HER
milletin hayatında sözlü ve yazılı edebiyatın, güzel sanatların ve zarâfetin
ölçüsü, o medeniyetin kadirşinaslığı ve muasır mesâbesindedir. Bazen bir şiir
mısraı veya bir beyit, gönül dünyanızın mânevî cihetini anlatmaya kâfidir.
Cumhurbaşkanımız, edebiyata düşkün ve şiir okumayı seven bir lider.
Onun okuduğu şiirler, hayatında hep birer dönüm noktasına tekâbül ediyor.
Okuduğu şiirlerin bedelini ödemiş bir siyâsetçi.
Devlet Başkanımızın dostlarıyla kurduğu ünsiyet, bazen bir mısra
ile râbıta-i kalb oluyor. Ne acıdır ki, Bakü’de, Karabağ’ın Azatlık Töreni’nde
okuduğu son şiir de İran açısından bir diplomatik sarsıntıya yol açtı, İran Dışişleri
Bakanlığı ve İran Meclisi’nde hâddi ve edebi aşan ifadelerin sarfına sebep oldu.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu
şiirde İran’a dair tek bir kelime dahi geçmiyordu ama İran, her nasılsa,
Bahtiyar Vahapzade’ye ait bu şiirin kendisine karşı okunduğunu düşünüyordu. Dışişleri
Bakanı Cevad Zarif’in hâddini zorlayarak attığı sosyal medya mesajı ve
okuyanların hayretlerine mucip olan hâli ise kötü niyetin, affederiniz, karın
ağrısının tezahürüdür.
Ne olmuştu ki bu şiir İran Dışişleri’nin zoruna gitmişti?
İran, herhâlde işgalci Ermenistan’ın tarafını tutacak değildi. Hem
zaten kendi nüfusunun üçte biri Azerbaycan Türkü değil miydi? Kendi halkının
hissiyatına kulak vererek Azerbaycan’ın yanında yer alması gerekmiyor muydu?
İran’ın, Amerika ile bir olup Ermenistan’ın yanında duracağı yerde Türkiye ile
bir olup Azerbaycan’ın yanında durması gerekmez miydi?
Zâhirî olarak her aklı başında insanın böyle düşünmesi gerekiyor
ancak Orta Doğu’nun iki büyük devletinin ayrı medeniyet tasavvurlarına sahip
olmaları ve de Türkiye ile İran’ın arasındaki tarihî serencam bu durumu etkiliyor.
Bugünkü İran’ın kökenini
oluşturan Persler ile Türklerin kurduğu çeşitli devletlerin ilişkileri
İslâmiyet’in doğuşu ve yaygınlaşması ile şekillendi. Türklerin batıya
doğru göçlerinde İranlılarla sık karşılaşır olmaları da iki kültürü derinden
etkiledi.
İran
coğrafyasında çeşit adlarla Türk hanedanların hâkim oldukları malûmdur. 373 yıldır değişmeyen Türkiye-İran sınırı, 1639 yılında
imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla belirlidir. Bu sınırın en ehemmiyetli
tarafı, aynı zamanda günümüzün Orta Doğu coğrafyasında sömürgeci devletlerin
belirlemediği nadir sınırlardan olmasıdır.
1921 tarihine kadar çeşitli Türk hanları
tarafından idare edilen İran’da, Türk-İran ilişkilerinde Osmanlı
Devleti’nin sona ermesi ve İran’da Pehlevî Hanedanının başa geçmesiyle birlikte
yeni bir dönem başladı. 1921’de Rıza Şah’ın ihtilâli ile başlayan bu
yeni dönemde ulus-devlet, modernite gibi kavramların bu devletler özelinde
giderek ön plâna çıkmasıyla birlikte, İran ve Türkiye daha fazla ortaklık
kurmaya başlamıştı. Bu dönemde yavaş ancak sürekli devam edecek olan
yakınlaşmanın ilk adımları atıldı. İki
ülkenin yakınlaşması,
Cumhuriyet dönemine gelmeden önce, 19’uncu
yüzyıldan başlayarak artan Rus tehdidi nedeniyle oldu. Bu durum Türkler ile
İranlıları “ortak düşmana” karşı ittifaka yöneltti. Napolyon’un Rusya’yı
güneyden kuşatma girişimi de iki tarafı birbirine hiç olmadığı kadar
yakınlaştırdı.
