TRT Çocuk, Walt Disney’i döver (!)

TRT Çocuk, kâbus gibi başlayan hafta sonumuzda Hızır gibi imdada yetişmişti. Yetişmekle kalmamış, hamburgerlerin, papazların, Noel Babaların, katedrallerin var güçleriyle saldırıya geçtiği çocuk kanallarında yavrularımızın güvenli bir sığınağı olmuştu.

ŞİMDİKİ çocuklar gerçekten çok şanslı! En azından çizgi filmler açısından…

Benim gibi, çocukluğunu seksenli yıllarda geçirmiş, şimdiki zamanın orta yaşlıları için çizgi film, o dönemlerde bulunmaz bir nimetti. Öyle canınız istediğinde televizyonu açıp çizgi film izleyemezdiniz. Tek kanallı dönemin mecbûrî reyting rekortmeni TRT, Cumartesi sabahlarını çocuklar için ayırır, o gün okul olmamasına rağmen her yaştan her çocuk, yine sabahın köründe kalkar ve Devlet’in televizyonunda kendileri için ayrılan zaman diliminin tadını çıkartırlardı.

Hafta içi ise, belli bir saati olmamakla birlikte program aralarında bazen çizgi filme denk gelebilirdiniz. Çocuk aklımla o dönemki TRT ekranlarında “Biberleyelim” diye yayınlanan bir çizgi filmi çok sevmiştim. Çoğu yetişkin şu an için bu çizgi filmi hatırlamayabilir, “Abner” ismindeki bir beysbol topunun maceralarının anlatıldığı bu çizgi filmde minik topumuz, çocuklara hatıralarını anlatır, falanca beysbol takımının filanca oyuncusunun kendisine maçta nasıl vurup sayı aldığından övgüyle bahsederdi.

Bir keresinde o kadar etkilenmişim ki, çizgi film bitince mahalleye beysbol oynamaya indim. Tabiî ortada ne top var, ne sopa, ne de beysbol oynayacak çocuk. Adapazarı’nda döverler adamı, ne beysbolu kardeşim?!

O günden sonra ailem durumun ciddiyetinin farkına varmış olacak ki beni kırtasiyeye götürüp birkaç tane Keloğlan temalı masal kitabı aldılar. O yaz babam beni, Tarihî Edirne Kırkpınar Yağlı Güreşlerine götürdü. Annem de mahalle bakkalından bir tane plâstik top aldı. Böylece en başından beri hiç olmaması gereken bendeki bu beysbol merakı da yitip gitmiş oldu.

O zamanlar sekiz dokuz yaşlarındaydım. Televizyonda gördüğüm bir çizgi filmin etkisinde kalmamın açıklanabilir ve makul gerekçesi illâ ki var, peki ya o saçma sapan çizgi filmi yayınlayanlara ne demeli? Amaçları, ata sporumuz beysbolun kitlelerce tanınmasını sağlamak olsa gerek(!)…

Yahu yerlilikten, millîlikten geçtim, bu topraklarda hiçbir sûrette karşılığı olmayan elin beysbol temalı çizgi filmini, ortada hiçbir talep yokken yayınlamak hangi kıvrak zekânın ürünüdür? Seksenli ve doksanlı yıllar boyunca Devlet’in televizyonunun yönetimi kimlere kalmış? Hüviyetlerine bakmak lâzım hangi ülkenin vatandaşları diye… 

Biliyor musunuz, tarih tekerrürden ibaret, buna benzer bir durumu yıllar sonra baba olunca yaşadım…

Bir gün kızımla birlikte süt almak için bakkala gittik. Orada, mahalledeki camimizin imamını görüp selâmlaştık. Bakkaldan çıkınca kızım, o amcanın kim olduğunu sordu. Camimizin imamı olduğunu söylediğimde ne dese beğenirsiniz? “Papazı da tanıyor musun baba?”

Minik kızıma, “papaz” kelimesini nereden duyduğunu sordum. Robin Hood’un çizgi film versiyonunda görmüş. Kızıma papazların kiliselerde bulunduğunu, mahallemizde kilise olmadığını, olsa bile –elhamdülillah- Müslüman olduğumuz için kiliseye gitmeyeceğimizi tek tek açıkladım. Akşam eşimle kafa kafaya verdik ve kızımın evdeki eğitimi ile ilgili bir şeyleri yanlış yaptığımızı kabullendik. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Televizyon izlerken kızımız Zehra’yı çok başıboş bırakmıştık.

