Tüketimin dibinde!

Sedir tahta sandalye ve kilimler serili olan evimizi özlü-yorum çoğu zaman. Kilimler, sedir örtüleri çırpılır, ev süpürülür, silinir, serilirdi. Yılda bir iki kez yıkanırdı kuyu başında tokaçlanarak kilim ve örtüler. Tabanı tahta olan evimizin yerleri tellendiğinde, limon gibi sapsarı olan tahta döşemenin kokusu hâlâ burnuma gelir zaman zaman.

GİYİM kuşam, gıda beslenme, haberleşme medya, güzelleşme fit kalma ve sağlık… Hangi konuda ifrat yok ki günümüzde? Çocukluğumdaki günler geliyor aklıma. Ne kadar sade ve ne kadar mantıklı harcamalarımız varmış. Karın doyurmak, giyinebilmek, barınmak ve bizleri okutabilmek için çalışıyordu büyüklerimiz. Çok az bulunan şeylere razı olarak çok mutlu yaşıyorduk.

Terör, kapkaç, pedofili hastaları, hırsızlık bilmezdik. Evlerimizin kapılarını sadece geceleri kilitlerdik. Komşularımız âdeta yakın akrabalarımız gibiydi. Yatsı namazları kılındıktan sonra bir komşu evinde toplanılır, masumane oyunlar; pişti, tombala, fincan altına saklanarak bulmaya çalışılan yüzük oynanırdı. Bulmacalar, masallar, hikâyeler anlatılır, yenir, içilir ve gece çok geç olmadan evlere dağılırdık. Gece ve sohbet hiç bitmesin isterdik ama iş ve okul olunca istemeye istemeye ayrılırdık birbirimizden. Tâ ki televizyon ülkemize gelinceye kadar…

Artık hâli vakti iyi olup evine televizyonu alan komşularda toplanılır, akşam açılıştan gece kapanışa kadar izlenir olmuştu her program. Artık ne sohbet, ne biz çocuklara masallar, hikâyeler anlatan büyüklerimiz, ne oyunlar vardı hayatımızda. Hepsi bir bir silinip gitti. O yıllarda anneanneme belki yüz kez söylettirdiğim bir tekerleme, nasıl olmuşsa kalmış aklımda: “Çocuktum, ufacıktım, top oynadım, acıktım. Buldum yerde bir erik, kaptı bir alageyik. Kaçtı hemen ormana, bindim bir ak doğana. Doğan yolu şaşırdı, Kafdağı’ndan aşırdı. Attı beni bir göle, gölden çıktım bir çöle. Çok yorulmuştum, lâkin en sonunda geyiğin buldum çölde izini, koştum tuttum dizini. Geyik beni görünce düştü büyük sevince. Dedi, ‘Dinlenme, durma! Denizi aş, dağı yar, altın köşke çabuk var! Or’da bekler ezelî seni dünya güzeli…”

Şimdi torunlarıma söylediğimde burun kıvırıyorlar “Bu ne?” diye. Çünkü onların şimdilerde izlediği bilimkurgu dizi filmlerin yanında çok komik geliyor bu tür tekerlemeler. Saklambaç, yakar top, kuka, mendil oyunlarını bilmiyorlar.

Sonra bilgisayarlar, cep telefonları girdi hayatımıza. Bayramlarda, kandillerde akraba ziyaretleri mesajlara dönüştü. Soğuk, kuru, hissiz mesajlarla kutlar olduk bu günleri. Sohbetler, akraba ziyaretleri azala azala bitme derecesine geldi. Şimdiki nesil hiç bilmiyor bile bu ziyaretlerin tadını. Mendil arasında bayram harçlıklarını, şeker almanın hazzını duyamıyorlar. Ancak birinci derece büyükler ziyaret ediliyor. Tabiî bayramları tatil olarak değerlendiremeyecek olanlar…

Soğuk mesajlarla bayram ve kandil kutlamalarına hiç ısınamadım. Sevdiğim, hayatımda örnek aldığım büyüklerimin ellerini öpüp onlarla tatlı sohbetler edemedikten sonra ne tadı olur ki bu kutlamaların? Nohut oda bakla sofa, fakir ama şirin, mutluluk dolu evimizde ağırladığımız eş dostu ve akrabayı çok özlüyorum.

Kocaman, lüks, içleri eşyalar ile tıkış tepiş evlerimiz var ama çok nadir misafir ağırlıyoruz artık o evlerde. Eşyalar bize değil, biz eşyalara hizmet eder olduk. Mutfaklarımız tam teçhizatlı; modern fırınlar, bulaşık makinaları, mikrodalga fırınlar, tıklım tıklım kap kacak, tencere tava, kaşık çatal bıçak takımları, tabak çanak ile dolu bu mutfaklarda artık eskisi gibi yemekler pişmiyor. Börekler, baklavalar yapılmıyor. Çünkü bunları kullanacak kadar kalabalık aileler ve misafirler yok.

