
HER toplumun
yapıtaşı ailedir. Kadın ve erkeğin birlikte yaşamaya karar vermesiyle dünyaya
gelen çocukları anne ve babaları sahiplenirler. Böylece “aile” denen küçük
topluluk oluşur. Zamanla bu topluluk çoğalarak büyür. Ve bu topluluk basit de
olsa bir düzen içinde hareket eder. Çünkü topluluk olan bir yerde bazı
kuralların olması gerekir. Aksi durumda kargaşa ve anarşi çıkar. İşte bir
ailedeki bu hayat tarzı herhâlde devletlerin de ilk çekirdeğini oluşturur.
“Devletin çekirdeğini aile
oluşturur” yaklaşımı, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın bir araya gelerek çocuklarının
olması ve bir zaman sonra çoğalarak bir topluluk oluşması, sonra da Hz. Âdem’in
o topluma peygamber olarak görevlendirilmesi gerçeğine ters değildir. Bu
bağlamda “devlet kaynağını” ilk ailede aramak, mantığı zora sokmaz.
Devlet için “Coğrafî
sınırları belli, farklı boylardan oluşan, yazısız veya yazılı (töre/anayasa)
belli kuralları insanların çoğunluğunun kabul ettiği siyasî bir organizasyondur”
denilebilir.
Türk devlet anlayışında
hayatın her tür olumsuzluğuna karşı çocuklarını koruyan bir baba gibi devlet de
milletini her tür olumsuzluğa karşı korur. Diğer bir ifadeyle devlet, ailenin
biraz gelişmiş ve genişlemiş hâli gibidir. Onun için Türkler devlete “baba”
sıfatını layık görmüşlerdir.
Zaman içinde akraba ailelerin
yanı sıra akraba olmayan aileler de zor ve tehlikelere karşı bir araya gelerek
daha kolay yaşayabilmek amacıyla “boy”u, boylar “budun”u, budunlar da “il”i
oluşturmuştur. İlin başına cesaretiyle, adaletiyle ve iyiliğiyle göz dolduran
bir hakan seçilmiştir. Devleti o idare etmeye başlamıştır.
Türklerde aile düzeni ile
devlet düzeni arasında sıkı bir benzerlik görülür. Ailedeki en büyük kişi, o
ailenin reisi sayılır ve yapılacak işler ona danışılır. Ayrıca gök kubbe
devletin örtüsü kabul edilirken, kubbe şeklindeki Türk çadırı da ailenin örtüsü
olarak kabul edilir.
Her milletin kendisine has bir
düşünce yapısı vardır. Milletlerin düşünce yapıları, sahip oldukları inanç,
tarih, ahlâk, kültür ve ekonomi gibi değerlerden hareketle oluşur. Bu değerlere
bağlı olarak bir milletin masal, hikâye, efsane, destan ve atasözleri neşet
eder. Dolayısıyla milletler, devletlerine kendi inanç ve düşüncelerine göre bir
anlam yüklerler.
Türk devlet düşüncesinin ilk
izlerini kitabelerde görmek mümkündür. Göktürk ve Uygur kitabeleri bize bu
konuda birçok bilgi verirler. Devletlerinin sonsuza kadar yaşayacağına inandıklarından,
nelere dikkat edilmesi gerektiğini de o kitabelerde izah etmişlerdir. Türkler
devletlerinin ebedîliğine inanmışlar ve o inançlarını taşlara kazımışlardır.
Türk milleti için devlet çok ama çok önemlidir. Türkler, tarihte
bilindiklerinden beri devletsiz yaşamamışlardır. Farklı coğrafyalarda da olsa
bir devlet kurmuş, yönetmiş ve günümüze kadar devam edip gelmişlerdir.
Türklerdeki bu devlet şuurunun genleriyle oynanmazsa, bu, kıyamete kadar devam
edip gidecektir. Çünkü Türkler, varlıklarını devletlerinin varlığına bağlamışlardır.
Bu şuura sahip olan her Türk, “Devletim varsa ben varım, devletim yoksa bana
hayat hakkı yoktur” diye düşünmüştür.
