BİR insan elinin
sıcaklığını aramak gölgesinde paranın… Eksiklik hissiyatını somut rötuşlarla
örtmeye çalışmak bir resmi fırça darbeleriyle derinleştirir gibi… Yoksunluğu
yoksulluktan sanıp “Daha çok” ifadesinin altını “kazanmak” toprağıyla doldurmak
ve o toprakta yetiştirmek çocukları… O topraklara ait olmayan, o topraklardan
gelmemiş masumları…
O
çocukların bazıları büyüdü ve şimdi bir kısmı bulanık bir yalnızlık içindeler.
Refahın rehavetinde yazılmış, ifadeleri çıkarlarının başladığı yerde kıldan
ince üç beş abur cubur derginin, piyasa gazetelerinin, magazine yem olmuş siyâsî
ve toplumsal söylemde birkaç cılız sesi hoparlörlerle coşkulu hâle getiren
medya simsarlarının gölgesinde kimliğini arayan sahte bir yalnızlık…
Kederi
içini kaplayan hasret ateşinde saklı dururken, gözyaşları elde edemedikleri
için akan; benliğine kavuşamamanın yarattığı boşluk duygusunu, hep bir metanın kayıp
tatmininde öldürmeye çalışan ve sayıları gün geçtikçe artan bir yalnızlar
ordusu var şimdi. İşin kötüsü, hiç kimse bu ordudan tamamen bağımsız değil.*
İnsanın
bu çaresizliği, onu kurtulmak için bir yol aramaya sevk etmeli. Fakat bu oyun
ve oyalanma hâlinin damakta bıraktığı lezzetten vazgeçmek ne mümkün! Bazen
gayretler de güvenli bölgelerle sınırlı, belli bir yere kadar. (O yer de
insanın irade sınırları kapsamında değil, insanın kendine koyduğu duvarlar
boyunda.) Neyse ki, bu bazen böyle, her zaman değil…
Uykusu
hafif, fıtratına yakın insanlar, tek bir damlanın bile istikrarlı olursa taşı
deleceğini, delemese de o taşı rahatsız etmeleri gerektiğini kavramışlar. O
kalıplaşmış yargıların, aşılmaz sanılan duvarların ne kadar üfürükten olduğunu
bilmek bile, bu mücadelenin boşa kürek çekmek olmadığını göstermeye yetiyor. Bu
tüket(n)ime karşı verilen insanın var oluş mücadelesidir.**
Başlangıçta
hayatta kalmak için tüketen insanın işlediği ilk cana kıyma vakıası, bir
tüketim suçu… Sevgi mağduru olduğunu, kendisine kardeşi yüzünden haksızlık
yapıldığını düşünen, kıskançlık ateşinde kalbini ve gözünü karartmış bir
kardeş, kardeşinden kurtularak bu durumdan sıyrılacağına kendisini inandırmaya
başlar. Merhamet duygusunu yitirinceye dek zihnini kemiren kötü düşünceleri
besler, kinini büyütür, dinmeyen öfkesinin gölgesinde yalnızlaşır ve bu teklik hâli
içinde kibrini arttırır. Tâ ki, bir insanın, öz kardeşinin hayatına son verme
hakkını kendinde görünceye ve bu yanlışın sonucunda bir karganın aklına muhtaç
olacak kadar küçük duruma düşünceye dek...
Yavaş
yavaş tükenen, tükenirken içindeki merhameti, iyiliği, şefkati, sevgiyi tüketen
ve sonunda “tüketim çılgını” hâline gelerek hâddini aşan insanın acınası hâli...
Cansız bir bedenle somutlaşan tüketimin bilançosu; gözyaşı, kan, acı, utanç ve
pişmanlık…
Görüldüğü
gibi tüketim çılgınlığı, son yüzyıllarda ortaya çıkmadı ve israf, yalnızca
maddî kaynakların tüketimi değil. İyiliği de çarçur eder insan bazen; güzel
düşünceleri de ve zamanını boşa harcar, kin ve nefretin, içinde affetmeye yer
olmayan karanlık mahzeninde… İnsan, dünyaya gönderilme amacından uzaklaştığı
kadar kendinden, onu iyi yapan hasletlerinden, dostlarından, çevresinden
uzaklaşır. Amacı nettir yaratılışın: “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana
kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 56)
Ne
zaman ki niyetler geçici heveslerin oyuncağı oldu, sûretler ona göre
şekillenmeye, biçim değiştirmeye başladı ve bahaneler de telâşeler miktarınca
arttı, o zaman insan ilgisini, gayretini, emeğini bedenen yok olunca bitecek
bir varoluşa yöneltti. İnsan var olmadan da, yok olmadan da edemedi. Kimse bu
şekilde faniliğin önüne geçemedi.
Elbette
insanın sonsuzluk duygusunu tatma isteği de fıtrata ters bir “varoluş”
belirtisidir. Şiddetli ve karşı konulması zor bir güdüdür sonsuzluk. Ama bunun
Allah katında kabulü, ancak “‘Desinler’ diye yapma”maktan ileri geliyor.
Kimsenin gözünde değerli kalmak, unutulmamak amacı gütmeden gidilen şehadet
yolu, ancak sonsuzluğun dünyadaki masum karşılığı olabilir. Yoksa başka bir
yazımızda belirttiğimiz gibi ilk günah, insanın sonsuzluk isteğinden ileri
gelir.***
Sonuçta
var olmayı da hazzın konusu kılmak, tüketim çılgınlığının özüdür. İhtiyaçtan
fazlasını tüketmek, yok etmektir. Yoksa ihtiyaç kadarı zaten doğada tüketime
açıktır. Yok etmek değildir o… Bir başkasını, başkasıyla yaşatmaktır.
Tüketmeden
zamanı, emeği, bir ömrü, kör hevesler için ve tükenmeden uğrunda ölmeye
değmeyecek amaçlar yolunda, çoğaltarak güzellikleri iyi insanlarla birlikte,
bir hayat düşlemek fiilî dualarla şekillenen… Anlamak içinde kalarak, zor ve çileli
bir yol olsa da bu hayatı ve düzeni, dert sahibi olmanın huzursuzluğunu,
cehaletin mutluluğuna tercih etmek, belki de bizi bu düşe yaklaştıracak olan fiilî
dualarımızdır.
*Bu yazı bende karanlık bir mağarada tek
başıma, bir kibrit çakmışım hissi uyandırıyor. Bu his dâhil, her şeyi, olduğu
gibi aktarabildiğim, düşüncelere ket vurmayan bir derginin yazarı olmak güzel.
Bu hisle ilgili açıklama yapmayacağım. Yalnızca bende her yazdığım yazının bir
rengi, bir melodisi, bir iklimi, bir hikâyesi olduğunu bilmenizi istedim. Bir
bağ varsa aramızda- ki ben bu bağın varlığına fazlasıyla inanıyorum- bu bağ tam
da bundan ileri geliyor zannımca.
**Şimdi, az önce bahsettiğim mağarada
yalnız olmadığımı görebiliyorum. Tanıdık tanımadık birçok insan bir kibrit
çaktı ve etraf aydınlandı.
***İnsanlığın Tuhaf Sınırları ya da Sınır Tanımayan İnsanlık, Hale Beyza, Kültür Ajanda Dergisi, Şubat 2017, Sayı:39