GİYİM kuşam, gıda beslenme, haberleşme
medya, güzelleşme fit kalma ve sağlık… Hangi konuda ifrat yok ki günümüzde?
Çocukluğumdaki günler geliyor aklıma. Ne kadar sade ve ne kadar mantıklı
harcamalarımız varmış. Karın doyurmak, giyinebilmek, barınmak ve bizleri
okutabilmek için çalışıyordu büyüklerimiz. Çok az bulunan şeylere razı olarak
çok mutlu yaşıyorduk.
Terör,
kapkaç, pedofili hastaları, hırsızlık bilmezdik. Evlerimizin kapılarını sadece
geceleri kilitlerdik. Komşularımız âdeta yakın akrabalarımız gibiydi. Yatsı
namazları kılındıktan sonra bir komşu evinde toplanılır, masumane oyunlar;
pişti, tombala, fincan altına saklanarak bulmaya çalışılan yüzük oynanırdı.
Bulmacalar, masallar, hikâyeler anlatılır, yenir, içilir ve gece çok geç
olmadan evlere dağılırdık. Gece ve sohbet hiç bitmesin isterdik ama iş ve okul
olunca istemeye istemeye ayrılırdık birbirimizden. Tâ ki televizyon ülkemize
gelinceye kadar…
Artık
hâli vakti iyi olup evine televizyonu alan komşularda toplanılır, akşam
açılıştan gece kapanışa kadar izlenir olmuştu her program. Artık ne sohbet, ne
biz çocuklara masallar, hikâyeler anlatan büyüklerimiz, ne oyunlar vardı
hayatımızda. Hepsi bir bir silinip gitti. O yıllarda anneanneme belki yüz kez
söylettirdiğim bir tekerleme, nasıl olmuşsa kalmış aklımda: “Çocuktum,
ufacıktım, top oynadım, acıktım. Buldum yerde bir erik, kaptı bir alageyik. Kaçtı
hemen ormana, bindim bir ak doğana. Doğan yolu şaşırdı, Kafdağı’ndan aşırdı. Attı
beni bir göle, gölden çıktım bir çöle. Çok yorulmuştum, lâkin en sonunda
geyiğin buldum çölde izini, koştum tuttum dizini. Geyik beni görünce düştü
büyük sevince. Dedi, ‘Dinlenme, durma! Denizi aş, dağı yar, altın köşke çabuk
var! Or’da bekler ezelî seni dünya güzeli…”
Şimdi
torunlarıma söylediğimde burun kıvırıyorlar “Bu ne?” diye. Çünkü onların şimdilerde
izlediği bilimkurgu dizi filmlerin yanında çok komik geliyor bu tür
tekerlemeler. Saklambaç, yakar top, kuka, mendil oyunlarını bilmiyorlar.
Sonra
bilgisayarlar, cep telefonları girdi hayatımıza. Bayramlarda, kandillerde
akraba ziyaretleri mesajlara dönüştü. Soğuk, kuru, hissiz mesajlarla kutlar
olduk bu günleri. Sohbetler, akraba ziyaretleri azala azala bitme derecesine
geldi. Şimdiki nesil hiç bilmiyor bile bu ziyaretlerin tadını. Mendil arasında
bayram harçlıklarını, şeker almanın hazzını duyamıyorlar. Ancak birinci derece
büyükler ziyaret ediliyor. Tabiî bayramları tatil olarak değerlendiremeyecek
olanlar…
Soğuk
mesajlarla bayram ve kandil kutlamalarına hiç ısınamadım. Sevdiğim, hayatımda
örnek aldığım büyüklerimin ellerini öpüp onlarla tatlı sohbetler edemedikten
sonra ne tadı olur ki bu kutlamaların? Nohut oda bakla sofa, fakir ama şirin,
mutluluk dolu evimizde ağırladığımız eş dostu ve akrabayı çok özlüyorum.
Kocaman,
lüks, içleri eşyalar ile tıkış tepiş evlerimiz var ama çok nadir misafir
ağırlıyoruz artık o evlerde. Eşyalar bize değil, biz eşyalara hizmet eder olduk.
Mutfaklarımız tam teçhizatlı; modern fırınlar, bulaşık makinaları, mikrodalga
fırınlar, tıklım tıklım kap kacak, tencere tava, kaşık çatal bıçak takımları,
tabak çanak ile dolu bu mutfaklarda artık eskisi gibi yemekler pişmiyor.
Börekler, baklavalar yapılmıyor. Çünkü bunları kullanacak kadar kalabalık
aileler ve misafirler yok.
