Turan eller var olsun!

Coğrafyamız, Batı Avrupa emperyalizminin beklenti ve gücüne göre yeniden düzenlendiği için sınırlar ve kavramlar yeniden tanımlanmıştı. Bunun bir sonucu olarak kültürel bütünlük, geçiş ve etkileşimler yeni durumdan fazlasıyla etkilendi. Bütünlüğünü kaybeden coğrafyanın siyâsî problemleri, yeni durumdan beslendi. Yeni siyâsî oluşumlar kendi güçleri nispetinde talepleri bırakıp hâricî merkezlerin sunduğu teklifleri benimsedi. Bu da coğrafyanın imkânlarını değersizleştirdi. Derbent’ten Kerkük’e kadar uzanan kültürel bütünlüğün iktisadî, siyâsî ve fikrî sonuçlarını coğrafyanın imkânları bağlamında ele almak gerekir.

HER milletin hayatında sözlü ve yazılı edebiyatın, güzel sanatların ve zarâfetin ölçüsü, o medeniyetin kadirşinaslığı ve muasır mesâbesindedir. Bazen bir şiir mısraı veya bir beyit, gönül dünyanızın mânevî cihetini anlatmaya kâfidir.

Cumhurbaşkanımız, edebiyata düşkün ve şiir okumayı seven bir lider. Onun okuduğu şiirler, hayatında hep birer dönüm noktasına tekâbül ediyor. Okuduğu şiirlerin bedelini ödemiş bir siyâsetçi.

Devlet Başkanımızın dostlarıyla kurduğu ünsiyet, bazen bir mısra ile râbıta-i kalb oluyor. Ne acıdır ki, Bakü’de, Karabağ’ın Azatlık Töreni’nde okuduğu son şiir de İran açısından bir diplomatik sarsıntıya yol açtı, İran Dışişleri Bakanlığı ve İran Meclisi’nde hâddi ve edebi aşan ifadelerin sarfına sebep oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu şiirde İran’a dair tek bir kelime dahi geçmiyordu ama İran, her nasılsa, Bahtiyar Vahapzade’ye ait bu şiirin kendisine karşı okunduğunu düşünüyordu. Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in hâddini zorlayarak attığı sosyal medya mesajı ve okuyanların hayretlerine mucip olan hâli ise kötü niyetin, affederiniz, karın ağrısının tezahürüdür.

Ne olmuştu ki bu şiir İran Dışişleri’nin zoruna gitmişti?

İran, herhâlde işgalci Ermenistan’ın tarafını tutacak değildi. Hem zaten kendi nüfusunun üçte biri Azerbaycan Türkü değil miydi? Kendi halkının hissiyatına kulak vererek Azerbaycan’ın yanında yer alması gerekmiyor muydu? İran’ın, Amerika ile bir olup Ermenistan’ın yanında duracağı yerde Türkiye ile bir olup Azerbaycan’ın yanında durması gerekmez miydi?

Zâhirî olarak her aklı başında insanın böyle düşünmesi gerekiyor ancak Orta Doğu’nun iki büyük devletinin ayrı medeniyet tasavvurlarına sahip olmaları ve de Türkiye ile İran’ın arasındaki tarihî serencam bu durumu etkiliyor.

Bugünkü İran’ın kökenini oluşturan Persler ile Türklerin kurduğu çeşitli devletlerin ilişkileri İslâmiyet’in doğuşu ve yaygınlaşması ile şekillendi. Türklerin batıya doğru göçlerinde İranlılarla sık karşılaşır olmaları da iki kültürü derinden etkiledi.

İran coğrafyasında çeşit adlarla Türk hanedanların hâkim oldukları malûmdur. 373 yıldır değişmeyen Türkiye-İran sınırı, 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla belirlidir. Bu sınırın en ehemmiyetli tarafı, aynı zamanda günümüzün Orta Doğu coğrafyasında sömürgeci devletlerin belirlemediği nadir sınırlardan olmasıdır.

1921 tarihine kadar çeşitli Türk hanları tarafından idare edilen İran’da, Türk-İran ilişkilerinde Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve İran’da Pehlevî Hanedanının başa geçmesiyle birlikte yeni bir dönem başladı. 1921’de Rıza Şah’ın ihtilâli ile başlayan bu yeni dönemde ulus-devlet, modernite gibi kavramların bu devletler özelinde giderek ön plâna çıkmasıyla birlikte, İran ve Türkiye daha fazla ortaklık kurmaya başlamıştı. Bu dönemde yavaş ancak sürekli devam edecek olan yakınlaşmanın ilk adımları atıldı. İki ülkenin yakınlaşması, Cumhuriyet dönemine gelmeden önce, 19’uncu yüzyıldan başlayarak artan Rus tehdidi nedeniyle oldu. Bu durum Türkler ile İranlıları “ortak düşmana” karşı ittifaka yöneltti. Napolyon’un Rusya’yı güneyden kuşatma girişimi de iki tarafı birbirine hiç olmadığı kadar yakınlaştırdı.

