Türk kültürü olarak sofra ve misafir

Ne yazık ki günümüz dünyasının tüketime dayalı sistemleri ve usullerinin arkasında nice yitip giden, bozulmaması gerekirken “geleneksel” kelimesine yüklenen olumsuz anlamlar sebebiyle tepki duyulan pek çok bağlayıcı unsurun bozulduğu görülmektedir. Bu sadece sinide yemek yemek ile masada yemek yemek arasında bir tercih meselesi değildir asla.

İNSANLIK tarihi, Hazreti Âdem’in yasak kılınmış elmayı yemesiyle başlatılır. Bunun yanında Hazreti İsa’nın son akşam yemeği, Hazreti İbrahim’in sofra kültürü ve Hazreti Muhammed’in “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” sözü gibi kıssalar yemek yemeyi bir alışkanlıktan daha öteye taşımıştır. Takip eden süreçlerde sosyal statü, yardımlaşma ve maneviyatın en canlı ve en itibarlı yaşandığı yerler sofralar olmuştur. Düğün yemekleri, cenaze yemekleri ve sünnet yemekleri gibi artık gelenekleşmiş sofraların dışında toplulukları bir araya getiren sayısız sofralar kurulmuştur.

İnsanoğlu, doğa ile ilk buluşmasında iptidaî hâllerini koruyarak doğada var olanı aynen alıp kullanma yoluna gitmiş, zaman içinde eşyanın dönüşümünü gerçekleştirmiş ve var olanı işlemeye, geliştirmeye başlamıştır. Gitgide uyulması gereken temel kuralları belirlemiştir. Yazılı yasaların yanında şifahî kurallar belirmiş, büyümüş ve yer yer yazılı yasaları destekleyici bir yer de edinmiştir. Özellikle sosyal ve kültürel hayat için oluşturulan ve yaşanan toplum çehresinden hareket edilerek yapılandırılan bu kurallar sayesinde insanlar daha uyumlu hâle gelmiştir.

Coğrafya, din ve gelenekler yenilen yemeğin türünü değiştirse de her toplumda farklı bir yemek kültürü vardır. Türk toplumlarının tarihsel parçalarından biri de hiç şüphesiz yüzyılların birikimini ve çeşitliliğini taşıyan sofra kültürüdür. Bu kültür, toplumların örf-âdetlerini, gelenek-göreneklerini ve alışkanlıklarını içinde barındırır. En eski toplumlardan biri olarak sayılan Türklere ait sofra kültürü, Orta Asya’da başlamış, her değişen coğrafya ve iklimle birlikte gelişmiş, farklı kültürlerle yaşadığı etkileşimlerle zenginleşmiş bir kültürüdür.

Kültür, toplumların sahip oldukları maddî ve manevî değerlerin bütünü ve yaşam tarzlarını taşıyan unsurların tümü olup aynı zamanda toplumları birbirinden ayıran temel bir özelliktir. Bu anlamda toplumların kültürel değerleri yaşam tarzlarında etki yarattığı kadar, o toplumlara has yeme-içme denilen sofra kültüründe de etkili olmuştur.

Türk kültüründe görülen cömertlik ve paylaşım, İslâmiyet’in kabulünden sonra farklı boyutlar kazanarak daha farklı kültürleri içselleştirmiş, sonraki asırlarda ise ahilik sistemi, kervansaraylar, hanlar, hamamlar ve misafir odalarıyla misafirperverliğin nişanesi olarak tarihteki anlamlı yerini almıştır.

Bu doğrultuda sofra kültürü, bir toplumun beslenme biçimini, o toplumun yemeklerinde kullandığı yiyecek ve içecekleri, bu yiyecek ve içeceklerin elde edilme şekillerini, yemeğin elde edilmesinde kullanılan araç gereçleri de ifade eder. Zira kültürel ögeler bir yaşam biçimidir. İnsanoğlu da yaşadığı coğrafyanın kültür yapısına bağlı olarak bu yaşam biçimlerine uygun davranmıştır. Bir toplumdaki yiyecek ve içeceklerle bunların hazırlanması, sunulması, tüketilmesi ve damak zevki, o toplumun sofra kültürünü oluşturur. Sofra kültürü içinde sadece yemek çeşitleri ve yapılışları değil, aynı zamanda hazırlanma sebepleri ve sofra adâbı da yer alır. Kültürel özellikler toplumdan topluma, hatta aynı toplum içinde yöreden yöreye de değişkenlik gösterir. Bu değişim yörelerin sofra kültürünü de etkiler ve zenginleştirir.