Müdahalesiz seyir, müdahale eden alt metinler

Sabırla hafta sonunu bekledim ve işe gitmediğim bir gün, eline kumandayı alan kızımın yanına oturdum. Kızım, birazdan kendisine yapılacak sessiz denetimden habersiz, birlikte çizgi film izleyecek olmamızdan dolayı çok sevinçliydi.

Odanın kapısından bizi izleyen eşimle göz göze geldik ve ona, “Her şey inşallah yoluna girecek” gibilerinden bir göz kırpma ile o günkü çizgi film maratonuna başlamış olduk.

Zehra önce Walt Disney kanalını açtı. Erken saatte Miki Fare’nin Kulüp Evi başlıyordu. Başlangıçta her şey güzeldi. Miki Fare çocuklara odalarını toplamaları gerektiğini, dağınıklığın çok kötü bir şey olduğunu anlatıyordu. Kendi kendime, “Acaba Miki Fare’ye haksızlık mı ediyorum?” diye düşünürken, ortaya bir anda dev bir çam ağacı indi. Rengârenk süsleri ile ışıl ışıl parıldıyordu. Derken çam ağacının üzerinden geyikli kızağıyla ak saçlı, ak sakallı, kırmızılar içinde bir Noel Baba belirdi. Kızağından aşağıda duran çocuklara hediyeler atıp gülümsüyordu…

Sonra Miki Fare, çocuklar ve Noel Baba, hep bir ağızdan Noel şarkısı söylediler. Şarkıdan çok, kiliselerde söylenen uydurma ilâhilere benziyordu. Miki Fare’nin Kulüp Evi bitince derin bir nefes aldım. Bilerek müdahale etmedim. Kaldı ki, bugünlük etmeyecektim…

Derken Prenses Sofya başladı. Aynı Miki Fare’de olduğu gibi güzel bir başlangıcı vardı. Yalan söylemenin ne kadar kötü bir şey olduğunu söylüyordu Prenses Sofya. “Ne güzel!” dedim içimden. Hem bu çizgi filmde Noel falan da yoktu. Şimdilik zararsız Prenses Sofya’yı kızımla birlikte gayet güzel bir şekilde takip ederken, Prenses Sofya, şatolarına musallat olan kötü ruhları kovmak için kraliyet büyücüsünden yardım istedi.

Büyücü, simsiyah uzun entarisiyle tıpkı bir papaz gibi şatonun koridorlarında dolaşıyordu. Hemen odasına girdi ve sihir kitabından birkaç sihirli kelime söyleyerek kötü ruhları şatodan kovdu. Sihir kitabına sımsıkı sarıldı ve “İyi ki varsın güzel kitabım!” dedi. Kitapta haça benzer bir işaret vardı. Tam olarak haç olmasa da andırıyordu. Alt metne bakar mısınız? Ne kadar sinsice hareket edilmiş, öyle değil mi?

Bu da bitince, Zehra’nın mutluluğu katbekat arttı. Nedenini sorduğumda bana, Mucize Uğurböceği ile Kara Kedi’nin başladığını söyledi…

İzlemeye başladık. Bu çizgi film de diğerleri ile ağız birliği etmişçesine baştan çocuklara güzel mesajlar vermişti. Çok ders çalışmanın, öğretmenlerimizi üzmemenin erdemlerinden bahsetti. Bense artık alıştığım için birazdan yapacakları hamleyi beklemeye başladım.

