Tüketim toplumu

Doğulu gibi “üretir”, Batılı gibi tüketiriz. Hatta onlardan daha beter bir şekilde tüketiriz. İşte bu, tam bir görgüsüzlüktür. Şu anki temel toplumsal sorunlarımızdan bir tanesi de budur ne yazık ki. Aklı kullanmayı, ilim sahibi olmayı, çalışmayı ve üretmeyi emreden, israfı ise yasaklayan yüce bir dinimiz olmasına rağmen…

HİÇ şüphesiz ki, insanın olduğu her yerde üretim de olacaktır, tüketim de. Böyle bir durum insan olmanın gereğidir. Aynı zamanda insan tabiatına uygundur ve son derece mâsum bir duygudur. Çünkü insanoğlu üretmeden ve tüketmeden duramaz ve dahi yaşayamaz.

İnsanoğlunun yaşam serüvenine bakıldığı zaman bu durum hep böyle olmuştur. Primitif dönemlerden günümüze gelinceye kadar böyle olduğu gibi bundan sonra da böyle olacaktır.

Ancak, burada mâsum olmayan durum veya temel sorun, üretim ve tüketim arasındaki dengenin bozulmasıdır. Özellikle de üretimin aleyhine olarak…

“Denge” son derece önemli bir kavramdır ve yaşamın nirengi noktasıdır. Bir şeyin dengesi bozulduğu zaman her şey altüst olur. Bu, evrende de böyledir, kozmolojik âlemde de böyle. Jeolojik, biyolojik, ekonomik, politik ve sosyolojik alanlarda da durum bu şekildedir.

Târihe ve günümüze bakıldığı zaman üreten toplumların refah içinde yaşadıkları, üretmeyip de tüketen toplumların ise atâlet ve sefâlet içinde oldukları görülür.

Refah içinde yaşayan toplumların sağlıklı, huzurlu, mutlu, özgüvenli ve başı dik; atâlet ve sefâlet içinde yaşayan toplumlarınsa sağlıksız, huzursuz, mutsuz, özgüvensiz ve başı öne eğik vaziyette yaşadıklarına şahit olursunuz.

Ayrıca, refah içinde yaşayan toplumlar şahsiyetli, haysiyetli, izzetli, sefâlet içinde yaşayan toplumlar ise şahsiyetsiz, haysiyetsiz, izzetsiz ve onursuz olurlar. Onun için, “Allah hiç kimseyi açlıkla terbiye etmesin” denilir.

Üreterek refah içinde yaşayan toplumlar hep “veren el”, tüketerek sefâlet içinde yaşayan toplumlar ise hep “alan el” olurlar. Salt ekonomik açıdan düşünüldüğünde, “Veren el, alan elden üstündür” sözü bir kez daha hakikati yansıtır.

Dolayısıyla çalışıp üreten toplumlar zenginleşir, tüketen toplumlar ise fakirleşir ve dilenci durumuna düşerler. Bazı ülkelerin bazı ülkelerden borç dilenmesi işte böyle bir şeydir.

Bu bakımdan üretim ve tüketim arasındaki dengenin bozulmaması hayatî derecede önem arz eder. Bozulacaksa da bu dengenin üretimin lehine bozulması gerekir.

Peki, bu denge (üretimin aleyhine) neden bozulmaktadır?

Yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız gibi, bu açıdan bakıldığında insanoğlunda iki temel duygu ya da güdü vardır: Bunlardan biri üretmek, diğeri ise tüketmek.

İnsiyâkî olarak üretmek insanoğluna zor gelir, zoruna gider. Tüketmek ise daha kolaydır ve bundan büyük zevk alır. Ancak mutlu olmak ve huzur bulmak duygusu üretmekle gerçekleşir ve daimî olur, zevk almak ve haz duymak duygusu ise tüketmekle gerçekleşir ve geçici olur.

“İnsan” denilen varlık genellikle tembel ve haz almak duygusuna daha yatkın olduğu için ağırlığını tüketmekten yana koyar ve tercihini tüketimden yana yapar. Çünkü insanoğlunun suflî arzuları, hevâ ve hevesleri, karşı konulamaz zevkleri vardır.

İşte bundan dolayı insanların çoğu üretmeyi değil, tüketmeyi seçer. Tüketmek, şehevî ve nefsânî arzularının hoşuna gider. Hele bugünün modern dünyasında hepten böyledir. Modernizm hedonist felsefeyi körükler. Yangına benzinle gider. Vahşi kapitalizm de buna çanak tutar. Zâten kapitalizm, modernizmin ana rahmidir. Modernizm bu rahimde döllenmiş ve gelişmiştir.

Kapitalizm, acımasız liberal ekonomisi ile üretir, ürettiği her şeyi satar. Üretilen bu ürünler ister insanın tabiî ihtiyaçlarına uygun olsun, isterse olmasın… Ancak, hakkı teslim etmek adına belirtmiş olalım ki, serbest piyasa ekonomisini uygulayan birçok ülke kalkınmış, katı devletçi ekonomiler ise geri kalmışlardır. İkisi arasındaki insânî boyut ya da insancıllık (hümanizma) ayrı bir tartışma konusudur.

Ülkemiz açısından meseleyi değerlendirecek olursak…

Ülkemizde, Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında -biraz da şartların gereği olarak- “devletçi ekonomi”, ortalarında “karma ekonomi”, 80’lerdeki Özal’lı yıllardan itibaren de “liberal ekonomi” politikaları uygulanmıştır ve hâlen bu politika uygulanmaya devam edilmektedir.

Tabiî bizde uygulanan tüm sistemler (siyâsî, ekonomik, toplumsal, pedagojik ve diğerleri) kopya olduğu ve hiçbir kopya da birebir aslına uymadığı için, hep sarsılmış ve bir türlü kendimize gelememişizdir. Nevi şahsına münhasır orijinal sistemler de üretemediğimiz için ne Îsâ’ya yaranabilmişiz, ne de Mûsâ’ya. İki câmi arasında kalmış bînamaz gibiyiz. Ya da “El menziletü beyne’l menzileteyn”de olduğu gibi sistemsiz fâsıklara benziyoruz.

Bu ahvâl ve şeraitte zâten biz bize benzeriz. Üreten bir toplum olmaktansa tüketen bir toplum oluruz. Zâten böyleyiz. Batılı gibi üretmez ama Batılı gibi tüketmeye kalkışırız. Başka bir deyişle, Doğulu gibi “üretir”, Batılı gibi tüketiriz. Hatta onlardan daha beter bir şekilde tüketiriz. İşte bu, tam bir görgüsüzlüktür. Şu anki temel toplumsal sorunlarımızdan bir tanesi de budur ne yazık ki. Aklı kullanmayı, ilim sahibi olmayı, çalışmayı ve üretmeyi emreden, israfı ise yasaklayan yüce bir dinimiz olmasına rağmen…

Bu ayıp, bu topluma ve Müslümanlara yeter de artar zâten, değil mi?