Tüketim toplumuna cevaben

Sükût etmek, hatta hüzünlü olmak, kadim kültürümüzde erdemli bir hâldir. Şimdilerde ise tedavi edilmesi gereken bir hastalık muamelesi görüyor. Esasen tüketmenin önünde engel olan her şey, sorun olarak kabul ediliyor.

AYNI havayı soluduğumuz yerkürenin mutlu azınlığı, bizi zamanın, biraz da teknolojinin önü alınamayan gücü ile sınıyor. Bu öyle bir sınama ki, akıbeti öngörülemeyen bir istikamete doğru koşar adımlarla ilerliyoruz. İnsanlık âdeta kabuk değiştirir gibi tüm bu sürüklenme ve savrulmalardan her seferinde (dönüşerek de olsa) yaşamı” esas kılarak varlığını devam ettiriyor.

Meselâ Mars’ta hayat olup olmadığını tartışmıyoruz. Şimdi diğer gezegenlere kapsüller içinde yapılacak yolculukları konuşuyoruz. Ekranda heyecan ile takip ettiğim bir programda bu konular masaya yatırılmış durumdaydı. Bu uzay seyahatleri ve yeryüzünde dikey olarak uzun mesafelerde yapılacak yolculuklar hakkında hararetli konuşmalar, tartışmalar, fikirler, sosyal, psikolojik ve kültürel etkiler falan... Oturduğum yerde geleceğe doğru yaslanmış olma hissi ile heyecanlandım. Sonra konuşmacılardan birinin söylediği söz, tokat gibi indi fikir dünyama: “Dünyada olup biten (menfi veya müspet) tüm şeylere rağmen, bu konularda düşünen, çalışan, emek harcayan bu insanlarla aynı havayı soluduğum için şanslıyım ve mutluyum. Aynı çağda bu insanlarla birlikte yaşamak çok heyecan verici!”

Kendimi sorgulamama sebep olmuştu bu söz. Konu ne olursa olsun, aynı düzlemde kimlerle buluştuğumu düşündürmüştü. Dün, bugün ve yarın, tek parça olarak göründü gözüme.

Demek ki hepimiz ortak yaşam kültürünün etkilerinden arındırılmış değiliz. Meseleler her birimizi yakalamaya ve yutmaya hazır durumda beklemekte. Kişisel olarak kendimize yapacağımız her türlü yatırım (!) bizi farklı kılacak. Kıymet katacak. Hakikati kendi kulağımıza kendimiz okumak durumundayız. Şuursuzca, sadece satın almak istediğimiz için, diğer insanlar da aldığı için ya da bunun gerekliliğine inandığımız için tüketemeyiz. Bu büyük canavar her birimizin çarkına taşıdığı su ile tamamen delirmiş durumda.

Mânâ kısmı da en az madde kısmı kadar yara almış hâlde. Tüm bunlar büyük bir akıl tutulması olmalı. Modern insan kendine biçtiği yaşam modeli üzerinden sadece harcamaları belirlemiyor. Bu model üzerinden mutlu veya mutsuz olma hâllerine kadar geniş bir alan üzerinde hüküm kuruyor, hizaya sokuyor, sınırları belirliyor, tanımlıyor.

Sükût etmek, hatta hüzünlü olmak, kadim kültürümüzde erdemli bir hâldir. Şimdilerde ise tedavi edilmesi gereken bir hastalık muamelesi görüyor. Esasen tüketmenin önünde engel olan her şey, sorun olarak kabul ediliyor. Yine sistemin içine dâhil olabilmek için adlandırılıyor etinden, sütünden faydalanılabilmesi için yeniden çarkın içine atılıyor.

“Okyanusun ortasında meydana gelen deprem, yüzeyde neredeyse fark edilmez” denilir. Dalgalar birbiri üzerine gelerek kıyıya ulaştığında, engellenemeyen yıkımların müsebbibi olur. Her şey olup bitince olanları izah etmek, hasarı tespit etmek kolay. Şu an çok uzakta görünen dalgalar üzerimize doğru usulca yaklaşıyorlar. Hangi kıyıya ne zaman ulaşır, bilinmez.

Küçük bir anekdotu aktarmadan geçemeyeceğim. Bir hanımefendi anlatıyor:

“Ankara’ya taşındığımız zaman ana cadde üzerindeydi evimiz. O zaman evimizin alt katında bir sokak pastanecisi vardı. Aradan yirmi, yirmi beş sene geçti. Şimdi camdan bakınca caddenin bir tarafı zücaciye, dekoratif ürünler, ama daha çok mutfak ürünleri satan dükkânlar ile baştanbaşa doldu. Caddenin diğer tarafında ise etli ekmekten tutun, bilmem nerenin İskender’i, köfteden, fastfood ürünlerine kadar çeşit çeşit restoranlar ile sıralandı. Biraz düşününce bu işte bir yalnızlık olduğunu anladım. O zaman kendi kendime dedim ki, ‘Bu mutfak ürünlerini kim satın alıyor? Alınan bu ürünler ile birbirinden güzel sofralar kuruluyor olmalı’. Televizyonlarda yayınlanan birçok yemek programı var, bunların ciddî bir izleyicisi var. Peki, o zaman bu kadar restoranda kim yiyor?”

İşte tüm bu göz yanılsamasını ve akıl tutulmasını altın tepside sunup ambalajına mutluluk, özgürlük, modernlik ve başarı gibi tanımları iğneleyip yakama tutuşturulmasına göz yumacak mıyım?

Kendi hesabıma düşenle yüzleşebilirim(!)...

Sonuç olarak, tüketmeyi överken yenilemeye, değiştirmeye, hatta ikincileri ve üçüncüleri yedek bulundurmaya doğru giden bir yaşam tarzı geliştirdik. Bahsettiğim bu sistem ihtiyaç üzerinden değil, istediklerini elde edebilmek üzerinden saldırıyor insana. Mensubu olduğumuz inancın esasları gereği “tüketmek” kelimesini şiddetle reddeden profesörün konuşmaları geliyor aklıma. Tüketmenin “yok etmek” anlamına geldiğini, ölçüsünün belirlenemediğini, oysa bir Müslüman için aslolan şeyin “ihtiyacı kadar kavramı üzerinden düşünülmesi zorunluluğunu uzun uzun anlatmıştı. Onun için konuya belki de en başından başlamak durumundayız. Bazı sorular sormalıyız.

Vereceğimiz cevapları önce sessizce kendimize söylemeye ne dersiniz?

-“Tüketim toplumu” ne demek? Sadece tüketen (yok eden) bir insan olmak istiyor muyum? Kendi varlığımı güçlendirip sorumluluklarımı yerine getirdikten sonra, tüketim toplumunun bir parçası olsam (!), bunun vebalinden kurtulabilir miyim? Hem bu çılgınlığa ortak olup hem de bundan şikâyet etmeye hakkım var mı? Bir çılgınlık hâlinde tüketen bireylerin arasında nasıl bir duruş sergilenebilir? Yokluk nedir bilmeyen, hikâye veya masallarda okuduğu yokluğu esasen kavrayamayan yeni nesiller, ihtiyacı kadar harcamayı nasıl öğrenecekler? İhtiyacın ne olduğunun tespiti konusunda alt ve üst sınır tespit edilebilir mi? “İhtiyacı kadar almak ve kullanmak esaslı bir hayat” kurulabilir mi? Bu konuda kişisel çabamızın yanı sıra, üzerimize dağ gibi yaslanan toplumsal ve kültürel baskılara karşı koymanın yolu nedir?

Kolay gele!