
“BUGÜN ülkemize baktığımız zaman, tüketim arzusu
ve isteği bütün toplumu kuşatmış, insanlarımız kapitalist zihniyetlerin ve güçlerin
çıkarları doğrultusunda âdeta bir tüketim ağı içerisine sürüklenmiş durumda ve
tüketimle birlikte tükenmekte..."
Bu sözler, Yrd.
Doç. Dr. Melek Coşgun’un "Popüler Kültür ve Tüketim Toplumu" başlıklı
makalesinden alındı.
Durum sadece
ülkemiz için değil, neredeyse küresel bir köy hâline gelen dünyamız için de geçerli.
Zira yaşadığımız çağ, teknolojinin insanı egemenliğine aldığı, geçmişin
makineleşmek adına kutsadığı dönen çarkları, dişlileri bir tuşun boyunduruğuna
soktuğu bir çağ. Bu çağda kalite, "hız"la ölçülmekte. Geçmişin hazzı,
bugün yerini hıza bırakmış durumda. Hız ise "Çok üret, çabuk tüket, dün
dünde kaldı, bugün değil, yarın ne yapacaksın?" sorusuyla kölelerini
kamçılayıp duruyor.
Bu kölelik düzeni
"üret-tüket" döngüsü içerisinde hiç geriye bakmadan, hiçbir vicdanî
hesaplaşmaya -zaman yokluğu nedeniyle- yer vermeden baş döndürücü bir hızla
yoluna devam ediyor. Bu deverânın iyi-kötü ölçüsü, "tüketilir"
olmakla ölçülüyor. Çok tüketilen, “iyi” oluveriyor.
“Modern” denilen
kölelik dünyasının en büyük geçer akçesi “reyting”.
Tüketimin sihirli anahtarı: Popülerlik
Popülerlik,
hayatımızın tüm sokaklarına, onu besleyen tüm damarlara sirayet etti ve başlı
başına kendine mahsus bir kültür armağan etti yaşadığımız çağa. “Popüler kültür”
denilen bu ucubeyi de araştırdık nedir, ne değildir diye.
Birçok tanım
okusak da Hülya Soyşekerci, popüler kültür tanımına daha başka anlamlar
yüklemiş ve geniş bir çerçeveden ele almış mevzuu. Ona göre popüler kültür, “bazen
halkın kendisi tarafından üretilen, halkın özünden gelen, halka ait kültür;
bazen halk tarafından tüketilen kültür; bazen halk tarafından beğenilen kültür;
bazen egemen güçler tarafından halka dayatılan kültür; bazen de yaygın kültür,
yığın kültürü ve kitle kültürü” gibi anlamlara gelmekte.
Bu tanım daha
geniş bir alanı kapsamakta ve üzerinde düşünülünce hak verilen bir tanım
olmakta. Ancak halk kültürü ile bugünkü mânâda gündelik yaşamın bir parçası
olan, gelir geçer bir moda kültürünü ayırmak lâzımdır.
Popüler kültür,
imkânı olanları amaçsızca tüketmeye, olmayanları da tüketime, tüketene özendirmeye
çalışır. Ona, "Sen de tüket, bir çaresini bul ve sen de bu hazzı tat"
der. Toplum bu özenti ile hızla çürümeye, tüm değerlerini kaybetmeye başlar.
Sonuçta başa
dönersek, insanlarımız kapitalist zihniyetlerin ve güçlerin çıkarları
doğrultusunda âdeta bir tüketim ağı içerisine sürüklenmiş durumda ve tüketimle
birlikte tükenmekte.
Tüketilen edebiyat
Çağın bu
kronikleşen tüketim illeti, edebiyatımızı da kuşatmış durumda. Önceleri
popülerlik adına bu sanat dalının boğazına sarılan eller, şimdi de onu
"üret-tüket" girdabına teslim etti. Aslında popülerlik ile başlanan
bu savruluş, edebiyatı gerçek mecrasından çıkarıp onu önceleri yüzeysel
duyguların gelip geçici hazların arenası hâline getirdi. Halkın kendi zevk
anlayışı içinde ürettiği halkın edebiyatı da şimdilerde kendisini çağın tüketim
anlayışına teslim etmiş durumda.
Sahi, edebî popülerlik
neydi? Biz neyi anladık “popüler edebiyat” denilince? Murat Gülsoy'a göre bu
terim, “kolay-edebiyat ya da edebî olmayan edebiyat” anlamına gelmekte ve okurlarca
çabuk tüketilen, okurun okuma anlayışını ve dünyaya bakışını zorlamayan, sadece
eğlendirmeyi amaçlayan, çoğu zaman belirli türlerle anılan yüzeysel romanları
işaret ediyor. Gülsoy, yazısının devamında, bu kitapların incelendiğinde biçim
ve içerik olarak büyük ölçüde birbirlerine benzediklerini söylemekte.