Biz kalabalık bir aile idik iki odalı mütevazı evimizde. Misafirimiz hiç eksik olmazdı. Özellikle Ramazanlarda soframız hep dolu olurdu. Anneanneciğim çeşit çeşit yemekler, börekler, tatlılar yapar, dedem yolda karşılaştığı garip gureba kimi bulursa getirirdi iftara. Eğer kış ise iftarı yapan yabancı misafirler gider, akraba ve komşular kalırdı. Sohbetler edilir, sahur beklenir, sahur yemekleri yenir, sonra herkes evine giderdi. Şimdi öyle mi? Hanımlar yorulmasın diye birkaç gruba dışarıda iftar yemekleri verilir oldu. Yemeklerin çoğu kalıyor ve atılıyor. “Bu akşam size gelmek istiyoruz” deyin bakalım şimdiki nesle, “Biz dışarıda yiyeceğiz bu akşam” deyip geçiştiriyorlar. Kahvaltılar dışarıda, akşam yemekleri dışarıda… Moda olmuş artık! En az 30-35 TL ödeyip açık büfe diye tabaklarını tıka basa dolduruyorlar. Çoğunu da yiyemedikleri için masada kalıp ziyan olan yiyecekler beni hep hasta etmiştir.

İhtiyaçsız ihtiyaçlar

Alışverişler artık ihtiyaçtan değil, marka moda için yapılır durumda. AVM’ler dolup taşıyor, ihtiyaç olan/olmayan ne görülürse alınıyor. Ellerinde onlarca alışveriş çantası ile çıkıyorlar özellikle hanımlar. İndirim günleri, promosyonlar, her şey bahane… Kredi kartları limitleri doluyor, sonra da borç isteme faslı başlıyor. Dolaplar dolusu giysiler, ayakkabı ve çantalara yenileri ekleniyor. Sonra “Dolap yetmedi” diye eşyalar yenileniyor. Adım başı AVM bu yüzden açılıyor işte!

Her AVM açılışını duyduğumda, tarihte Pompei halkının başına gelenleri hatırlıyorum. Çocukluk yıllarımda bir fotoromanda okumuştum. Alışveriş çılgınlığı, içki kumar düşkünlüğü sonunda lânetlenerek batan bir şehrin hikâyesi idi. Olduğu gibi yeraltına çekilmiş, yok olmuşlardı. Her alışverişimde aklıma gelir…

Gelelim şimdinin çocuklarına…

Marka olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. En kaliteli giysiyi bile almak isteseniz “Hayır, marka!” diyorlar.

Bu yaz en küçük torunumun doğum gününde hediye almak istedim. Birlikte malûm AVM’lerden birine gittik. Bir pantolon, bir tişört alayım dedim. Hayatımda hiç girmediğim bir mağazaya girdik. Bir şort beğendi, bir de tişört. Tam 300 TL! Diz üstünden kesilmiş, bastırılmamış bir şort 180 TL! “Oğlum, bu ne?” dedim, “Ben bunu yer bezi bile yapmam”. Markasını gösterdi. “Oğulcuğum” dedim, “Bu paraya ben sana bir sürü şey alırım, gel başka mağazalara bakalım”. “Ya bunları alalım” dedi, “Ya da başka şey istemem”. Çaresiz aldık. Suçu var mı yavrunun? Yok! Öyle kurgulanıyor evlâtlar. Sürekli pompalanan marka reklâmları şartlıyor masum beyinleri.

Bayramdan bayrama dikilen, yaz ise basma, kış ise pazen divitin elbiselerimizle, içindeki renkten alınan naylon ayakkabılardan duyduğumuz mutluluğun zerresi yok şimdiki yavrularda. Yılda bir kere anneciğimin bayram sabahına yetiştirmek için bütün gece uyumadığı elbiselerimizi dört kız kardeş, yataklarımızın üzerinde görünce sevinçten çıldırırdık. Yılda iki kez gelen dinî bayramlarımızdan birinde elbiselerimiz, birinde sedir örtülerimiz, minderlerimiz ve perdelerimiz yenilenirdi. Ucuz ama bahar açmış gibi kumaşlardan evimiz cennete dönerdi. Artık çok pahalı olduğu için kolay değiştirilemeyen eşyalar ile tekdüze, zevksiz yaşamak zorunda bırakıldı bu toplum. Bütün yıl her moda olan giysi ve ayakkabı alındığı için bayramlık almak bir şey ifade etmiyor çocuklarımız için. 6-8 bin liralık telefonlar, bilgisayarlar, bilgisayar oyunları istiyorlar. Daha 5-6 yaşlarında araba markaları konuşuyorlar. Benim arabamı beğenmiyorlar meselâ. “Dedem sana bilmem ne marka cip alsın” diyorlar. Ayağımı yerden kestiğini söyleyince dudak büküp gülüyorlar.