Milât’tan önceki tarihlerden günümüze dek ve çok geniş bir coğrafî alanda ve kıtalarda yaşayan Türkler, bunun doğal sonucu olarak hem dünya tarihinde, hem de özel olarak İslâm tarihinde büyük rol oynamış, tarihe yön vermiş, tarihte iz bırakmış ve tarihin bizzat içinde yer almışlardır. Türkler İslâmiyet’ten önce Orta Asya/Bozkır/Atlı-Göçebe Kültür ve Medeniyetini yaşamışlar, “yazısız hukuk” denilen Türk Töresine bağlı kalmışlar, İslâmiyet’e geçişlerinden sonra Türk-İslâm Kültür ve Medeniyet dairesinde yer almışlardır. Türk kültürü kavramları, kurumları ve kurallarıyla tarihî devamlılık göstermiştir; ancak her yeni kültür, devletlerin kuruluş ideallerine bağlı olarak yüzlerini çevirdikleri ve coğrafî yakınlık yaşadıkları yeni kültür dünyaları ile yakınlaşmışlardır.

Türk milletinin tarihî varlığının yanı sıra kültürel değerleri, kavramları ve kurumları da sofra kültürü gibi yüzyıllardır devam etmiştir ve hâlen devam etmektedir. Elbette tarihî, siyâsî, sosyal, kültürel, coğrafî farklılıklar yahut kazanımlar her anlamda yaşanmıştır. Dolayısıyla bazı kültürel değerlerin, kavramların ve kurumların tarihinde değişimler veya “tekâmül” denilen gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan kültürel değerlerin ve kavramların her devletin yaşadığı zaman ve mekân çerçevesinde değerlendirildiği gibi sofra kültürünün de aynı şekilde değerlendirilmesi gerekir.

Toy geleneği

Türk devlet yönetiminde etkin olan temel kavramlardan biri, belki de en önemlisi “toy” geleneğidir. Toy, eski Türk devletlerinde hem devlet, hem de toplum hayatında kullanılan bir kavramdır. Toplum hayatında daha çok “düğün-şenlik” mânâlarında kullanılan toylar, sofra kültürü ve sofra adaplarının oluşmasında bir tür eğitim kampı gibidirler. Hakanlar toylarda sahibi olduğu zenginlikleri emri altındakilerle paylaşırken, yönetiminin meşruluğunu da halka anlatırlar. Yani toy, yönetici ile halk arasındaki bağları pekiştiren, herkesin bulunduğu mevkii belli eden bir işlev görürdü. Değerli olan kişiler sağ tarafta, daha düşük düzeydekiler ise sol tarafta sıralanırdı. Konuk boylar mevkilerine göre oturur ve yemekleri oturdukları mevkie göre paylaşırlardı. Bu bile tek başına sofranın ne derin bir anlama geldiğini yeterince açıklamaktadır.

Tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Türkler, medeniyetler arasında büyük kavgalar vermiş, çok defa farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve bundan dolayı onların kültürlerinden etkilenmişlerdir. Türk boylarının daha çok göçebe olması, fetihler peşinde koşarak yeni yurtlar edinip farklı coğrafyalara yelken açmaları o coğrafyalarda geleneksel ve kültürel farklı ritüellerin görülmesini sağlamıştır. Bu, her durumda olduğu gibi sofra açma kültüründe de kendini hissettirmiştir.