Soğuk Savaş döneminde her iki ülke
de Sovyetler Birliği’ne karşı Batı Bloku’nda yer aldı. Ancak Türkiye NATO
üyesi olduktan sonra Tahran ile siyâsî, askerî ve ekonomik ilişkiler yeterince
gelişmedi. Pehlevî Hanedanının sonu, yeni İran rejiminin başlangıcı olan 1979
yılında gerçekleşen “İran İslâm Devrimi” ile yaşanan değişim, iki komşu arasında ideolojik çatışmaya rağmen işbirliği de
getirdi. Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’nin bölgedeki etkisini
arttırdığı bir dönemde İran’daki yeni rejimin Moskova karşıtı tutumu, hem
Türkiye, hem de başlangıçta müttefiki ABD tarafından olumlu karşılandı. Bu
nedenle Türkiye, kuruluşundan birkaç gün sonra, 13 Şubat 1979’da İran İslâm
Cumhuriyeti’ni tanıdığını açıkladı. Bütün bu olanların yaşandığı demde İran ise
milletlerarası plâtformda tamamen yalnızdı. Dolayısıyla iç dengelerini
oluştururken, dışarıdan tepki görmemek amacıyla başta Türkiye olmak üzere
komşularına ve çevre ülkelere dostça mesajlar göndererek bu ülkelerle ılımlı
ilişkiler yaratma yoluna gitti. Ancak İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu olan
Ayetullah Humeyni’ye göre Türkiye’nin lâik devlet modeli, kendi rejimi
açısından bir tehditti. Türkiye ise, “Lâik rejime zarar getirecek, İran’ın
ihraç ettiği rejimin ülkemize sirâyet etme tehlikesi var” diye İran’la hep
mesafeli oldu. Bu nedenle İran İslâm Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana
Türkiye’ye temkinli yaklaştı.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin
yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi, bölgesel politikalar için yeni bir
başlangıç oldu. 2001’deki 11
Eylül saldırılarından sonra dengeler bir kez daha değişti. ABD’nin önleyici
savaş doktrinini harekete geçirmesi ve Rusya’nın da buna destek vermesi,
İran’ın teröre karşı savaşta dışlanmasına neden oldu. Bu kırılgan süreçte
Ankara, İran’a yönelik işbirliği adımlarını her zamankinden daha dikkatli atmak
zorunda kaldı, dengeli bir politikadan yana oldu.
İki
ülkenin kimi zaman ayrı hedeflere doğru işâretler vermesinin tabiî karşılanması
gerekir. Çünkü Irak’a müdahalede Tahran yönetimi,
Türkiye’nin asker göndermesine karşı çıktı, iki ülkenin de Kuzey Irak’ta
çıkarları vardı.
Bir şiirle gerilen ilişki
Sayın Cumhurbaşkanımızın Azerbaycanlı
Türk kardeşlerimizin hissiyatına ortak olmak için okuduğu iki şiirin İran
Parlamentosu’nda Pers ırkçılığının depreştirdiğini, ırkçılığın ve Osmanlı-Türk
düşmanlığının dışa vurumu olan hâli, histerik ruha kapılan bazı
milletvekillerinin tepkileri evvelinde bölgenin stratejik durumuna bir bakalım…
21’inci yüzyılın üzerinde en çok
pazarlık yapılan yeryüzü ve yeraltı kaynaklarının Kafkasya ve Orta Asya’da
bulunması, İran ve Türkiye’yi bu bölgelerde anahtar ve köprü durumuna
getirdi. Kaynakların hem Doğu, hem de Batı pazarına ulaştırılması, hem
Akdeniz’e, hem de Hint Okyanusu’na taşınması için Türkiye ve İran, önemli bir
konum elde etti. Ancak bu durum zaman zaman karşılıklı çıkar
çatışmalarının da temeli hâline geldi. Türkiye’nin şartlar muvacehesinde ABD
ile olan ilişkileri, Irak ve Kuzey Irak’ın yeniden yapılanmasıyla ilgili
kaygılar, iki komşu arasındaki ilişkilerin temel parametreleri oldu.
Öyle kritik zamanlar vardır ki,
şartlar iki ülkeyi aynı idealde birleştirebilmiştir. Meselâ, ABD’nin Irak’a
müdahalesi sonrası Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin giderek güçlenmesi ve
bağımsız devlet kurma fikrinin gündeme gelmesi, iki ülkeyi son yıllarda hiç
olmadığı kadar yakınlaştırdı. Bu durumun aksi de mümkündür. Meselâ, Suriye
meselesinde düşman iki kardeş hâline gelinmiştir. Bu konuda İran, Çin ve
Rusya’nın safında yer almakla PKK/PYD’ye destek vermiş oldu.