Sedir tahta sandalye ve kilimler serili olan evimizi özlüyorum çoğu zaman. Kilimler, sedir örtüleri çırpılır, ev süpürülür, silinir, serilirdi. Yılda bir iki kez yıkanırdı kuyu başında tokaçlanarak kilim ve örtüler. Tabanı tahta olan evimizin yerleri tellendiğinde, limon gibi sapsarı olan tahta döşemenin kokusu hâlâ burnuma gelir zaman zaman. Küçük pencerelerimizin camlarını silmek de kolaydı. Pencere önlerimiz, geniş pervazlardaki Vita kutularında renk renk sardunya, begonya yaprak ve camgüzeli çiçeklerimizle cıvıl cıvıldı. Bahçemizde sebzenin her türü yetiştirilir, manav pazar bilmezdik.

Bahçemizin etrafına babacığımın diktiği rengârenk hatmi çiçekleri doğal çit olurdu. Çiçeklerin sonbaharda dökülen tohumları baharda yeniden fışkırır, renk cümbüşü oluştururlardı. Şimdi ise baharda ekilen çiçekler yaz sonunda sökülüyor, kış çiçekleri dikiliyor. Buna ne can, ne para dayanıyor elbette.

Yemek meselesine gelince…

Çocuklarımız evde pişirilen yemeklere burun kıvırıyor, dışarıda yemek istiyorlar. Suşi, hamburger, pizza, kumpir ve daha ismini bilemediğim bir sürü saçma sapan yiyecekleri tercih ediyorlar. Yüzlerce lira ödetiyor, sağlıklarından oluyorlar üstelik. Eskiden kalan tek yiyecek “yumurta”… Lop, tavada ya da rafadan… Onlar da ne kadar sağlıklı tavuklardan alınıyor?

Her sebze meyve mevsiminde bulunur, lezzetlerine, tatlarına doyulmazdı. Her mevsim her sebze meyve var ama tat ve lezzet yok. Anneciğimin baharda kırlardan topladığı ebegümeci, cırnak, yemlik, dedemsakalı, sirken, hardal, karahindiba otlarından yaptığı salata ve kavurmaların tadına doyulmazdı.

Evimiz Atatürk Orman Çiftliği’ne ait bir tarlanın kenarındaki lojmandı. Bir yıl arpa, bir yıl pancar ekilirdi o tarlaya. Pancarın taze yapraklarını soğan ve yumurta ile kavururdu anacığım. Kendi mayaladığı yoğurtla yemeye bayılırdık. Kış başlarken birer çuval patates, soğan, kuru fasulye, bulgur, kırmızı mercimek alınır, kış boyu bunlardan yapılan yemeklerle beslenirdik. Arada köfte, hamsi, et pişirilirdi. Ve bizler çok sağlıklı çocuklardık. Kolay kolay hasta olmazdık. Benim tek hastane maceram, bir çoban köpeği tarafından kötü bir şekilde ısırıldığım için olmuştur. 41 gün kuduz aşısı için anacığım hastaneye taşımıştı beni. Onun dışında hastane, doktor bilmedik. Sekiz köpeğin saldırısına uğramış, büyük yaralar almıştım. Tedavi süreci o yüzden uzun sürmüştü. İlkokul beşinci sınıfta bu yüzden bir yıl kaybetmiştim devamsızlıktan. Sol dizimin iç tarafından koca bir parça koparmıştı çoban köpeği Sırtlan. Çiftliğin ağılları da aynı arazide olduğundan yaşamıştım bu talihsizliği.

Son söz

İslâm der ki, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!”. Artık bu düstura hiç uyulmadığı için bet bereket kalmadı. “Geçinemiyoruz, hayat pahalı” diye feryâd edenler bunun farkında bile değiller. Çöplerde hiç bölünmemiş bütün ekmekler, çocuklarına beğendirip yediremedikleri yemekler, birkaç kere giyip bıkılarak çöplere bırakılan sapasağlam giysiler, ayakkabılar var. Ama “Bir fakire yardım et” deyince duymazdan gelen insanlar da var. “Bir pirinç tanesi tabağınızda kalmayacak” diyen babacığım, “Son kalan lokmanı çatlasan da bitireceksin” diyen anacığım bu zaman yaşasalardı, kahırlarından ölürlerdi eminim. Eminim, vicdanı olan her duyarlı Müslüman benim gibi hissediyordur.

Allah’ım! İçimizdeki müsrifler, isyankârlar, kadir bilmezler ve vatan hainleri yüzünden bizleri helâk etme… (Âmin.)