Türk kültüründe görülen cömertlik ve paylaşım, İslâmiyet’in kabulünden sonra farklı boyutlar kazanarak daha farklı kültürleri içselleştirmiş, sonraki asırlarda ise ahilik sistemi, kervansaraylar, hanlar, hamamlar ve misafir odalarıyla misafirperverliğin nişanesi olarak tarihteki anlamlı yerini almıştır. Öyle ki, bizim çocukluğumuzda köylerde hâlâ misafir odaları vardı ve misafire sofra orada özel olarak kurulurdu. Misafir her zaman en güzel şekilde karşılanır, ağırlanır ve bunun bereketine inanılırdı. Bir haneye günlerce misafirin gelmeyişi üzüntü nedeni olurdu.


Tarih-kültür metodolojisi ve bilimsel usuller açısından dikkat edilecek olan önemli bir husus da gelenek ve görenek kavramlarının ve yaşanmışlıkların araştırmalarında, yaşatılmasında o devrin ve bu devrin şartları ve özellikleri dikkate alınarak günümüz için faydalı çıkarımlarda bulunabilmektir.

Türk İslâm aile yapısında misafir özel öneme sahiptir. Çünkü misafir rızkı ve bereketiyle beraber gelir, on rızıktan birini yer, dokuzunu o haneye bırakır. Bunun hem halk, hem de İslâm inancında görülen ve benimsenen bir düşünce olduğu bilinmektedir.

Türk misafirperverliğinde sofra açma kültürü çağlar ötesinden günümüze değer kaybetmeden taşınan az sayıdaki değerlerden biridir. “Sofra” kavramını hem geleneksel ve kültürel zenginliklerimizle toplumsal boyutlarıyla, hem de misafirperverlik kavramıyla birlikte düşünerek hafıza yenilemek ve bu yeniliği nesillere aktarmak gerekir.

Sofra, sini, yemek yemek için hazırlanan yer, dairesel hamur tahtası ve halı göbeğinde daire şeklindeki çiçekli veya desenli bölüm anlamına gelmektedir. “Sofra” kelimesi ilk olarak Âşık Paşa tarafından “Garibi-name” isimli eserde kullanılmıştır. “Misafir” sözcüğü ise “yol almak, yola çıkmak ve sefere çıkmak” anlamlarına gelmektedir. İslâm öncesi toplumların birçoğunda, zor şartlarda yolculuk yapan kimselerin misafir edilip ihtiyaçlarının karşılanması hayatî bir önem taşıdığından, misafir ağırlayanlara misafirperver denilmiş ve bu, şeref ve asaletten sayılmıştır. Misafirperverlik yani sofra açma, aynı zamanda “mürüvvet” kelimesiyle ifade edilen ahlâkî erdemlerin en önemlilerinden biri olarak da kabul edilmiştir. Bu durum her coğrafyanın farklı bölgelerinde bir kültür olarak yaygınlaşarak halk arasında ayrı bir övünç kaynağı olmuştur. Sofraya gerçek erdem katan asıl vasıf ise İbrahim Peygamber’in asaletli davranışının sembolü olan “Halil İbrahim sofrasıdır”.

Misafir ve misafirperverlik

“Misafir”, kavram olarak daha çok “ansızın gelen kişi” demektir. Misafire saygı ve hoşgörü, Türk kültürünün önemli değerlerinden biridir. Misafir ve ev sahibi ilişkisinde saygı, karşılama-uğurlama ve hoşgörü özel bir öneme sahiptir. Türk halk kültüründe misafirperverlik, toplumun her kesimi tarafından önemsenen temel değerlerden biridir. İslâmiyet’in kabulünden sonra ise bu kavram manevî bir boyut daha kazanmıştır. Misafir baş tacı edilir, ikramda kendisine karşı herhangi bir kusur işlenmemeye çalışılır. Bu ruh ile örülen toplumlar örf, âdet, gelenek ve göreneklerince misafirleri en güzel şekilde ağırlamaya çalışırlar.

Misafire önem veren toplumumuz, bu anlamda birçok atasözü ve deyimde misafirperverliği ölümsüzleştirmiştir. Bu hususta toplumun inanç büyüklüğünü tanımlayan en güzel deyimlerden biri “Tanrı misafiri” deyimidir ki bu, misafirin Türk toplumunda ne denli kutsal görüldüğünü ve misafire ne denli değer verildiğini göstermesi bakımından özel bir öneme sahiptir.

