Tüken(t)meden önce

Tutumlar ve davranışlar üzerinde çalışmak gerektiği, bunun için de bilgiye ihtiyaç olduğu düşüncesi, sistemin görüneni örtbas etmekte kullandığı, olayları kişisele indirgeyen bir yaklaşımdır. Tutumları kendi içinde sindiren mekanizma, kültüre oynayan sağlam bir propaganda ürünüdür.

ÜRETİM-tüketim üzerine kurulu bir sistemin hormonlu işleyişi içinde doğalı arayarak bulur, hattâ bazen hiç bulamaz hâle geldik. Özünden giderek uzaklaşan insan, doğayı hor kullanmaya, ihtiyaçtan fazlasını üretmeye ve tüketmeye devam ettiği sürece bu durum değişmeyecek gibi görünüyor. Mevcût küresel israf sistemi için tek kelimeyle “açgözlü” diyebiliriz.

Bu çok derin ve bir o kadar dallı budaklı mevzunun görünende gizlediklerinin bir kısmına değinmek istediğim bu yazıda, “normal”in kulağına kar suyu kaçırmak niyetim. Fazlasına ne dergide bana ayrılan yer yeter, ne de ilmim. Ancak, bu konu üzerine ister istemez eğildiğimi ve bu alanda daha çok çalışmam olacak gibi göründüğü bilgisini sizlerle paylaşmayı üzerime bir borç bilirim sevgili okur.

Bir özgürleşme imkânı olarak bilim; belli bir ideolojik altyapıdan bağımsız gelişim gösteremeyeceğinden, görüşlerin çoğaltılıp kültür hâline gelmesinde onu aktive eden inanç mayasını bizâtihi sâfî akıldan alır.

Varlığın özü akletmeye uygun tasarlanmıştır. İnsan aklı elbette yaşadığı coğrafyayı, biyolojik yapıyı, fizibiliteyi anlamaya uygundur; çünkü insan zaten doğaüstü bir tasarımdır. Ancak insanı doğaüstü yapan vasıf, bilinen mânâda akıl değil, akletme kabiliyetidir. İnsan, ilhamla aklettiğinde ancak kendine has aklını, onu diğer canlılardan üstün kılan vasfını kullanmış olur. Taklidin ötesine geçmiş, baktığı zaman kendisini bile hayrete düşürecek yaratımları ancak bu yolla ortaya koyar.

Akletmek, yalnız düşünceleri birleştirme kabiliyeti değil, ilhamın; çeşitli edimler ve akılla çözülemeyen duygusal durumlar yaşayarak somutlaşması, bilginin bu yolla işlenmesidir. Bu da bize akıl-kalp ayrımının da aslında seküler bir çözümleme olduğunu gösteriyor. Akletmek söz konusu olduğunda akıl ve kalp ayrılmaz bir bütündür. Ancak bilim; çalışmalarında akletmeyi değil, sadece aklı baz alır. Buna göre duyguların kontrol altında tutulması gerekir ve bu da ancak akıl yoluyla mümkündür. Akıl, karşısında bir güç kabul etmese de duyguların gücünün farkındadır.

Nitekim 1920’lerde Hitler, dönemine şu sözlerle damgasını vurmuştur: “Propaganda, bir doktrini tüm insanlara kabul ettirmeye çalışır. Propaganda, bir fikrin bakış açısından genel halk üzerinde çalışır ve onları bu fikrin galibiyetine hazır hâle getirir.”

İşte bu kabul ettirme aşamasında Hitler bile sadece zorbalığı tercih etmemiştir. Döneminde propaganda aracı olarak kullandığı radyo yayınlarında tek tip yayıncılık anlayışı ve sürekli tekrarla millî duyguları harekete geçiren konuşmalar yapmış, bu yolla insanları olacaklara hazırlamıştır.

Bir olguyu bütünüyle kavramak, onu beş duyunun ötesinde duyumsamayı gerektirir. Deney ve gözlem yoluyla görünenin ötesine yapılan yolculukta bilim, bütünselliği koruyacak yapıda olmadığından, olaylara indirgemeci yaklaşır. Bu durum sistem lehinedir.

Örneğin tutumlar ve davranışlar üzerinde çalışmak gerektiği, bunun için de bilgiye ihtiyaç olduğu düşüncesi, sistemin görüneni örtbas etmekte kullandığı, olayları kişisele indirgeyen bir yaklaşımdır. Tutumları kendi içinde sindiren mekanizma, kültüre oynayan sağlam bir propaganda ürünüdür.