Soğuk Savaş döneminde her iki ülke de Sovyetler Birliği’ne karşı Batı Bloku’nda yer aldı. Ancak Türkiye NATO üyesi olduktan sonra Tahran ile siyâsî, askerî ve ekonomik ilişkiler yeterince gelişmedi. Pehlevî Hanedanının sonu, yeni İran rejiminin başlangıcı olan 1979 yılında gerçekleşen “İran İslâm Devrimi” ile yaşanan değişim, iki komşu arasında ideolojik çatışmaya rağmen işbirliği de getirdi. Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’nin bölgedeki etkisini arttırdığı bir dönemde İran’daki yeni rejimin Moskova karşıtı tutumu, hem Türkiye, hem de başlangıçta müttefiki ABD tarafından olumlu karşılandı. Bu nedenle Türkiye, kuruluşundan birkaç gün sonra, 13 Şubat 1979’da İran İslâm Cumhuriyeti’ni tanıdığını açıkladı. Bütün bu olanların yaşandığı demde İran ise milletlerarası plâtformda tamamen yalnızdı. Dolayısıyla iç dengelerini oluştururken, dışarıdan tepki görmemek amacıyla başta Türkiye olmak üzere komşularına ve çevre ülkelere dostça mesajlar göndererek bu ülkelerle ılımlı ilişkiler yaratma yoluna gitti. Ancak İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Ayetullah Humeyni’ye göre Türkiye’nin lâik devlet modeli, kendi rejimi açısından bir tehditti. Türkiye ise, “Lâik rejime zarar getirecek, İran’ın ihraç ettiği rejimin ülkemize sirâyet etme tehlikesi var” diye İran’la hep mesafeli oldu. Bu nedenle İran İslâm Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana Türkiye’ye temkinli yaklaştı.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi, bölgesel politikalar için yeni bir başlangıç oldu. 2001’deki 11 Eylül saldırılarından sonra dengeler bir kez daha değişti. ABD’nin önleyici savaş doktrinini harekete geçirmesi ve Rusya’nın da buna destek vermesi, İran’ın teröre karşı savaşta dışlanmasına neden oldu. Bu kırılgan süreçte Ankara, İran’a yönelik işbirliği adımlarını her zamankinden daha dikkatli atmak zorunda kaldı, dengeli bir politikadan yana oldu.

İki ülkenin kimi zaman ayrı hedeflere doğru işâretler vermesinin tabiî karşılanması gerekir. Çünkü Irak’a müdahalede Tahran yönetimi, Türkiye’nin asker göndermesine karşı çıktı, iki ülkenin de Kuzey Irak’ta çıkarları vardı. 

Bir şiirle gerilen ilişki

Sayın Cumhurbaşkanımızın Azerbaycanlı Türk kardeşlerimizin hissiyatına ortak olmak için okuduğu iki şiirin İran Parlamentosu’nda Pers ırkçılığının depreştirdiğini, ırkçılığın ve Osmanlı-Türk düşmanlığının dışa vurumu olan hâli, histerik ruha kapılan bazı milletvekillerinin tepkileri evvelinde bölgenin stratejik durumuna bir bakalım…

21’inci yüzyılın üzerinde en çok pazarlık yapılan yeryüzü ve yeraltı kaynaklarının Kafkasya ve Orta Asya’da bulunması, İran ve Türkiye’yi bu bölgelerde anahtar ve köprü durumuna getirdi. Kaynakların hem Doğu, hem de Batı pazarına ulaştırılması, hem Akdeniz’e, hem de Hint Okyanusu’na taşınması için Türkiye ve İran, önemli bir konum elde etti. Ancak bu durum zaman zaman karşılıklı çıkar çatışmalarının da temeli hâline geldi. Türkiye’nin şartlar muvacehesinde ABD ile olan ilişkileri, Irak ve Kuzey Irak’ın yeniden yapılanmasıyla ilgili kaygılar, iki komşu arasındaki ilişkilerin temel parametreleri oldu.

Öyle kritik zamanlar vardır ki, şartlar iki ülkeyi aynı idealde birleştirebilmiştir. Meselâ, ABD’nin Irak’a müdahalesi sonrası Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin giderek güçlenmesi ve bağımsız devlet kurma fikrinin gündeme gelmesi, iki ülkeyi son yıllarda hiç olmadığı kadar yakınlaştırdı. Bu durumun aksi de mümkündür. Meselâ, Suriye meselesinde düşman iki kardeş hâline gelinmiştir. Bu konuda İran, Çin ve Rusya’nın safında yer almakla PKK/PYD’ye destek vermiş oldu.

