TÜKETİM; “tüketmek eylemi, üretilen şeylerin kullanılıp
harcanması, tüketilmesi” gibi anlamlara gelen bir kavramdır. İnsanların
hayatlarını idame ettirebilmeleri, yaşamın devamı için tüketmeye ihtiyaçları
vardır. Tüketim ürünleri beslenme, barınma, giyinme gibi temel gereksinimlerden
başlar ve bu silsile çeşitli faktörlere bağlı olarak uzayıp gider. Bu noktada
önemli olan, işi Sezen Aksu’nun dediği gibi, “İşte biz o gün tükeneceğiz”
boyutuna getirmemektir.
Tüketim algımız ulusal ve evrensel çapta büyük değişikliklere
uğradı. 2000 öncesinde konuya bakış açımız çok farklıyken, günümüzde bambaşka
bir görünüm kazandı. Eskiden aldığımız birçok ürün uzun yıllar sorunsuz bir
şekilde çalışırdı. Bozulan, sorun çıkaranlar ise çöpe atılıp hemen yenisiyle
değiştirilmezdi. Anlayacağınız, “ahde vefa” yalnızca insanlara karşı hissedilen
bir sorumluluk değildi. Bir şey ihtiyaç olduğu için, gerekli olduğu için alınır
ve ondan kolay kolay vazgeçilmezdi.
Oysa günümüzde öyle mi? Ürünleri kullanma fikriyle
almıyoruz. Bozulanı tamir ettirmiyoruz. “Bundan var, bir daha olmasına lüzum
yok” demiyoruz. Alıyoruz da alıyoruz. Farkında değiliz ama tüketmiyoruz,
tükeniyoruz. Peki, ne oldu da biz fâniler tüketim konusunda bu kadar değiştik?
Böyle savurgan ve bilinçsiz tüketiciler hâline dönüştük? Kimin ya da kimlerin
sihirli (!) değneği dokundu cüzdanlarımıza, vicdanlarımıza, omuzlarımıza? Bu
sihirli değneğin kime ait olduğunu, değişim ve dönüşümlerin sebeplerini, bize
çıkardığı faturayı, sevabımızı, günahımızı merak ediyorsanız, haydi hep
birlikte bakalım sevgili okur!
Başkahramanımız, gelişen teknoloji galiba. Bundan çok
değil, bir 20 yıl öncesine gittiğimizde, şu an vazgeçilmezimiz olan birçok
teknolojik ürünün olmadığını görüyoruz. Ara sıra düşünmüyor değilim, bunlar
yokken nasıl yaşıyormuşuz? Her gün yeni bir sürümü çıkan akıllı telefonlar,
bilgisayarlar, tabletler, robot süpürgeler, onlar, bunlar, şunlar... Daha neler
neler... Bu kadar çeşitliliğin yanı sıra, aynı ürünlerin yakın varyasyonlarının
ortaya konulmasıyla önümüzdeki seçenekler günden güne artıyor. Cihazların asıl
kullanım amaçları değiştiriliyor.
Örneğin bir zamanlar yalnızca iletişim amacıyla üretilen
cep telefonlarına her gün yeni bir özellik ekleniyor. Eklenen her özellik, daha
dün aldığımız telefonun yenisiyle değiştirilmesi gerektiği şimşeğini çaktırıyor
beynimizde.
Çeşitlilik artıyor, ürünler farklılaşıyor; bunlara bir de
sonu gelmeyen markalar eklenince, yandı gülüm keten helva! “İhtiyacımız var mı,
yok mu?” diye düşünmüyoruz. İlk fırsatta koşuyoruz yepyeni, sıcacık, taze taze,
fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde cihazları almaya. Sihirli değneğin sahibi
de zafer çığlıkları atıyor bu arada.
Psikolojik silahlar boş durur mu? “En iyisi, en
yenisidir” mesajıyla kalbimizden vuruyor bizi. Hiç önemi yok onu 3-5 ay önce
almış olmamızın. Malzeme sağlammış, kullanışlıymış, ne çıkar? “Ayşe, Fatma
almış, ben nasıl onlardan geri kalırım?” düşüncesiyle binlerce liraya aldığımız
ürünü bir kenara atıp yenisine açıyoruz kollarımızı. Bu durum için
verilebilecek en iyi ve en güncel örnek, hepimizin oksijeni hâline dönüşen
akıllı telefonlar elbette. Eskiden olsa ona vereceğimiz parayı kuruşu kuruşuna
hesaplardık. Biraz fazla olsa almaya kıyamazdık. Oysa şimdi neredeyse bir araba
parasını hiç düşünmeden gözden çıkarıyoruz yegâne eğlence aracımız için.