Biz
kalabalık bir aile idik iki odalı mütevazı evimizde. Misafirimiz hiç eksik
olmazdı. Özellikle Ramazanlarda soframız hep dolu olurdu. Anneanneciğim çeşit
çeşit yemekler, börekler, tatlılar yapar, dedem yolda karşılaştığı garip gureba
kimi bulursa getirirdi iftara. Eğer kış ise iftarı yapan yabancı misafirler
gider, akraba ve komşular kalırdı. Sohbetler edilir, sahur beklenir, sahur yemekleri
yenir, sonra herkes evine giderdi. Şimdi öyle mi? Hanımlar yorulmasın diye birkaç
gruba dışarıda iftar yemekleri verilir oldu. Yemeklerin çoğu kalıyor ve
atılıyor. “Bu akşam size gelmek istiyoruz” deyin bakalım şimdiki nesle, “Biz
dışarıda yiyeceğiz bu akşam” deyip geçiştiriyorlar. Kahvaltılar dışarıda, akşam
yemekleri dışarıda… Moda olmuş artık! En az 30-35 TL ödeyip açık büfe diye
tabaklarını tıka basa dolduruyorlar. Çoğunu da yiyemedikleri için masada kalıp
ziyan olan yiyecekler beni hep hasta etmiştir.
İhtiyaçsız
ihtiyaçlar
Alışverişler
artık ihtiyaçtan değil, marka moda için yapılır durumda. AVM’ler dolup taşıyor,
ihtiyaç olan/olmayan ne görülürse alınıyor. Ellerinde onlarca alışveriş çantası
ile çıkıyorlar özellikle hanımlar. İndirim günleri, promosyonlar, her şey
bahane… Kredi kartları limitleri doluyor, sonra da borç isteme faslı başlıyor.
Dolaplar dolusu giysiler, ayakkabı ve çantalara yenileri ekleniyor. Sonra “Dolap
yetmedi” diye eşyalar yenileniyor. Adım başı AVM bu yüzden açılıyor işte!
Her
AVM açılışını duyduğumda, tarihte Pompei halkının başına gelenleri
hatırlıyorum. Çocukluk yıllarımda bir fotoromanda okumuştum. Alışveriş
çılgınlığı, içki kumar düşkünlüğü sonunda lânetlenerek batan bir şehrin
hikâyesi idi. Olduğu gibi yeraltına çekilmiş, yok olmuşlardı. Her alışverişimde
aklıma gelir…
Gelelim
şimdinin çocuklarına…
Marka
olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. En kaliteli giysiyi bile almak isteseniz “Hayır,
marka!” diyorlar.
Bu
yaz en küçük torunumun doğum gününde hediye almak istedim. Birlikte malûm AVM’lerden
birine gittik. Bir pantolon, bir tişört alayım dedim. Hayatımda hiç girmediğim bir
mağazaya girdik. Bir şort beğendi, bir de tişört. Tam 300 TL! Diz üstünden
kesilmiş, bastırılmamış bir şort 180 TL! “Oğlum, bu ne?” dedim, “Ben bunu yer
bezi bile yapmam”. Markasını gösterdi. “Oğulcuğum” dedim, “Bu paraya ben sana
bir sürü şey alırım, gel başka mağazalara bakalım”. “Ya bunları alalım” dedi, “Ya
da başka şey istemem”. Çaresiz aldık. Suçu var mı yavrunun? Yok! Öyle
kurgulanıyor evlâtlar. Sürekli pompalanan marka reklâmları şartlıyor masum
beyinleri.
Bayramdan
bayrama dikilen, yaz ise basma, kış ise pazen divitin elbiselerimizle, içindeki
renkten alınan naylon ayakkabılardan duyduğumuz mutluluğun zerresi yok şimdiki
yavrularda. Yılda bir kere anneciğimin bayram sabahına yetiştirmek için bütün
gece uyumadığı elbiselerimizi dört kız kardeş, yataklarımızın üzerinde görünce
sevinçten çıldırırdık. Yılda iki kez gelen dinî bayramlarımızdan birinde
elbiselerimiz, birinde sedir örtülerimiz, minderlerimiz ve perdelerimiz
yenilenirdi. Ucuz ama bahar açmış gibi kumaşlardan evimiz cennete dönerdi.
Artık çok pahalı olduğu için kolay değiştirilemeyen eşyalar ile tekdüze,
zevksiz yaşamak zorunda bırakıldı bu toplum. Bütün yıl her moda olan giysi ve ayakkabı
alındığı için bayramlık almak bir şey ifade etmiyor çocuklarımız için. 6-8 bin
liralık telefonlar, bilgisayarlar, bilgisayar oyunları istiyorlar. Daha 5-6
yaşlarında araba markaları konuşuyorlar. Benim arabamı beğenmiyorlar meselâ. “Dedem
sana bilmem ne marka cip alsın” diyorlar. Ayağımı yerden kestiğini söyleyince
dudak büküp gülüyorlar.