Hazar Bölgesi, Sovyetler gibi büyük
bir gücün ortadan kalkması ve iki kutuplu düzenin sona ermesiyle birlikte bir
güç boşluğuna düştü. Ankara, yeni dönemde Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını
kazanan Türk cumhuriyetlerle ekonomik ve diplomatik ilişkiler kurmayı
hedefledi. Orta Asya’da Türkiye ve İran ortak çıkarlar etrafında, çatışmayla
sonuçlanmadan güç mücadelesine girişti. İran, sahip olduğu görüş istikametinde ABD
ve Türkiye’ye karşı Rusya ile yakınlaşarak
bölgede oluşan güç boşluğuna karşı tedbir alma yoluna gitti. Bu dönemde Ankara,
İran’ın bölgesel güç olma çabasını tehdit olarak değerlendirirken, İran da
Türkiye’yi “Büyük Şeytan” diye tanımladığı ABD tarafından yönlendirilen bir
ülke olarak görmeye başladı. İran bunu söylerken, Suriye konusunda ABD’nin
istikametinde hareketle zımnen İsrail’e destek olduğunun farkında değilmiş gibi
hareket etmeye başladı.
Bunu niye mi söylüyorum?
1990-2020 arası dönemde İran’ın
PKK’ya verdiği destek, Türkiye-İran ilişkilerini olumsuz etkiledi. Bu hususta
arada bir ortak bazı kararların alınması mevzu olsa da genel politikaların
uzağındadır.
Devlet
aklının vücût bulduğu Hükûmetimizin son yıllarda takip ettiği kararlı ve
yerli-millî politikaların ise ister istemez komşularımızı memnun ettiğini
söylemek mümkün değildir. Türkiye’nin Libya’dan
Kafkaslara kadar bir geniş bir alanda yürüttüğü faaliyetlerin Avrupalı siyâsiler
tarafından imparatorluk özlemi veya arayışı olarak nitelendirilmesini tabiî bir
durum olarak görmek gerekir. Oryantalist edebiyatın kirlettiği bir zihniyet
biçiminden Türk ve İslâm dünyasıyla ilgili hakkaniyetli bir değerlendirmenin
her zaman olduğu gibi yine çıkmayacağı açıktır.
Özellikle Türk tarihi ile ilgili olarak belleklerine kazınmış
korku tekrar gün yüzüne çıkmaktadır. Günümüzde bu bellek yoğun bir şekilde
uyarılmakta ve kitleler kasıtlı olarak Türk ve İslâm düşmanlığı ile
yönlendirilmektedir. Türkiye’nin imparatorluk özlemi ile hareket ettiği
yönündeki haberlere de bu şekilde bakabiliriz. Avrupa’da Türkiye korkusu ve
düşmanlığı giderek yaygınlaşmakta, Amerikalılar da Avrupalıların bu
stratejisini benimsemektedir.
Bugün olanların bir özetini yapalım: Kafkas İslâm Ordusu’nun
1918’de Bakü’yü işgalden kurtarması ve Dağlık Karabağ’daki Ermeni çetelerinin
bertaraf edilmesiyle ortaya çıkan durumun politik ve kültürel sonuçları tam
olarak tartışılmamıştır. Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Turan hayâlleri
kavramı yeniden dolaşıma girdi. Bunun bir yansıması olarak Kafkasya coğrafyası
da genel hatları itibarıyla romantik bir meseleye indirgendi.
Hâlbuki
Enver Paşa ve Kafkas İslâm Ordusu, Anadolu’ya coğrafî derinlik kazandırmıştı.
1918’de bu derinlik takdir edilmezdi. İngiltere basınının gelişmelerin
varabileceği yeri görmesi tesadüfî değildi. İçimizdeki yabancı hayranı
muhalifler görmek istemese bile İmparatorluk bakışına sahip olan İngiliz
basını, büyük oyunun sahnelendiği Afganistan’la ilgili gelişmeleri takdir
edebiliyordu. Bu ülke Britanya imparatorluk tâcının eşsiz mücevheri Hindistan
ile geniş bir kara bağlantısına sahipti. Yüz yıl sonra Dağlık Karabağ’ı
işgalden kurtarmak için verilen mücadele ve ortaya çıkan başarının da
Türkiye’de yine realist bir şekilde tartışılmadığını görüyoruz.
Turan
hayâli ile Rusya’nın coğrafyada dolaşan hayâleti ve kültürel tarihe
yabancılaşma gibi olumsuzlukların tahrip ettiği bir fikrî zaviyeden bakıldığı
için meydana gelen değişim, tam olarak görülemiyor. Ortaya çıkan yeni güç,
coğrafyanın sağladığı imkânlarla ciddî bir etki meydana getirebilir.