Gülsoy'un da
belirttiği gibi, okurlara hoşça zaman geçirmeyi hedefleyen kolay-edebiyat her
zaman revaçtaydı, hatta yayın sektörü de hep bu tip eserlerin peşinde
koşuyordu. Günümüzde de tam anlamıyla bir endüstriye dönüşmüş olan yayıncılık,
“çok satarlar” olarak da adlandırılan kolay-edebiyat ürünlerinin tüketimine
kilitlenmiş durumda.
Hülya Soyşekerci,
bu durumdan popüler edebiyatın nasıl etkilendiğini şu satırlarla anlatmakta:
"Küreselleşmiş kapitalist sistemin dayattığı hız ideolojisi ve hızlı
üretim-tüketim sirkülasyonuna dayalı yaşama tarzı içinde, popüler kültür
ürünleri de hızla oluşturulup kısa sürede tüketilen birer meta konumundadır.
Sanat ürünlerinin -bu arada yazınsal yapıtların- bu süreçte metalaşması, bir
indirgeme, aşındırma ve içini boşaltıp yok etme eylemidir aynı zamanda.
Yazınsal yapıtlar, kâr etmenin esas alındığı, tüketime, çok satmaya dayalı bu
oluşumdan sürekli olarak etkilenmektedir. Her şeyin hıza ve hazza indirgendiği
yaşamsal süreçlerde, yazın da sistemin dayattıklarına karşı duramamaktadır.
Yüzeyselin, sığ olanın, basit ve kolay tüketilenin egemen olduğu piyasa
ortamında TV sunucuları, spikerler, sinema oyuncuları, mankenler de yazar
olarak sunulabilmekte, kabul ve onay görmeleri sağlanmaktadır."
Hakan Topateş,
durumu biraz daha somutlaştırarak, gelinen son noktada artık popülerleşen
edebiyatı elinde tutanların bir sanat bürokrasisi oluşturduğunu ve halka neyi
okuması gerektiğini nasıl dikte ettiğini "Tüketim, Edebiyat ve Aşk"
başlıklı yazısında şöyle izah ediyor: "Bestseller olarak adlandırılan
okuma reçeteleri bireylere tavsiye olunur. Bunun adı, sanatın
bürokratikleşmesidir. Sanat, ontolojik olarak atomlaştırılarak epistemolojik
itaat mekanizmalarıyla üretken-yaratıcı bir öz taşıması gerekmeyen, sıradan bir
prosedüre dönüşür."
Aslında bu bir
nevi halka neyi okuması gerektiğinin dayatılmasıdır.
Wattpad çılgınlığı
Sanal dünya
bizlere yeni bir kavram daha kazandırdı: Wattpad yazarlığı…
Genç yazarların
kitaplarını yayınladığı bir internet platformu olan Wattpad, 300 milyondan
fazla kullanıcıya sahip. Tabiî teknoloji olur da biz geri durur muyuz? Türkiye
bu platformda kullanıcı sayısı olarak üçüncü sırada…
Konuyu köşesine
taşıyan Mehmed Nuri Yardım, “Gençlerimiz yazmayı seviyor ve yazdıklarının kitap
olarak basılmasını ve başkaları tarafından okunmasını istiyor. Meselâ gencecik
bir kızımızın, ‘Wattpad sayesinde yazar olabildim’ demesi, acaba gerçekten onun
edebiyat dünyasına dâhil olduğunu mu gösterir? Benim şüphelerim var!” diyor.
Yardım, yazısının
devamında, “Bakıyorsunuz, kitap fuarlarında anlı şanlı yazarlar sinek
kovalarken, henüz 17 yaşında olan ve birikimi çok az gencecik çocuklarımızın
bulunduğu stantların önünde uzun kuyruklar oluşuyor. Görünüşte bu manzara
olumlu gibi görülebilir. Ancak tuhaf olan durum şu ki, ömrünü edebiyata, sanata
adamış olan, pek çok eseri bulunan ve yaşarken edebiyat tarihine geçmiş birçok
şair ve yazarın yanına gelen az. Yani Wattpad yazarları ve okuyucuları, gerçek
edebiyat ile aralarına yüksek bir duvar örmüşler. Bu bir çelişki, hatta garabet
örneği değil mi?” diye sormaktan kendini alamıyor.