Misafir ve sofra açma ne kadar kutsal ise, bunu suiistimal etmek de o kadar aymazlıktır. Hele her türlü imkânı olduğu hâlde bu güzelliğe katkı sunmayarak bir yerlere tünemek, toplumumuzda adap dışı sayılır.

Tarihî süreçte toplumlar gerek kaynaşma, gerekse fetihlerle farklı toplumlarla iç içe olmuşlar, onlardan mesaj alıp onlara mesaj vermişlerdir. Bu mesajlar bazen mensubiyet, bazen de ilâhî boyutlu olmuştur. Bu tür etkileşimler toplumlarda yaşam geleneğinin yerleşmesinde ve şekillenmesinde yeni bir kültür oluşturmuştur. Bu kültür, toplumların sadece inanç, ibadet, ahlâk ve muamelat hususlarındaki ihtiyaçlarını gündemine almaz. İnsanların hayatı boyunca karşılaşacağı bütün problemlere çözüm üretme arayışına da derman olur. Oluşan bu köklü kültür, uluslararası ilişkilerden aile içi ilişkilere kadar birçok alana hitap eder. Bu, aynı zamanda insanların hayatlarını örgütleyen değerler sistemini inşâ etmeyi de görev sayar. Bunlardan biri, belki de en önemlisi, aile fertlerinin bir araya geldiği, gelmesi gerektiği zaman dilimi olan yemek vakitleridir.

Yemek vakti

Yemek vakitleri, aile fertlerini sadece konuşturan değil, aynı zamanda kaynaştıran anlardır. Yemek vakitlerinde bir araya gelen aile bireyleri adap ve edebi, büyük küçük ilişkisinin hangi seviyede olması gerektiğini en önce sofrada öğrenirler. Yardımlaşma duygusunun geliştiği, paylaşımların öğrenildiği ve geliştiği yerlerin başında sofra gelir. Çocukların yetişmesinde ailenin en çok buluşma zamanı olan yemek vakitleri, onların kişiliklerine katkılar sunar. Meselâ rahmetli dedemin her sofraya oturduğumuzda yemek öncesi duası ve akabinde “Tüm melekler şimdi bizi izliyor ve titriyor; bakalım ki insanoğlu Rabbinin verdiği bu nimetlere nasıl bir kusur bulacak” sözü zihnime o şekilde kazınmış ki ömrümce sofraya noksanlık bulma ve beğenmeme durumum olmadı asla.

Sofra, aile bireylerinin bir araya gelmesi iyi diyalog kurma sürecinin başlangıç yeridir. Yemek yerken nimetleri yaratanın Allah olduğu inancı çocuklara sofrada verilir. Yenilen yemeğin ahengini temin ettiren sağ elle yemek yemesi, herkesin kendi önünden yemesi, başkasının yediği lokmaya bakılmaması, yenilen lokmaların küçük olması, hiçbir yemeğin israf edilmemesi ailece yenilen yemeklerde görülerek öğrenilir. Bu anlamda sofra, çocuğu hayata hazırlayan bir dershane gibidir.

Ailenin en büyükleri için en büyük saadet, evlâtlarının ve torunlarının bir sofranın etrafında toplanıp yemek yemesidir. Onlar kendi köşelerinde o manzarayı büyük bir iştiyakla seyrederek sofradakilerden daha fazla lezzet alırlar. Sanki o güzelim rızıkları yiyen kendileridir. Yaşı olgunlaşan her insan, böyle bir kültürden geliyorsa, bu hissiyatı duygusal boyutta daha derin hisseder. Orada sevdiklerinin, bir sininin ya da bir masanın etrafında yan yana dizilişleri ataları çok memnun ve mesrur eder. Çünkü bir sofranın etrafında sıralanmak, yan yana gelmektir, yakınlaşmaktır ve asıl maksat budur. Çatal kaşık sesleri çocuk seslerine karışır. Kaşıklar çatallar tabakla ağız arasında bazen bir şiir, bazen bir hikâye, bazen de günün yorgunluğunun öyküsünü yazar. Bazen derin bir sessizlikte, bazen küçük bir sohbetin neşesinde insanlar birbiriyle kaynaşır; gözlerdeki sevinçler büyür, yürekteki öfkeler küçülür.