Mucize Uğurböceği ve Kara Kedi, Paris sokaklarında kötü adamı kovalıyordu. Final sahnesi, Notre Dame Katedrali’nde gerçekleşti. Kötü adamı katedraldeki büyük çanın içine sıkıştırıp polise teslim ettiler. İyi ki kiliseler vardı! Yoksa maazallah, kötüler yakalanamayacaktı…

Bu çizgi filmi de büyük bir sabırla izledikten sonra reklâmlar başladı. Yurtdışından ithal envay-i çeşit oyuncak, güzel müzikler ve o oyuncaklarla oynayan mutlu çocukların görüntüleri ile pazarlanıyordu her şey. Çocuk bu, durur mu? Hemen istedi o oyuncaktan. Baktım, pilli bir bebek... Walt Disney karakteri… Fiyatı da… Sıkı durun, dört yüz liradan fazla! “Yazıktır, günahtır kızım” dedim ama dinlemedi beni.

Bir şekilde bu oyuncak reklâmını unutması gerekiyordu. “Haydi kızım! Gel, mutfağa gidelim. Bakalım annen bizim için neler hazırlamış” dememe kalmadan, bir fast food markasına ait çocuk menüsünün reklâmı başladı bu sefer de. Millî yiyeceğimiz hamburger alan çocuklara millî kahramanımız Ninja Kaplumbağalar hediye ediliyordu. Kızım ondan da istedi. Tutturdu “Hamburger!” diye…

Kötü bir kâbus görür gibiydim. Tatil günüm resmen zehir olmuştu. Bir şeyler yapmalıydım. Zor belâ, kızıma annesinin yaptığı tarhanadan içirdik. Üzerine de ev yapımı sütlacını yedi. Oh, mis gibi! Az önce kaybettiğim aklıselim hâlim geri gelmişti ve bundan sonra ne yapmamız gerektiğini eşimle konuşmaya başladık.

Çocukların zihinsel, bilişsel ve duygusal gelişimleri, TRT Çocuk’un yayın politikasının önceliği. Yayınlar önce pedagojik denetimden geçiyor. Kanalda yayınlanan içeriklerin millî, mânevî ve ahlâkî değerler içermesi, kanalın olmazsa olmazı. 

Bizden olan, bizimle olan

El kadar çocuğa “Çizgi film izleme!” diyemezdik, tamam… Bütün gün televizyon izlemesi sakıncalı bir durumdu ve kızımızla anne-baba olarak daha çok vakit geçirmeliydik. Lâkin o kumanda illâ ki Zehra’nın minik ellerine yapışacaktı ve günün belli saatlerinde o televizyon izlenecekti…

Eşim, TRT Çocuk kanalından bahsetti. Komşumuz tavsiye etmiş. Hem öyle Disney kanalları gibi ne idüğü belirsiz çizgi filmler yayınlamıyormuş.

Ertesi gün yine tatildi. Kahvaltıdan sonra Zehra ile baba-kız sohbet ettik. Çocukluğumda annemle babamın aldığı Keloğlan kitaplarından bahsettim Zehra’ya. Keloğlan’ı, annesini, Balkız’ı, Kara Vezir’i uzun uzun anlattım ona. Ardından Nasreddin Hoca’nın bir iki fıkrasını anlatıp güldürdüm.

Zehra anlattıklarımı çok sevdi sevmesine de, canı yine dün olduğu gibi benimle birlikte televizyon izlemek istedi. Kızımın isteğini kabul ettim. Yalnız bir şartla! Kumanda bende olacak ve istediğim çizgi film kanalını açacaktım. Kızım önce şaşırdı ama sonrasında teklifimi kabul etti. Ne de olsa baba-kız çizgi film izleyecektik…

Kumandayı elime aldım ve TRT Çocuk’u açtım…

Sanki aramızda sözleşmişiz gibi, “Keloğlan”ı buldum karşımda. Keloğlan, sofrada annesi ile yemek yiyordu. “Rabbimize şükürler olsun ki bize bu yemekleri ihsan etti” dedi annesi. Besmele çekip çorbalarından içtiler birer kaşık. O sırada kızımın önünde annesinin soyduğu meyvelerden vardı. Kızım da bir besmele çekti ve meyvesinden yemeye başladı. Çok mutlu olmuştum. Kızım tabağındakileri bitirdiğinde Keloğlan da bitmişti.