İlk dönemlerde Türklerin
içinde yaşadığı coğrafya, sahip oldukları töre ve tabiatın görev bilinci içinde
olması ve hareket etmesi gerekiyordu. Bu bilinç onları hem birleştiriyor, hem
de bir düzen içinde yaşama fikir ve şuurunu veriyordu. İşte bu şuur, sonraki
yerleşik şartlar içinde onların çok sıkı bir disiplin içinde hareket etmelerini
zorunlu kılıyordu! Hayatlarıyla bütünleşen bu sıkı disiplin anlayışı, sonraki
dönemlerde devlet kurma şeklinde kendini göstermiştir. Örneğin, Türkler
yerleşik hayata geçmeden önce bozkırlarda hayvanlarıyla bir otlaktan diğer
otlağa göçerlerken her an düşmanlar tarafından yapılabilecek saldırı ve
baskınlara karşı fert fert uyanık olmaya adapteydiler. Bu sıkı disiplin,
ileriki dönemlerde kendini devlet şeklinde gösterdi.
Türkler için toprak, bugün var, yarın yoktu. Toprak kendileriyle değer kazanıyordu. Onlar için önemli olan hayvanları, töreleri, siyasî birlikleri ve özgürlükleriydi. Yerleşik hayata geçen toplumların toprağa verdiği önemle bozkırlarda dolaşan eski Türklerin toprağa verdiği önem arasında kayda değer bir fark görünür. Örneğin yerleşik hayata sahip olan Hint-Avrupalı kültürler “baba” sıfatını vatanlarına verdikleri hâlde, Türkler bu sıfatı devletlerine vermişlerdir. Onun için Hint-Avrupalılar işgale uğrasalar bile topraklarını terk etmez, işgalcilere boyun eğer ve onların boyunduruğu altında yine toprakları üzerinde yaşamayı kabul ederler. Fakat Türkler, varlıklarını bağımsızlıkla birlikte gördükleri için, hürriyeti bütün nimetlerin üzerinde tutarlar. Saldırıya uğradıkları zaman düşmanı yenemiyorlarsa, topraktan vazgeçerek başka yere göçer, devleti orada kurar ve düşmana boyun eğmezler. Onun için Türkler esaret altına girmemişler ve tarih boyunca hiç devletsiz kalmamışlardır.
Töre ve kut
Türklerde devletin yapısı
töreye göre düzenlenirdi. Töre, devletten ve devlet başkanından ayrı bir şeydi.
O, uyulması gereken kurallar bütünüydü. Aslında töre için “Eski Türk dininin
adıydı” da denilebilir. Çünkü gerçek töreyi koyan ve veren Tanrı’ydı. Töre,
hakana ve halka sınırlar çiziyordu. Herkes ona uymak zorundaydı. Ancak her
şeyden önce bağımsızlık gelirdi. Hâkimiyet için vazgeçilmez olan bağımsızlıktı.
Türklerin sahip oldukları hayat tarzları, onların karakterleri hâline gelmişti.
Onlar bağımsız olamayanı ölü kabul ederlerdi.
Türk hakanı devleti töreye
göre yönetir ve bu görevi Tanrı’nın bir lütfu olarak bilirdi. Bütün insanları idare
etmesi için hakanı Tanrı’nın tahta oturttuğuna inanılırdı. Bu görevi hakana
ancak Tanrı verirdi. Eğer hakan yanlış yapar, töreye uymazsa, bu görevi
Tanrı’nın geri alacağına ve onu perişan edeceğine inanılırdı. Hakanın Tanrı
tarafından görevlendirildiği inancı İslâm’dan önce ve sonra bütün Türk
devletlerinde vardı.
Türklerde hâkimiyetin kaynağı
Tanrı olarak kabul edilir, fakat hakana ulûhiyet atfedilmezdi. Bu anlayış
Cumhuriyet döneminde, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şekline
dönüştürülmüştür.