Sofra, sini, yemek yemek için hazırlanan yer, dairesel hamur tahtası ve halı göbeğinde daire şeklindeki çiçekli veya desenli bölüm anlamına gelmektedir. “Sofra” kelimesi ilk olarak Âşık Paşa tarafından “Garibi-name” isimli eserde kullanılmıştır.

Sofraya tecelli eden en büyük sırlardan ve emanetlerden biri, aile bireylerinin kaynaşmasıdır. Bir sofranın etrafına dizilmek, Er-Rezzak olan Mutlak Varlığın bahşettiği Rezzak’ın sofrasına oturmaktır. Zira yediğimiz, basitçe yemekler değildir. Tattığımız, aslında ne bir yayla çorbası, ne bir patates oturtması, ne de başka bir yemektir. Tattığımız, Allah’ın rahmet hazinelerinden gelen bol rızıklarından bir rızıktır. O’nun bize verdiği önemdir, değerdir. Şimdi “O’nun hangi nimetleri yalanlanabilir ki”? O’nun sonsuz rahmet ve şefkati nasıl görmezden gelinebilir ki? Sofranın başında tadılan muhabbettir, dostluktur, yakınlık ve bağlılıktır, çocukların kodlarını oluşturan sevgi dolu gelecektir.

Yorgun yaz akşamlarında ve uzun kış gecelerinde kıssa ve hikâyelerle, şakalaşmalarla, masal, bulmaca ve manilerle ya da izlenilen bir filmle, okunan kitaptan bir bölümle sofra başında yalnızlıklar kül olur, yorgunluklar erir, zaman su gibi akar gider. Sonra gönüler az alevlenmiş olsa dahi bir saat yalnızlığın pençesinden kurtarılan az bir zaman değildir. Bir sofra başına toplanmak, aile fertlerinin yolunuzu umutla bekleyişlerinin güvenli bir durağıdır.

Sofrayı toplamak

Sofrayı kurmak ve toplamak ise başka bir anlamlı eylemdir. Çocukların buna iştirakinin sağlanması ise ihmâle gelmeyecek vazifelerdendir.

Anne, evin hizmetçisi değildir. O, çocuklarına iyi bir örnektir. Çocuklarını yanına çağırıp, “Haydi şu tabak, çatal, kaşık ve bıçakları masaya dizin bakalım”, “Çorba servisini yapar mısın o güzel ellerinle?” gibi veya “Bey, sen de salatayı götürür müsün?” gibi yönlendirmeleri o sofraya nimet yağdırır. Ne çocuklarımız, ne de eşlerimiz paşazadedir. Yemek öncesinde ve sonrasında hiç kimse bahane türetmemelidir. Yemek sonrası herkes köşesine çekilmek yerine günün değerlendirilmesi tercih edilmelidir ki çocuklar, “Aile böyle bir şey!” diyebilsinler.

Sofra başı, adap ve terbiyeyi öğrendiğimiz ilk mekteptir. Paylaşmayı idrak etmek, diğerini kollamak, yemekten herkesin hakkı olduğunu bilmek, asla beğenmezlik yapmamak, sofranın nimet olduğunu bilmek, israf etmemek ve ikram etmeyi öğrenmek gibi birçok yan getirisi vardır sofra başlarının. Sevdiğinin karnı doyunca yüzünde beliren sevinci görmek ise bazen anında, bazen de çok zaman sonra nasip olur insanoğluna.