Çünkü yavaş yavaş, az az, hissettirmeden yükseltiyor onun
fiyatını sihirli değneğin sahipleri. Biz de bu fiyatlandırmaya öyle bir
alışmışız ki, gözümüz hiçbir şeyi görmüyor. Piyasaya çıkar çıkmaz ona sahip
olan nadide insanlardan olabilmek için âdeta izdiham çıkarıyoruz ve bu zorlu
yarış içerisinde hedefimize kilitleniyoruz.
Değişen ve dönüşen tüketim anlayışımızda pazarlama olanaklarını
da göz ardı etmemek lâzım. Artık yeni ürünleri tüketiciyle buluşturmanın
sayısız ve sınırsız yolu var. Bangır bangır bağıran televizyon kanalları, gazeteler,
dergiler, sosyal medya plâtformları, internet ve benzeri… Bu bombardımanın
birinden kaçsak diğeri mutlaka yolumuzu kesiyor. Kaçış, kurtuluş yok
anlayacağınız!
Hem nereye kaçabilirsiniz ki? Adım başı açılmış olan
alışveriş merkezlerine mi, gösterişli showroomlara mı? Fuzuli yere uğraşmayın.
Teslim olmaktan başka çareniz yok.
“Ben meşgul bir insanım, mağaza mağaza gezmeye, saatlerce
vitrin incelemeye zamanım yok” diyorsanız, korkmayın. Sizi de düşünmüşler
efendim. Neyi, nereden, ne kadara istiyorsanız, saatler içerisinde internet
alışverişi ile kapınıza kadar getiriyorlar. Nerede görülmüş böyle bir konfor?
Paranız yoksa da dert değil. Bankalar kredi kartı verebilmek için sıraya
giriyor önünüzde. Bununla birlikte bizlere sunulan cazip taksit oranları
aklımızı başımızdan almaya yetiyor. Şimdi söyleyin Allah aşkına, kim tutabilir,
kim alıkoyabilir bizi o sıfır model cihazı almaktan?
Bilmiyorum, sizin de dikkatinizi çekti mi, son zamanlarda
aldığımız ürünlerin ömrü ne kadar da kısa. 3, 5, 7 yıllık garanti süresi dolan
cihazlara ne hikmetse süre dolar dolmaz bir hâller oluyor. Sihirli değneğin
sahibinin marifeti olsa gerek. Artık eliniz mahkûm yenisini almaya. Garanti
süresi dolan cihazları tamir ettirmek, almaktan daha pahalıya mâl oluyor biz
tüketicilere. Fark edemeyeceğimiz küçük hilelerle kullanım ömrü kısaltılan
cihazlarımız bir anda çöp oluveriyor. “Tamir” kavramı koşar adım elini eteğini
çekiyor hayatımızdan anlayacağınız.
Yukarıda saydığımız ve daha nicelerini ekleyebileceğimiz
doğal veya bilinçli değişimlerden dolayı tüketim alışkanlıklarımız eskisine
göre bir hayli değişmiş durumda. Artık ihtiyacımız olup olmadığını düşünmeden
alıyoruz, sıkılır sıkılmaz, sırf modaya ayak uydurabilmek için yenisiyle
değiştiriyoruz, bozulan ürünleri tamir ettirmeyi düşünmüyoruz bile. Yegâne
gayemiz, biricik kendimizi memnun ve mutlu etmek. Bu uğurda her şeyi bir
çırpıda alıp bir çırpıda tüketiyoruz. Affedersiniz, “Tükeniyoruz” diyecektim,
aklım sürçtü.
Bugünkü bu tüketim çılgınlığımıza bir de şu açıdan baksak,
taşlar yerine oturacak galiba: Biz kendimizi bir türlü memnun edemiyor,
nefislerimizin kurbanı olmuşuz da onu doyuramıyor, şükürsüzlük girdabına
kapılmışız da kurtulamıyoruz. Bu kısır döngü içinde tükettikçe tükeniyoruz. Bu
hâle gelmemizi yadırgamıyoruz bile. Artık eteğimizdeki taşları dökmenin vakti
gelmedi mi? Bu hızla ve hırsla gidersek sonumuz nereye varacak?
Ey fâni! Silkelen ve kendine gel. Doymayan sen değilsin.
Bu işin içinde başka bir iş var?