Eski Türk devletlerinde
siyasî iktidar kavramı, “kut/Allah’ın takdiri” tabiri ile ifade edilirdi.
Türklerdeki siyasî iktidarın mahiyeti Kutadgu Bilig’de şöyle açıklanır: “Kut’un
tabiatı hizmet, işarı adalettir… Fazilet ve kısmet kut’tan doğar… Beyliğe yol
ondan geçer… Tanrısaldır… Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile
gelmedin, onu sana Tanrı verdi! Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar…”[i]
Şemseddin Sami de “kut” kelimesini günümüze şu anlamlarıyla taşır: “Uğur, talih, ikbal, baht, saadet…” Aynı kökten gelen “kutlu” kelimesi de “uğurlu, hayırlı, bereketli ve mutlu” anlamlarında kullanılır.[ii] Tanrının Türk hükümdarına cihanı idare etme hakkını verdiği inancını Hun, Göktürk, Uygur, Selçuklu, Osmanlı gibi Türk devletlerinin hepsinde görüyoruz. Örneğin İslâm’dan önce Hun hükümdarları, kendilerine “Tanrı kutu” derlerdi. Göktürk Hakanı Bilge Kağan, “Tanrı irade ettiği için tahta oturdum, dört yandaki milletleri nizama soktum”[iii], “Babam kağan ile anam hatunu Tanrı tahta oturttu”[iv] derken, İslâm’dan sonraki dönemlerde Osman Gazi, “Ona sultanlık veren Allah, bana gazilik verdi” sözleriyle hâkimiyetin bir nasip işi olduğunu ifade eder. Fatih, “Allah Teâlâ’nın inayetiyle Sultan Muhammed Han” diye söze başlar.[v] Kanunî Sultan Süleyman’ın da Avusturya ve İspanya hükümdarlarına yazdığı mektuba, “Hakk Teâlâ’nın inayeti ve Ulu Peygamberimizin mucizât-ı berakâtı ile yeryüzü hakanlarına taç giydiren sultanlar sultanı”[vi] diyerek söze başlamıştı.
Türkler, varlıklarını bağımsızlıkla birlikte gördükleri için, hürriyeti bütün nimetlerin üzerinde tutarlar.
Devletin beka meselesi
Güneşin
doğduğu yerden battığı yere kadar her tarafı Türk idaresi altına alma
imkânlarının aranması düşüncesi, her Türk
devlet adamı tarafından yerine getirilmesi gerekli bir vazife olarak telakki
edilmiştir. Cihan hâkimiyeti düşüncesindeki amaç, yeryüzünde huzur ve sükûnu
sağlamaktı. Türkler Müslüman olduktan sonra Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim
kılmak için yapılan her türlü gayret ve çaba (cihat) da bu düşünceye (kut’a)
eklendi. Bu iki düşüncenin birleşmesiyle Türkler yeni bir ruh kazandılar.
Osmanlı döneminde Fatih,
devletin “baba” olma anlayışını kanunnamesiyle kaldırdı. Çünkü devletin bekası
ve selameti her şeyin üzerinde düşünülüyordu. Böylece çok uzun bir zamandan
beri Türk tarihinde cereyan eden taht kavgalarına bir nokta konuyordu. Zira taht
kavgaları sırasında pek çok insanın kanı akıyordu. Tarihte bunların pek çok acı
örnekleri yaşanmıştı. Örneğin Selçuklular döneminde II. Kılıçaslan tahta
çıkınca, rakip gördüğü ortanca kardeşini boğdurmuştu. Gıyaseddin Keyhüsrev,
oğlu dünyaya gelince hapiste tuttuğu kardeşlerini idam ettirmişti. Osmanlı
döneminde boğdurulan şehzadeler, isyanda başı çekebilecek kişiler ortadan
kaldırılarak böylece daha çok kan akıtılması önlenmiş oluyordu. Ancak bu,
devleti daha da merkezîleştiriyordu. Fakat her şeye rağmen devletin yaşaması
gerekiyordu. Binlerce kurban yerine hanedan, kendinden bir veya birkaç kurban
vermeyi göze alıyordu. Türklerde din ve devletin bekası evlattan daha
önemliydi. On derviş bir kilime oturabilirdi, fakat iki padişah bir iklime
sığamazdı.