Millî kültür olarak sofra

Aile kültüründen toplum kültürüne yönelince, sofra açmanın kültür ve geleneğin bir mirası olan misafirperverliğin sonucu olduğunu görürüz. Ve bu, Türk kimliği ile neredeyse özdeşleşmiştir. Millî ve manevî bir görev olarak benimsenen, geleneklerde önemli bir yer tutan misafirperverlik ve sofra açma, davetli veya davetsiz gelen kişinin en iyi şekilde ağırlanması ve uğurlanmasıdır. Kültürümüzde misafirperverlik kadar misafire açılacak sofra da önemlidir.

Biz daha çok geleneksel bir toplum yapısı arz eden bir millet olduğumuzdan, misafirperverliğe farklı önem veririz. Misafirin rızkı ve bereketiyle beraber geldiği ise yaygın bir inanış olarak toplumda yerini almıştır. “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirini iyi ağırlasın” öğretisini en iyi şekilde algılayan ceddimiz, misafirleri başköşeye oturtur ve evin günlerce açılmayan ve kullanılmayan bölümünü “misafir odası” adıyla misafirlere tahsis ederdi. Ev halkı daracık odalarda günlerini geçirirken, o oda misafire hürmeten pek kullanılmaz, donatılmış bir hâlde ve temiz olarak misafir için bekletilirdi. Ne yazık ki günümüzde hayat şartları, komşuluk, akrabalık ve sosyal ilişkilerin azalması misafir kültürünün zayıflamasına neden olmaktadır.

Misafirperverlik ve sofra açma, Türk kültür hayatının önemli bir parçası olarak edebî eserlerde de yerini almıştır. Dede Korkut, “Er, malına kıymayınca namı duyulmaz”, “Oğul babadan görmeyince sofra kuramaz” demiştir. Yusuf Has Hacib’in, “Bey cömert, gözü tok ve gönlü zengin olandır; beye cömertlik yaraşır” şeklinde dile getirdiği sözler Anadolu’da “Ağalık vermekle, yiğitlik vurmakla olur” şeklinde bir atasözüne dönüşmüştür.

Türk kültüründeki bu misafirperverlik ve gözü tokluk, günümüze kadar farklı adlar ve şekillerde gelmiştir. Dede Korkut’ta kadın, misafir ağırlama yönüyle öne çıkmaktadır. Misafir ağırlayan kadının övüldüğü ve o kadının Hazreti Ayşe ve Hazreti Fatıma’nın soyundan geldiği söylenerek yüceltilirken, misafir ağırlamak istemeyen kadının istenmeyen kadın olduğu anlatılmakta ve evlerden ırak olması gerektiği dile getirilmektedir.

Gelenek ve kültürün değişiminde inançlar da önemli bir faktördür. Diğer ilâhî dinler gibi İslâm dini de misafire önem veren bir dindir. Dolayısıyla Müslümanlar misafire önem vermiş ve ikramlarda bulunmaya çalışmışlardır. Türkler gerek devlet, gerekse toplumsal yapılarıyla misafire önem verdiklerini geçmişten günümüze her zaman göstermeyi bir görev addetmişlerdir. Misafir en iyi şekilde ağırlanmaya çalışılmıştır; zira bazı yerlerde misafirini iyi ağırlamayanların kınandığı ve ayıplandığı da bilinen bir gerçektir. Çünkü misafirlik sosyal hayatın ve beşerî ilişkilerin düzenlenmesi ve yürütülmesinde önemli bir faktör, hatta bir gerekliliktir. Zira misafir, dertlerin ve mutlulukların paylaşıldığı iyi ve kötü gün dostu ve bazen de bir psikologdur. Misafire açılan sofrada muhabbet, sohbet ve bereket vardır. Misafirlik kaynaşma, yardımlaşma ve dayanışma demektir; açılan bir sofrada bazen bir taziye sahibinin veya sünnet-düğün misafirlerinin, bazen de bir yardıma muhtaç yoksulun ağırlandığı görülebilir. Türk misafirperverlik ve sofra açma geleneği bu tür durumlarda kendini daha iyi gösterir.

Misafir ağırlamanın adâbı

Türk kültüründe sofra açmak, daha çok geleneksel kaidelere göre yapılır. Sofrada ev hanesinden kimlerin oturacağı, gelen misafirlerden kimlerin oturacağı, her iki yaşam tarzına bağlı olarak değişir.