İş o kadar ciddî
ki, artık yayınevleri bu yazarların peşine düşmüş, bu gencecik insanların
yazılarını seriler hâlinde cilt cilt yayınlıyorlar. İçerik mi? İçerik maalesef
gençlerin ailesi, öğretmenleri, arkadaşları, aşkları ve âşıkları ile ilgili
hiçbir mahremiyet sınırı kabul etmeyen tartışmaları ve onlar hakkındaki
yorumları…
İşte popüler
kültürün ve teknolojinin sunduğu emekten, okumadan, araştırmadan, tecrübeden ve
düşünceden yoksun bu tür yayınlar aldı başını gitti. Bu kitapları ellerinden
düşürmeyenler kitap okuduklarını, bu yayınları basanlar da kitap bastıklarını
ve dolayısı ile eğitime, kültürel hayata katkıda bulunduklarını düşünüyorlar. İşin
bir başka tarafı, kimse kendine başkasını okumuyor. Peki, bu şekilde
kendimizden başka kimseyi okumadan nasıl ilerleyeceğiz?
“Ne yapmalıyız?”
diye kendimize sorabiliriz. Yine bu sorunun cevabını Mehmet Nuri Yardım Hoca’dan
dinleyelim: “Bize düşen, bu gençlerimizi kırmadan, üzmeden doğru istikametlere
çağırmak, fikir âlemine, edebiyatın zengin dünyasına onları davet etmek ve
medeniyetimizin temel unsurlarından biri olan yazı bahçesine meraklı
gençlerimizi de dâhil etmektir.”
Bunu yaparken de
sevdirerek, adam yerine koyarak yapmalıyız. Linç edercesine, sözüm ona
eleştirmenlik yaparak, her filizin başını keserek hiçbir yere varamayız. Önüne
gelen bir şiiri, bir öyküyü, bir denemeyi âdeta ameliyat ederek kafasını,
kolunu, gövdesini kesip sonra onları kendi istediği şekle sokan bir editöre,
"Bunu siz mi, yoksa size yayınlanması için gönderen yazar mı yazmış
oluyor?" diye sormak gerekmez mi? “Yol gösteriyorum” diye yollarını
kestiğimiz o değerler, girdikleri girdaplardan, labirentlerden nasıl çıkacaklar
acaba?
Kalıcılık sorunu ve uydurmaca
Çağın iştihası
bunca alavere ile maalesef doymuyor. Ortada bir sorun var. Şimdi herkesin
elinde bir stetoskop ve herkes bir doktor edası ile teşhisi yapıştırıyor. “Bir
şeyler üretiliyor ama üretilenler kalıcı olamıyor.”
O zaman insana
dair her ihtiyacı bir sektör olarak onun karşısına çıkaran tüccarlar, sektörü
boş bırakmıyorlar. Kalıcılık bazı şartlara bağlı... Önce değerli olması
gerekiyor. “Değer” denilince, “Kısa yoldan toplumun değerleri ve değer verdikleri
ön plâna çıkarılırsa sorun çözülür” deniyor ve bu defa da toplumun değerleri tüketilmek
üzere piyasaya sürülüyor. Öyle ki, kendisini avamından havassına kadar her
zümreye kabul ettirmiş edebiyatçılar ve eserleri de bilinen, tutulan olmanın
-ki bu kelimeler de popülerlik tanımına girmekte- yanında günümüzde
sıradanlaştırılmaya, sloganlaştırılmaya, kısacası maalesef tüketilmeye duçar
oluyorlar. Sektörün aktörleri batan gemilerini kurtarmak adına can simidi
olarak sol kesimin önüne Nazım Hikmet'i, sağ kesimin önüne Mehmet Akif'i, Necip
Fazıl'ı servis ediveriyorlar. Bu kez onların içini boşaltarak...
Bu isimler elbette
her dönemde, her devirde kendinden bahsettirecek. Ancak tüketim çılgınlığı bu
kez ölüleri konuşturacak bir hâl alıyor ve karşınıza Yûnus Emre'ye ait olmayan
ama altında “Yûnus Emre” yazan, Necip Fazıl yazan, Mehmet Akif yazan mısraları,
kıtaları getiriveriyorlar. “Vay be! Bunu da mı söylemiş?” diyorsunuz.
Örnek mi? Alın
size Necip Fazıl'a atfedilen sözlere birkaç örnek: “Örtüsüz kadın, perdesiz eve
benzer. Perdesiz ev ya satılıktır, ya kiralık...” “Armut deyip geçmeyin, onun
ilk hecesi çoğu kişide yoktur!” “Camiye dikey olarak gel, yatay olarak zaten
geleceksin.” “Yedi Hıristiyan bir danaya ortak olmadıkça çam ağacı süslemem...”