Türkiye’den Nahcivan’a ve oradan da Zengezur üzerinden Azerbaycan’a doğru
uzanan ince hattın zayıf bir pamuk ipliğine benzetilmesi, değişimin görülmesini
engellemektedir.
Ciddî
konulara ciddiyetsiz yaklaşımlarla yaklaşılamaz
Oysa
bu hat fiilî bağa dönüştüğünde coğrafyaya iktisadî, siyâsî ve fikrî zenginlik
katacaktır. Buna elbette birkaç günlük zaman diliminde ulaşmak mümkün olmayacak,
fakat öncelikli olarak bunu romantik bir hayâl olarak görmekten vazgeçmek
gerekir. Bu zenginliğe kimlik kazandırması gerekenlerin kötümser bir bakışı
sahiplenmeleri kabul edilecek bir durum değildir. Bugünkü değişim, “ölü
malzemeler” üzerinden geliştirilmiş ve zenginleşmiş kavramlarla anlaşılamaz. Allah (cc) dâvâsına sevdâlıların unutmaması gereken
bir hakikat vardır: Güney Kafkasya, kültürel olarak Kerkük’e kadar
uzanan bir hattı içine alır. “Orta Doğu”, bize ait bir kavram olarak ortaya
çıkmamıştı. Coğrafyamız, Batı Avrupa emperyalizminin beklenti ve gücüne göre
yeniden düzenlendiği için sınırlar ve kavramlar yeniden tanımlanmıştı. Bunun
bir sonucu olarak kültürel bütünlük, geçiş ve etkileşimler yeni durumdan
fazlasıyla etkilendi. Bütünlüğünü kaybeden coğrafyanın siyâsî problemleri, yeni
durumdan beslendi. Yeni siyâsî oluşumlar kendi güçleri nispetinde talepleri
bırakıp hâricî merkezlerin sunduğu teklifleri benimsedi. Bu da coğrafyanın
imkânlarını değersizleştirdi. Derbent’ten Kerkük’e kadar uzanan kültürel
bütünlüğün iktisadî, siyâsî ve fikrî sonuçlarını coğrafyanın imkânları
bağlamında ele almak gerekir. Bu da coğrafyamıza Avrupa merkezci bir gözle
bakmamayı gerektirir.
Sözümüz
ve özümüz şunu söyler: Daha geniş bir açıdan baktığımızda, Türkiye’nin küresel
sisteme ikinci defa müdahale ettiğini görebiliriz. İlkinde Sultan İkinci Abdülhamid
Han, inanılmaz bir gayret sarf etmişti. Enver Paşa’yı da bu gayretin içinde
görmek gerekir. Basra’dan Berlin’e kesintisiz bir demiryolu hattı büyük bir
hayâldi ve gerçeğe dönüşmesine bir adım kalmıştı. Sultan Abdülhamid Han, Doğu
ve Batı arasında bütünlüklü bir coğrafya inşâ ediyordu. Bu, elbette Türk ve
İslâm coğrafyasıydı. Eğer Basra Körfezi’ne kadar uzanan sahaya coğrafî bütünlük
kazandırabilseydik, yirminci yüzyılın tarihi farklı olurdu.
Yüz
yıl sonra yine Doğu ve Batı arasında yeni bir coğrafya inşâ etmeye kalkmamızın
anlamı üzerinde durmak gerekir.
Bugün
tek merkezden yönetilen bir imparatorluk arayışı içinde değiliz. Zaten emperyal
bir tasavvurumuz yoktur; biz, Rızâ-i İlâhînin yolunda Nizâm-ı Âlem Ülküsünün
müntesibi bir neslin torunlarıyız. Bu, geçmişte de böyleydi. Osmanlı, hiçbir
zaman Batılı ulus devletlerin imparatorluk anlayışına sahip olmadı. Dolayısıyla
coğrafyamızda Türkiye gibi güç merkezlerinin ortaya çıkması oldukça önemlidir.
Bu, Doğu’dan ve Batı’dan farklı bir duruma işâret eder. Bunun ilâcı ve müracaat
edeceğimiz mâkâm-ı â’lâ, Dîn-i Mubîn-i İslâm’dır.
İslâmiyet,
yeniden inşâ etmek zorunda olduğumuz coğrafyanın fikrî bütünlüğünü
sağlamaktadır. Dinimiz, bu coğrafyanın zaafı değil, bilakis en zengin güç
kaynağıdır. Basra Körfezi’ne doğru koruyamadığımız coğrafî bütünlüğü, Hazar ile
Akdeniz arasında inşâ etmemiz çok önemli bir gelişmedir ve üzerinde çokça
düşünmeyi gerektirir.
Vesselâm…