vardır:
1-Korunma
içgüdüsü: İnsanların giyinme gereksinimi, vücûdunu ya da vücûdunun hassas
bölgelerini korumak kaygısı ile başlamıştır.
2-
Doğa koşullarına uyma: Yaşadığımız yeryüzünün mevsimsel değişiklikleri, giyim
kuşamın boyutlarını ve şeklini belirler.
3-
Dinî ve felsefî inançlar: Her dinde Yaratan ile yaratılan kullar arasında
aracılık yapan din adamlarının kıyafetleri vardır.
4-
Yapılan işe uyum sağlama: Kişinin toplum içinde yaptığı görev, onun giyimini
belirler.
5-
Yönetimlerdeki düzenlemeler: Siyâsî odaklar zaman zaman politik, dinî ya da
ekonomik nedenlerden dolayı giyim kuşamı düzenlemektedirler.
6-
Ekonomik koşullar: Giyim kuşam, ancak kişinin harcayacağı zaman, emek ya da
para ile sağlanabilen bir eylemdir.
7-
Psikolojik eğilimler ve moda: Bireyin güzel, ince, uzun görünmek istemesi,
varlıklı bir kişi imajı vermeyi dilemesi gibi psikolojik etkenler arasında en
büyük pay modaya aittir. Yani “moda” denilen şey, sadece büyük şehirleri değil,
küçük kent ve kasabaları da hemen etkilemektedir.
Türklerin
hayvancılık ile uğraşmaları, ata özel bir önem vermeleri ve deri yapımı da biniciliğe
uygun giyim kuşamı yeğlemelerine sebep olmuştur.
Eski
Türklerde giysilere “don” deniliyordu. Bu da “iç don” ve “dış don” diye iki
kısma ayrılıyordu. Genelde vücûda deriden yapılmış bir iç don ile “kaftan”
denen bir üstlük, ayağa da çizme giyiliyordu. Ayağa giyilen çizme ya da
ayakkabıya “etük” deniliyordu. Çizme dışında ayağa en çok giyilen şey çarıktı. Başa
giyilen kalpağın yerini zamanla “börk” adı verilen şapkalar almıştır. Kadın
giysileri de üç ana başlık altında toplanabilir: Ayağa giyilen şalvar, üstlük
ve cepken…
İslâm
öncesi Türklerde giyim kuşamda dikkati çeken bir özellik de kadınlarda olduğu
gibi erkeklerde de uzun ve örgülü saçların olmasıydı. Eski Türklerde küpe
takmak da başka bir özellikti. Kadınların süs eşyası olarak değişik amaçlarla
bilezik, erkeklerin ise kolçak kullandıkları görülürdü.
İslâmiyet
ile birlikte derinin yerini çeşitli dokumalar almaya, kadın ve erkek giyimleri
farklılaşmaya başlamıştı. “Tesettür” kavramı ortaya çıkmıştı. Yerleşik hayata
geçişle şehir ve kırsal kesim giyimleri birbirinden ayrıldı. Güçlü merkezî
örgütlenmeler yalnız askerlik alanında değil, toplum hayatında da tek tip üniformaların
etkisini arttırdı. 19’uncu yüzyıldan itibaren Avrupa ile ilişkilerin sonucu
olarak giyim kuşam değişmeye başladı.
İslâmiyet’e
girişten sonra erkek kıyafetlerinde birçok değişiklik meydana geldi. Özellikle
başa giyilen şeylerin yani başlıkların önemsendiği görülmektedir. Türkçe “sarmak”
anlamına gelen sarık; börk, külâh, takke veya fes gibi başa giyilen şeylerin
üzerine sarılan kumaş veya tülbenttir. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Müslüman
olmayanların sarıklarına ayırt edici renkle kurdele veya mendil takmaları
mecburdu. Tarikat mensupları genelde keçeden yapılmış beyaz börk giyerlerdi ama
daha sonra bunun adı değişmiş ve “külâh” olmuştu.
Osmanlı
İmparatorluğu’nda Azap askerlerinin kırmızı, Yeniçerilerin beyaz börk giymesi
kararlaştırılmıştı. Ulemanın ve devlet görevlilerinin başlarına giyecekleri
kavuklar ve ona dolayacakları sarıklar, çeşitlerine göre en ince ayrıntısına
kadar belirlenmişti. Yalnız padişahların değil, sadrazamların, vezirlerin ve
saray ileri gelenlerinin de “mücevveze” (resmî kavuk) üstü başa giyilen
kısmından daha geniş, silindir biçiminde bir başlıkları vardı.
Şalvar,
giderek don olmaktan çıkmıştı. “Don” kavramı değişmiş ve vücûdun alt kısmına,
tene giyilen çamaşır için bu isim kullanılmaya başlanmıştı. Böylece şalvar,
donun üstüne giyilen bir şekle gelmiştir.
Saçlar
kısalırken, erkeklerin bıyık ile birlikte sakal da bırakmaları İslâmiyet’in bir
gereği anlamında Sünnet sayılmıştır. Selçuklularda ve Karamanoğullarında
görülen küpe, Osmanlı döneminde daha çok Âhî ve Bektaşîlerde devam etmiştir.
Yeni
kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye (yeni kurulan ordu) için bir başlık
belirlemek gerektiğinden, “şubara”nın (bir nevi başlık) giydirilmesine karar verilmişti.
Ancak sonradan fes daha güzel göründüğünden şubaradan vazgeçilmiş ve 1829 Nisan’ında
çıkarılan nizamnâme ile fes giyimi mecburiyeti getirilmişti. İlk zaman fes
püskülsüzken, süs olarak sonradan ilâve edilmiştir. Yine nizamnâmede ceket ve
pantolon giyme mecburiyeti de getirilmiştir. Giyim alanı genişleyince,
isteklere cevap verebilmek için fes fabrikası olarak İstanbul Haliç’teki “Feshane”
kurulmuştur.
İkinci
Meşrutiyet’in ilânından sonra, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i işgal etmesi
üzerine İstanbul’da Avusturya mallarını boykot ilân edilmiş ve fes giyilmez
olmuştur.
25
Kasım 1925’te, “Şapka İktisası Hakkında Kanun” başlıklı belge ile devlet
memurlarının şapka takmaları öngörülmüştü. Bu yasa kadın giyimine hiçbir hüküm
içermezken, erkek giyiminde ise sadece şapkayı gündeme alır. Ve fakat tam da
bundan sonra giyim kuşamda anormallikler patlar! Dayatılan Kıyafet Devrimi
yüzünden çok can yanar, başlar verilir. Kıymetli din adamları idam edilir,
zindanlarda çürür.
İşte bizler böyle zengin bir kültürden gelmiş bir milletiz ki bugünkü hâlimizi yazmaya elim varmadı! Bir başka yazımda bu konuya yer verebilirim umarım yüreğim elverirse…