Bu bağlamda tüketim, günümüzde herkesin hayâlini kurduğu veya gelişimine ister istemez destek verdiği bir kültür hâline gelmiştir. Bunun medya ayağının nasıl işlediğini gözler önüne seren “Her Şey Reyting İçin” filmi, televizyonun içerik üretimini nasıl yaptığını şöyle ifade eder: “İnsanları çöpe alıştırıyorsun, sonra da çöp istiyorlar.”

Oysa sistemin öğretisi insanlara tercih hakkı sunulduğu ve herkesin kendi seçimini yaptığı yönündedir. Bunun hiç de böyle olmadığına, haberlere konu olmuş bir pizzacıyı da örnek verebiliriz.

Pizzaya tükürdüğü gerekçesiyle iki buçuk yıl hapisle cezalandırılan pizzacı genç adamın, yayınlanan ilgili videoda pizzayla fotoğraf çekildiği görülür. Pizzacı cezalandırılırken, onun karda kışta, muhtemelen belli bir süre içinde yetiştirmek zorunda olduğu pizza için motorun üstünde yaptığı tehlikeli yolculuk, pizzacıyı bu fotoğrafı çekmeye iten belki maddî ya da psikolojik sorunlar ya da pizzacının gün içinde yaşadığı bir başka sorun dikkate alınmaz. En azından haberlerde bunların hiç birinden bahsedilmez. “Yuh pizzacıya, ne ayıp bu yaptığı!” şeklinde yansıtılan haberin benzer versiyonları öyle çok plâtformda dolaşıma sokulur ki bu yolla olayı başka bir şekilde yorumlama olasılığının olmadığı izlenimi yaratılır.

Duygulara, hassasiyetlere, alışkanlıklara dokunarak, makineleri “hayatı kolaylaştıran, insana, gelişime katkıda bulunmasını sağlayacak zamanı ve donanımı kazandırma özelliklerinden öte, insanın yerine koyma girişimi” olan bu çılgınlık, bugün ne yazık ki son derece normal, keyifli ve güzel olan konumunda. Öyle ki, buna tepki verme imkânı sunan araçlar bile yine sistemin kendisi tarafından insanların hizmetine sunuluyor. Böylece Adorno ve Horkheimer’in sözünü ettiği “kültür endüstrisi” ortaya çıkıyor. Bu sayede maddeleşmiş kültürün, yapış yapış, her yere nüfûz eden bulaşıklarından herkes az veya çok nasibini alıyor.

Kültür endüstrisi içinde, “her şey yalnızca başka bir şeye yararı olup olmaması açısından algılanır, bu başka şey ne kadar bulanık görünürse görünsün; her şey, kendisi bir şey olduğu sürece değil, alıp verilebildiği sürece değerlidir”1. Böylece insan, kendi değerini bile bir şeye bağlı, kendisi için ulaşılması zor bir yerde, çalışıp didinip alması gereken bir meta olarak görmeye başlıyor. Buna göre değer, ancak görünendir ve her zaman uzaktır, hep bir ihtimâldir. Tam yakaladığını düşündüğün andan hemen sonra yok olandır. Değer; gelecekte sahip olunma ihtimâli olan, şimdiyle sınırlı, yarın kaybedilmeye mahkûm olandır.

Aksine, “Değer; unutulmayan, kaybolmayandır” da diyemeyiz. Bu da son derece görünene odaklanmış bir başka değer tanımı olur. Varlığın kendisi tek başına bir değerdir aslında ama bunun değerini bilmek ve hâkim kültürün içinde gerilim yaşamadan bu düşünceyi yaşatmak, fizikî olarak varoluşun önünde engel teşkil ediyor.

Çünkü…

“Hükümdar artık şöyle demez: ‘Ya benim gibi düşün ya da öl!’ Şöyle der: ‘Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün, her şeyin senin olarak kalacak ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın. Uyum sağlamayan herkes ekonomik acizliğe mahkûm edilir ve bu mahkûmiyet garip münzevilerin zihinsel erksizliğinde sürdürülür. İnsan bir kez sistemin dışına atıldı mı, onu yetersizlikle suçlamak kolaydır.’”2

Bu yetersizlik düşüncesi de değer tanımını yeniden gözden geçirmeye yeter de artar bile.

Doğanın ayarlarıyla oynama cüretinin yanında insana yapılanlar nedir ki düşününce? Ancak işin oyunbozan tarafında olmak da var, görünene aldanıp uyuyakalmak da. Umarım, uyku arası sayıklamalardan ibaret değildir bu söylediklerim sevgili okur. Umarım, derin uykumuzdan geç olmadan uyanırız hep birlikte. Yüzeyde kalan bunca şamata ve hengâmeye rağmen, gerçeğe çağıran derinden bir ses oluruz tüken(t)meden önce…

 

1-2 Theodor W. Adorno-Max Horkheimer/ Aydınlanmanın Diyalektiği/ Kabalcı Yayıncılık