Haremlik selâmlık bir oturma düzeni olduğu gibi, birlikte oturularak yeme içme şeklinde bir sofra düzenin olduğu da görülebilir. İnançlar, gelenekler ve yaşam tarzı, sofra açma ve oturma düzeninin belirlenmesinde önemli faktörlerdir. Türk kültür ve inancında misafir her zaman önemli bir yer tutmuştur. Ev sahibi misafire gereken azamî hoşgörü ve saygıyı göstererek ikramlarda bulunulur. Anadolu’nun çoğu yerinde gelen misafire aç ve tok olup olmadığı sorulmadan sofranın açılması, Anadolu halkının misafirperverliğini göstermesi bakımından dikkate şayandır. Misafire açılan sofrada ev sahibi, imkânları dâhilinde yörenin en güzel yemekleriyle ikramda bulunur.

Hemen hemen her toplum, belli ritüel ve merasimlerle zamanının belli bir kısmını yemeğe ayırmaktadır. Bu anlamlıyla yemek, aynı zamanda toplumsal bütünleşmenin ve dayanışmanın da araçsallaştırılmış bir hâliyle karşımıza çıkar. Eğlenceler, dost sohbetleri, misafir ağırlama, düğün, nişan, adak, bayram ritüelleri, dinsel törenler gibi sosyal olgular yemek kültürüyle de paralel gelişerek toplumda bir iletişim ağının oluşmasına katkı sağladığı gibi iletişim ağı olarak da yemeğin toplumsal bir işlevselliğe bürünerek ve toplumdaki dayanışmayı artırarak birlikteliklere meşruiyet sağlar.

Sofra kültürü coğrafyalara göre değişkendir. Bölgelerin iklimi ve elde edilen ürünler yeme içme şeklini belirleyen temel unsurdur. Karşılaşılan medeniyetler de bu kültürü büyük oranda etkiler ve değiştirir. Din ise coğrafyadan bağımsız olarak yeme içme kültürünü etkileme gücüne sahiptir. Örneğin İslâm dininde içkinin yasak olması, İslâm’ı benimseyen Türklerin sofra kültüründe büyük bir değişime neden olmuştur. Estetik ve hijyen ise yaklaşık üç asırdır sofra kültüründe büyük değişimlere sebep olmuştur.

Yemek vakitlerinde bir araya gelen aile bireyleri adap ve edebi, büyük küçük ilişkisinin hangi seviyede olması gerektiğini en önce sofrada öğrenirler.

Osmanlı saray sofrasında yemekte uzun uzun sohbet etmek, eğlenmek yoktu. Bu tür sohbetler yemekten sonra kahve faslında yapılırdı. Ziyafetlerde karnı doyan Allah’a şükrederek sofradan kalkar, yerini bir başkasına bırakırdı. Ev davetlerinde ise konuk, kaşığını ters çevirerek doyduğunu anlatır, ev sahibi ise mutlaka konuğundan sonra sofradan kalkardı. Osmanlı mutfağındaki değişim, kullanılan sofra araç ve gereçlerinin değişimi ile başlamış, büyük oranda da Avrupa etkisinde kalmıştır.

20’nci yüzyılın ikinci yarısında ise sofra kültürümüzü belirleyen en önemli etken hız oldu. “Fastfood” olarak isimlendirilen yiyecekler, insanoğlunun aletler vasıtasıyla elde ettiği hıza uygun olarak üretilmeye başlandı ama bu ürünler bir medeniyet ve kimlik özelliğinden uzak, daha ziyade bir endüstri ürünü olarak karşımıza çıkmıştır ve çıkmaya devam etmektedir.