Sedir
tahta sandalye ve kilimler serili olan evimizi özlüyorum çoğu zaman. Kilimler,
sedir örtüleri çırpılır, ev süpürülür, silinir, serilirdi. Yılda bir iki kez
yıkanırdı kuyu başında tokaçlanarak kilim ve örtüler. Tabanı tahta olan
evimizin yerleri tellendiğinde, limon gibi sapsarı olan tahta döşemenin kokusu
hâlâ burnuma gelir zaman zaman. Küçük pencerelerimizin camlarını silmek de
kolaydı. Pencere önlerimiz, geniş pervazlardaki Vita kutularında renk renk
sardunya, begonya yaprak ve camgüzeli çiçeklerimizle cıvıl cıvıldı. Bahçemizde
sebzenin her türü yetiştirilir, manav pazar bilmezdik.
Bahçemizin
etrafına babacığımın diktiği rengârenk hatmi çiçekleri doğal çit olurdu.
Çiçeklerin sonbaharda dökülen tohumları baharda yeniden fışkırır, renk cümbüşü
oluştururlardı. Şimdi ise baharda ekilen çiçekler yaz sonunda sökülüyor, kış
çiçekleri dikiliyor. Buna ne can, ne para dayanıyor elbette.
Yemek
meselesine gelince…
Çocuklarımız
evde pişirilen yemeklere burun kıvırıyor, dışarıda yemek istiyorlar. Suşi,
hamburger, pizza, kumpir ve daha ismini bilemediğim bir sürü saçma sapan
yiyecekleri tercih ediyorlar. Yüzlerce lira ödetiyor, sağlıklarından oluyorlar
üstelik. Eskiden kalan tek yiyecek “yumurta”… Lop, tavada ya da rafadan… Onlar
da ne kadar sağlıklı tavuklardan alınıyor?
Her
sebze meyve mevsiminde bulunur, lezzetlerine, tatlarına doyulmazdı. Her mevsim
her sebze meyve var ama tat ve lezzet yok. Anneciğimin baharda kırlardan
topladığı ebegümeci, cırnak, yemlik, dedemsakalı, sirken, hardal, karahindiba
otlarından yaptığı salata ve kavurmaların tadına doyulmazdı.
Evimiz
Atatürk Orman Çiftliği’ne ait bir tarlanın kenarındaki lojmandı. Bir yıl arpa,
bir yıl pancar ekilirdi o tarlaya. Pancarın taze yapraklarını soğan ve yumurta
ile kavururdu anacığım. Kendi mayaladığı yoğurtla yemeye bayılırdık. Kış
başlarken birer çuval patates, soğan, kuru fasulye, bulgur, kırmızı mercimek
alınır, kış boyu bunlardan yapılan yemeklerle beslenirdik. Arada köfte, hamsi, et
pişirilirdi. Ve bizler çok sağlıklı çocuklardık. Kolay kolay hasta olmazdık.
Benim tek hastane maceram, bir çoban köpeği tarafından kötü bir şekilde
ısırıldığım için olmuştur. 41 gün kuduz aşısı için anacığım hastaneye taşımıştı
beni. Onun dışında hastane, doktor bilmedik. Sekiz köpeğin saldırısına uğramış,
büyük yaralar almıştım. Tedavi süreci o yüzden uzun sürmüştü. İlkokul beşinci
sınıfta bu yüzden bir yıl kaybetmiştim devamsızlıktan. Sol dizimin iç tarafından
koca bir parça koparmıştı çoban köpeği Sırtlan. Çiftliğin ağılları da aynı
arazide olduğundan yaşamıştım bu talihsizliği.
Son söz
İslâm
der ki, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!”. Artık bu düstura hiç uyulmadığı
için bet bereket kalmadı. “Geçinemiyoruz, hayat pahalı” diye feryâd edenler
bunun farkında bile değiller. Çöplerde hiç bölünmemiş bütün ekmekler,
çocuklarına beğendirip yediremedikleri yemekler, birkaç kere giyip bıkılarak
çöplere bırakılan sapasağlam giysiler, ayakkabılar var. Ama “Bir fakire yardım
et” deyince duymazdan gelen insanlar da var. “Bir pirinç tanesi tabağınızda
kalmayacak” diyen babacığım, “Son kalan lokmanı çatlasan da bitireceksin” diyen
anacığım bu zaman yaşasalardı, kahırlarından ölürlerdi eminim. Eminim, vicdanı
olan her duyarlı Müslüman benim gibi hissediyordur.
Allah’ım! İçimizdeki müsrifler, isyankârlar, kadir bilmezler ve vatan hainleri yüzünden bizleri helâk etme… (Âmin.)