Devlete karşı ayaklanma,
isyan etme, anarşi çıkarma bağıy kabul ediliyor ve cezası idam olarak
belirtiliyordu. Türk tarihinde devletin bekası söz konu olduğu zaman diğerleri
teferruat hükmünde kalıyordu. Türklerin tarih sahnesinden silinmesini
engelleyen ve Türkleri devletsiz bırakmayan, işte bu devlet düşüncesiydi! Ancak
devlet düşüncesinin süreklilik arz etmesi gerekir.
Her devletin tarihinde olduğu
gibi, Türk Devleti tarihinde de devlete başkaldırarak onu bölmek, parçalamak
yahut yıkmak isteyen pek çok kişi veya zümre olmuştur. Bu türden olup iktidarı
yıkmaya yönelik davranış içine girenlere devlet mavi boncuk dağıtmamıştır. Ne
gerekiyorsa acımadan ve geciktirmeden yapmıştır. Çünkü hiçbir devlet, hiçbir
zaman bölünmeye ve yıkılmaya müsaade etmez. Hele yabancılarla işbirliği yapılmasına
hiç müsaade etmez! Bir devlet, çiftinde çubuğunda, işinde gücünde olan hiçbir
vatandaşına durup dururken tokat atmaz. Uslu durmayanları, uslu durmaya davet
eder, eğer bundan anlamazlarsa anladıkları dilden konuşur. Bu hengâmede görevli
olan kimseler maksadı aşan davranışlarda bulunurlarsa onları tespit edip
işledikleri suça göre cezalandırma yine devletin görevidir.
Suç ve ceza bireyseldir. Devletin bizatihi kendisi suçlu sayılamaz. Devlet, hükmî bir şahsiyettir. Eğer devlet suçlu görülürse, devletin bütün fertleri de suçlanmış olur ki bu kabul edilemez!
Eğer bugün Türk Devleti,
önceki dönemlerde devlete başkaldırdıkları için cezalandırılan insanlardan özür
diler yahut “O insanları cezalandırmakla devletimiz suç işlemiştir” şeklinde
bir yaklaşım içine girerse, otorite ve saygınlığını kaybeder. Ayrıca şöyle bir
çelişkiye de düşülür ki bunun izahı mümkün olmaz: Bugün, önceki dönemlerde
olduğu gibi devleti bölmek, parçalamak ve yıkmak isteyen bölücüler üzerine
hiçbir operasyonun yapılmaması gerekir. Neden? Çünkü yapılırsa suç işlenmiş
sayılır ve onlardan hemen özür dilenmesi, hatta onlara tazminat ödenmesi
gerekir. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir mantıkla hareket edildiğinde
bakınız iş nerelere uzanır: II. Kılıçaslan, devleti adına suç işlemiş sayılır;
çünkü devletin bekasını düşünmüştür. Yavuz Sultan Selim, devleti adına suç
işlemiş sayılır; çünkü vergilerini İran’a gönderen ve Anadolu’da isyan çıkaran
grupları tepelemiştir. Fatih Sultan Mehmet, devleti adına suç işlemiş sayılır;
çünkü devletin bekası için “Kardeşler etkisiz hâle getirilebilir” diye ferman
çıkarmıştır. Atatürk, devleti adına suç işlemiş sayılır; çünkü Dersim isyanını
bastırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanları, devlet adına suç işlemiş
sayılırlar; çünkü teröristlere gerektiği her zaman ve zeminde operasyonlar
düzenlemişlerdir. Devleti korumak için yapılan her faaliyet suç kapsamına girer
ki bunun içinden çıkılmaz.
Her olayın kendi zamanı ve
zemini içinde değerlendirilmesi gerekir. Devletimiz istiklâl ve istikbâli için
ne gerekiyorsa onu yapacaktır.
Türk Devleti’nin genetik
yapısıyla oynanmamalıdır!