Hazar Bölgesi, Sovyetler gibi büyük bir gücün ortadan kalkması ve iki kutuplu düzenin sona ermesiyle birlikte bir güç boşluğuna düştü. Ankara, yeni dönemde Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını kazanan Türk cumhuriyetlerle ekonomik ve diplomatik ilişkiler kurmayı hedefledi. Orta Asya’da Türkiye ve İran ortak çıkarlar etrafında, çatışmayla sonuçlanmadan güç mücadelesine girişti. İran, sahip olduğu görüş istikametinde ABD ve Türkiye’ye karşı Rusya ile yakınlaşarak bölgede oluşan güç boşluğuna karşı tedbir alma yoluna gitti. Bu dönemde Ankara, İran’ın bölgesel güç olma çabasını tehdit olarak değerlendirirken, İran da Türkiye’yi “Büyük Şeytan” diye tanımladığı ABD tarafından yönlendirilen bir ülke olarak görmeye başladı. İran bunu söylerken, Suriye konusunda ABD’nin istikametinde hareketle zımnen İsrail’e destek olduğunun farkında değilmiş gibi hareket etmeye başladı.

Bunu niye mi söylüyorum?

1990-2020 arası dönemde İran’ın PKK’ya verdiği destek, Türkiye-İran ilişkilerini olumsuz etkiledi. Bu hususta arada bir ortak bazı kararların alınması mevzu olsa da genel politikaların uzağındadır.

Devlet aklının vücût bulduğu Hükûmetimizin son yıllarda takip ettiği kararlı ve yerli-millî politikaların ise ister istemez komşularımızı memnun ettiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye’nin Libya’dan Kafkaslara kadar bir geniş bir alanda yürüttüğü faaliyetlerin Avrupalı siyâsiler tarafından imparatorluk özlemi veya arayışı olarak nitelendirilmesini tabiî bir durum olarak görmek gerekir. Oryantalist edebiyatın kirlettiği bir zihniyet biçiminden Türk ve İslâm dünyasıyla ilgili hakkaniyetli bir değerlendirmenin her zaman olduğu gibi yine çıkmayacağı açıktır.

Özellikle Türk tarihi ile ilgili olarak belleklerine kazınmış korku tekrar gün yüzüne çıkmaktadır. Günümüzde bu bellek yoğun bir şekilde uyarılmakta ve kitleler kasıtlı olarak Türk ve İslâm düşmanlığı ile yönlendirilmektedir. Türkiye’nin imparatorluk özlemi ile hareket ettiği yönündeki haberlere de bu şekilde bakabiliriz. Avrupa’da Türkiye korkusu ve düşmanlığı giderek yaygınlaşmakta, Amerikalılar da Avrupalıların bu stratejisini benimsemektedir.

Bugün olanların bir özetini yapalım: Kafkas İslâm Ordusu’nun 1918’de Bakü’yü işgalden kurtarması ve Dağlık Karabağ’daki Ermeni çetelerinin bertaraf edilmesiyle ortaya çıkan durumun politik ve kültürel sonuçları tam olarak tartışılmamıştır. Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Turan hayâlleri kavramı yeniden dolaşıma girdi. Bunun bir yansıması olarak Kafkasya coğrafyası da genel hatları itibarıyla romantik bir meseleye indirgendi.

Hâlbuki Enver Paşa ve Kafkas İslâm Ordusu, Anadolu’ya coğrafî derinlik kazandırmıştı. 1918’de bu derinlik takdir edilmezdi. İngiltere basınının gelişmelerin varabileceği yeri görmesi tesadüfî değildi. İçimizdeki yabancı hayranı muhalifler görmek istemese bile İmparatorluk bakışına sahip olan İngiliz basını, büyük oyunun sahnelendiği Afganistan’la ilgili gelişmeleri takdir edebiliyordu. Bu ülke Britanya imparatorluk tâcının eşsiz mücevheri Hindistan ile geniş bir kara bağlantısına sahipti. Yüz yıl sonra Dağlık Karabağ’ı işgalden kurtarmak için verilen mücadele ve ortaya çıkan başarının da Türkiye’de yine realist bir şekilde tartışılmadığını görüyoruz.