Bunlar da uydurma
şiirlerden: “Gökler ağlıyor, biz ağlamışız çok mu?/ Bize yobaz diyorlar,
haberin yok mu?/ Her ne derlerse desinler,/ Allah için yobaz olmuşuz, çok mu?”
Bir başkası: “Ömür,
ağaç dalında savrulan bir yapraktır;/ Ne kadar genç olursan ol, sonun kara
topraktır!/ Bana bir ben lâzım, bir de beni anlayan;/ Beni bir ben anlarım, bir
de beni Yaratan.”
Son olarak,
geçtiğimiz yılbaşında sosyal medyada dolaşan ve Mehmet Akif’e mâl edilen
yılbaşı şiiri: “Ya Rab! Böyle mi olacaktı benim cennet yurdum?/ Baktım da
etrafıma yalnızım, ağladım durdum./ Bir mânâ veremedim şu Milâdî yılbaşına!/ Şaştım
da kaldım, Müslümanların vah telâşına!”
Oysa şiir, İzmir
Sanayi Sitesi Büyük Cami İmamı Ömer Berber’e ait ve Hakses dergisinin 1981 yılı
Aralık sayısında “Ömer Berber” ismiyle de yayınlanmış.
Bu konu o kadar
çığırından çıkmış ki… Örneğin Mevlâna adına uydurulan sözlerle ilgili bilim
adamları açıklama yapmak zorunda kalmışlar. Bunlardan biri, Mevlâna
Araştırmaları Derneği Başkanı Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu... O da, “‘Nice
insanlar gördüm, üzerinde elbise yok’ gibi ya da ‘Ben lâfı söyleyene bakarım’
şeklindeki sözler de Mevlâna'ya ait değildir. Bunlar sonradan uydurulmuştur”
diyor.
Ömer Tuğrul
İnançer de bir açıklamasında, “Meşhur ‘Gel, ne olursan ol, gel’ diye tercüme
edilen söz de onun değildir. Bunu rahmetli Şefik Can Hoca delilleriyle yazdı,
kimsenin taktığı yok” diye feryâd ediyor. Bu furyadan Can Yücel, Cemal Süreya,
Nazım Hikmet ve daha birçok isim nasiplenmiş durumda. İşte Nazım Hikmet’e
atfedilen çakma bir şiir: “Basit yaşayacaksın, basit/ Meselâ susayınca su
içecek kadar basit/ Dört çıkacak ikiyle ikiyi çarptığında.”
Bir şiir de Can
Yücel’in sahtelerinden okuyalım. Şiirin adı, “Farkında Olmalı İnsan”… “Ömür
dediğin üç gündür/ Dün geldi geçti, yarın meçhuldür/ O hâlde ömür dediğin bir
gündür/ O da bugündür.”
Tüketirken tüketmek
Bu isimler
geçmişte yaşamış ve edebiyatımıza ölümsüz eserler vermişlerdir. Peki, edebiyat
bunlarla bitti mi artık? Şiir, öykü, roman yazılmayacak mı? Sait Faik'ten başka
öykücü, Kemal Tahir'den başka romancı?
Elbette olacak.
Elbette yeni eserler üretilecek. Ama deminden beri anlattığımız çerçevede,
saman alevi gibi eserlerle kendimizi kandırmamak şartıyla…
İsmini saydığımız
ve sayamadığımız ustaları kötüleyerek, anlamsız kıskançlıklar içerisinde onlara
saldırarak, kendimizi onların yerine koymaya kalkarak da değil.
İşte tüketirken
tükenmeyeceğiz de...
Tarihin
sayfalarına mâl olmuş isimler, kendi isimleri ve eserleri ile hak ettikleri
yerleri nasıl aldılarsa, günün sanatçısı da önce kendisi olacak ve sonra da
eserleriyle bugünün tarihine damgasını vuracak.
Dergiler, yayınevleri
de üzerlerine düşen sorumluğun bilinci ile hareket etmelidirler. Gündelik
kaygılar, kıskançlıklar, ideolojik gözlükler hakikate perde çekmemelidir.
Kişisel menfaatler, tatmin olmayan egolar, çoğu ithâl ideolojiler birer kıyım
makinasına dönüşmemelidir.
Hiçbir estetik
ölçüyü kabul etmeden, uluorta, aklına gelen her şeyi yazmayı özgürlük ve
özgünlük sayan, kendi dünya görüşlerini benimsemeyenleri ve dahası
kendilerinden olmayanları yok sayan yayın kurulları, yayınevleri ne kadar daha
yürüyebilirler bu yolda?
İşte bir yandan
çağın popülerlik adına tükettiği edebiyat, bu yönüyle de kendi çocuklarını diri
diri gömerek sürece katkıda bulunuyor!
Ne kadar acı, değil mi?