Günümüzde yemek yemek, iki zıt anlamı beraberinde taşımakta, ya bir zaman kaybı olarak düşünülüp hızlı tüketilen yemek anlayışı ile ayakta veya başka işlerle meşgulken yemek ya da abartılı sofra ve abartılı tüketimlerle boy göstermektedir. Yemek yemek en temel ihtiyaçtır. Ancak bu şartlarda sofra kültürünün birleştirici özelliği kalmamıştır ya da hemen hemen yok olmaktadır. Değişen yemek kültüründen ziyade en can yakıcı nokta, sofra kavramının anlamından uzaklaşmasıdır. Büyük ile küçüğün belli olduğu, aile kavramının henüz çözülmediği bir anlayışın bozulmasıdır. Yani samimî bir paylaşım olabilecek bir unsurun anlamları ile beraber kaybolmasıdır.

Ne yazık ki günümüz dünyasının tüketime dayalı sistemleri ve usullerinin arkasında nice yitip giden, bozulmaması gerekirken “geleneksel” kelimesine yüklenen olumsuz anlamlar sebebiyle tepki duyulan pek çok bağlayıcı unsurun bozulduğu görülmektedir. Bu sadece sinide yemek yemek ile masada yemek yemek arasında bir tercih meselesi değildir asla. Sevdiklerinizle, açların giderek çoğaldığı bir dünyada onların hakkının da pay edildiği, helâl lokmalarla karın doyurulan sofralarda bulunma şükrünün kaybolmasıdır.

Son söz

Sonuç olarak, bu hususta yeni bir pencereden yeni bir bakışla bu kavramların ne kadar “kutsal ve yüce” olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü bu kavramlar doğrudan doğruya “insan”a yöneliktir. Tanrı’nın yarattığı ve yaratılmışlar içinde mevkisi en yüksek olan insan ve insanların oluşturduğu toplum ve toplumun siyâsî-kurumsal bir organize teşkilatı olan, çatısı altında yaşanılan bir gelenektir sofra ve misafir.

Yukarıda açıklanmaya çalışılan bu iki kavramın özü, mânâ ve mahiyeti, gayesi ve hedefi açısından bu kavramlar üzerinde neden dikkatle eğilmemiz gerektiği öncelikle ailenin, sonra da toplumun ahengi için önemlidir. Kültürel kavramlar, kelimeler, değerler, kurumlar, kuruluşlar tarihî devamlılık arz eder. Ancak tarihî, siyâsî, sosyal, kültürel, coğrafî farklılıklar veya kazanımların yaşanması nedeniyle bu kavramların değişimi veya tekâmülü/gelişimi de kaçınılmazdır. Yani kültürel kavramlarda ve mahiyetlerinde zaman ve mekân itibariyle doğal olarak birtakım değişiklikler ortaya çıkabilir. Ancak bu değişikliklerde dahi kavramların özü, aslı ve asıl mânâsı kısmen korunmuş ve günümüze dek gelebilmiştir.

Tarih-kültür metodolojisi ve bilimsel usuller açısından dikkat edilecek olan önemli bir husus da gelenek ve görenek kavramlarının ve yaşanmışlıkların araştırmalarında, yaşatılmasında o devrin ve bu devrin şartları ve özellikleri dikkate alınarak günümüz için faydalı çıkarımlarda bulunabilmektir.

Bilindiği gibi Türkler İslâmiyet’ten önce Orta Asya Kültür ve Medeniyet dairesinde yaşadılar. İslâmiyet’ten sonra ise Türk-İslâm Kültür ve Medeniyet dairesine geçtiler. İslâmiyet’ten sonra yeni dinî değerlerin yanı sıra halkın kendi öz kültürü-töresi kısmen devam etti. Cumhuriyet’ten sonra daha çok Batı Medeniyeti dairesine geçildi. Bu geçiş, her alanda olduğu gibi sofra kültüründe de çok hızlı değişimlere ve birçok bakımdan kültürel erozyona uğramamıza neden oldu. Ama bütün bunlara rağmen denilebilir ki, Türk kültürü bu medeniyet daireleri kıskacında dahi tarihsel bakımdan kısmî oranda devamlılık gösterebildi. Tarihî gerçeklerden yola çıkarak, her yeni kültür ve medeniyet dairesinin eskiyi korumakla beraber yenilikleri de beraberinde getirdiği gerçeği, zamanla yeni değişimlere kapılar aralamaya devam edecektir.