Turan hayâli ile Rusya’nın coğrafyada dolaşan hayâleti ve kültürel tarihe yabancılaşma gibi olumsuzlukların tahrip ettiği bir fikrî zaviyeden bakıldığı için meydana gelen değişim, tam olarak görülemiyor. Ortaya çıkan yeni güç, coğrafyanın sağladığı imkânlarla ciddî bir etki meydana getirebilir. Türkiye’den Nahcivan’a ve oradan da Zengezur üzerinden Azerbaycan’a doğru uzanan ince hattın zayıf bir pamuk ipliğine benzetilmesi, değişimin görülmesini engellemektedir.

Ciddî konulara ciddiyetsiz yaklaşımlarla yaklaşılamaz

Oysa bu hat fiilî bağa dönüştüğünde coğrafyaya iktisadî, siyâsî ve fikrî zenginlik katacaktır. Buna elbette birkaç günlük zaman diliminde ulaşmak mümkün olmayacak, fakat öncelikli olarak bunu romantik bir hayâl olarak görmekten vazgeçmek gerekir. Bu zenginliğe kimlik kazandırması gerekenlerin kötümser bir bakışı sahiplenmeleri kabul edilecek bir durum değildir. Bugünkü değişim, “ölü malzemeler” üzerinden geliştirilmiş ve zenginleşmiş kavramlarla anlaşılamaz. Allah (cc) dâvâsına sevdâlıların unutmaması gereken bir hakikat vardır: Güney Kafkasya, kültürel olarak Kerkük’e kadar uzanan bir hattı içine alır. “Orta Doğu”, bize ait bir kavram olarak ortaya çıkmamıştı. Coğrafyamız, Batı Avrupa emperyalizminin beklenti ve gücüne göre yeniden düzenlendiği için sınırlar ve kavramlar yeniden tanımlanmıştı. Bunun bir sonucu olarak kültürel bütünlük, geçiş ve etkileşimler yeni durumdan fazlasıyla etkilendi. Bütünlüğünü kaybeden coğrafyanın siyâsî problemleri, yeni durumdan beslendi. Yeni siyâsî oluşumlar kendi güçleri nispetinde talepleri bırakıp hâricî merkezlerin sunduğu teklifleri benimsedi. Bu da coğrafyanın imkânlarını değersizleştirdi. Derbent’ten Kerkük’e kadar uzanan kültürel bütünlüğün iktisadî, siyâsî ve fikrî sonuçlarını coğrafyanın imkânları bağlamında ele almak gerekir. Bu da coğrafyamıza Avrupa merkezci bir gözle bakmamayı gerektirir.

Sözümüz ve özümüz şunu söyler: Daha geniş bir açıdan baktığımızda, Türkiye’nin küresel sisteme ikinci defa müdahale ettiğini görebiliriz. İlkinde Sultan İkinci Abdülhamid Han, inanılmaz bir gayret sarf etmişti. Enver Paşa’yı da bu gayretin içinde görmek gerekir. Basra’dan Berlin’e kesintisiz bir demiryolu hattı büyük bir hayâldi ve gerçeğe dönüşmesine bir adım kalmıştı. Sultan Abdülhamid Han, Doğu ve Batı arasında bütünlüklü bir coğrafya inşâ ediyordu. Bu, elbette Türk ve İslâm coğrafyasıydı. Eğer Basra Körfezi’ne kadar uzanan sahaya coğrafî bütünlük kazandırabilseydik, yirminci yüzyılın tarihi farklı olurdu.

Yüz yıl sonra yine Doğu ve Batı arasında yeni bir coğrafya inşâ etmeye kalkmamızın anlamı üzerinde durmak gerekir.

Bugün tek merkezden yönetilen bir imparatorluk arayışı içinde değiliz. Zaten emperyal bir tasavvurumuz yoktur; biz, Rızâ-i İlâhînin yolunda Nizâm-ı Âlem Ülküsünün müntesibi bir neslin torunlarıyız. Bu, geçmişte de böyleydi. Osmanlı, hiçbir zaman Batılı ulus devletlerin imparatorluk anlayışına sahip olmadı. Dolayısıyla coğrafyamızda Türkiye gibi güç merkezlerinin ortaya çıkması oldukça önemlidir. Bu, Doğu’dan ve Batı’dan farklı bir duruma işâret eder. Bunun ilâcı ve müracaat edeceğimiz mâkâm-ı â’lâ, Dîn-i Mubîn-i İslâm’dır.

İslâmiyet, yeniden inşâ etmek zorunda olduğumuz coğrafyanın fikrî bütünlüğünü sağlamaktadır. Dinimiz, bu coğrafyanın zaafı değil, bilakis en zengin güç kaynağıdır. Basra Körfezi’ne doğru koruyamadığımız coğrafî bütünlüğü, Hazar ile Akdeniz arasında inşâ etmemiz çok önemli bir gelişmedir ve üzerinde çokça düşünmeyi gerektirir.

Vesselâm…