Sırada “İstanbul Muhafızları” isimli çizgi film vardı. Bir çınar ağacının içinde toplanan dört kafadar, İstanbul’un tarihî yapılarına zarar vermek isteyen kötü kalpli bir adama karşı bu tarihî yerleri muhafaza ediyorlardı. Çizgi filmin o günkü konusu, Sultan Ahmed Camii idi. Caminin inşâ ve yapım süreci, o dönemde yaşamış ecdâdımızın iyilikseverliği, yaşanan bolluk ve bereket, küçük bir çocuğun anlayabileceği dilde çok güzel ve yalın bir şekilde anlatılıyordu.

İstanbul Muhafızları bittiğinde, kızım, önümüzdeki hafta sonunda Sultan Ahmed Camii’ne gitmek istediğini söyledi. Çok mutlu oldum. Kanalı değiştirmesek soluğu Paris’teki katedralde alacaktık az kalsın(!)…

İstanbul Muhafızları biterken, eşim sağ olsun, taze demlenmiş çayımı getirdi. Zehra’ya da ılık ballı sütünü… Baba-kız, çayımızla sütümüzü güzel güzel içerken, “Rafadan Tayfa” isimli çizgi film başladı TRT Çocuk’ta. Aynı mahallede yaşamlarını sürdüren iyi kalpli çocukların maceraları anlatılıyordu bu çizgi filmde. O günkü bölümünde, atalarımızın destan yazarak düşmanı geçirtmediği Çanakkale’den bahsediliyordu. Çizgi filmde Millî Şair Mehmed Âkif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine ithaf ettiği şiirinden duygu yüklü bir bölüm de okundu. Tahmin edeceğiniz üzere kızım, çizgi film bittiğinde Çanakkale’deki şehitliği görmek istediğini belirtti. Ben de önümüzdeki Mart ayı için söz verdim… 

Bu arada unutmadan, biz bu çizgi filmleri izlerken TRT Çocuk ekranlarında oyuncak ve hamburger reklâmına hiç denk gelmedik. Yayın politikası gereği bu tip reklâmlar yasakmış çünkü. Sadece bulaşık makinesi deterjanı ile TRT Çocuk Dergisi’nin reklâmı denk geldi. Onlar hakkında da kızımın herhangi bir talebi olmadı.

TRT Çocuk farkı ve bir “Dede’nin torunu”

TRT Çocuk, kâbus gibi başlayan hafta sonumuzda Hızır gibi imdada yetişmişti. Yetişmekle kalmamış, hamburgerlerin, papazların, Noel Babaların, katedrallerin var güçleriyle saldırıya geçtiği çocuk kanallarında yavrularımızın güvenli bir sığınağı olmuştu.

Biliyor musunuz, geçtiğimiz yıl, TRT Çocuk kanalında sürpriz bir olay yaşandı. Sayın Cumhurbaşkanımızın torunu Ömer Erdoğan’ın da sıkı bir TRT Çocuk izleyicisi olduğu biliniyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın torunu olduğundan hiç söz etmeden, TRT Çocuk’taki “Rüzgâr Gülü” isimli bir yarışma programına telefonla katılarak yarışmış. Programın yapım ekibi ve sunucusu, yarışma bittikten sonra Ömer Erdoğan’ın kim olduğunu öğreniyorlar ve tabiî ki çok şaşırıyorlar. Çünkü Ömer Erdoğan, kimseye bir şey söylemiyor.

Vallahi, ne yalan söyleyeyim, benim dedem, milleti ve dâvâsı uğruna ömrünü adayıp kirli düzene kafa tutsa, İslâm coğrafyasında artık sönmeye yüz tutan ümit küllerini yeşerten bir dünya lideri olsa, kendimi tutamaz, yarışmada torunu olduğumu söylerdim herhâlde!

TRT Çocuk kanalına hayranlığım arttıkça, kanal ile ilgili de tüm gelişmeleri takip etmek istiyorum doğal olarak…

Merak ettim ve TRT Çocuk’un oluşum sürecini araştırdım. Torunlarına olan düşkünlüğü ve çocuklara olan sevgisi hepimizce malûm olan dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel iradesiyle yerli ve millî bir çocuk kanalının kurulması için ilk adım, 24 Ekim 2008’de atılıyor. Ve TRT Çocuk, test yayınlarına başlıyor.

Dönemin Başbakanı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, özellikle yabancı menşeli çizgi filmlerin subliminal mesajlarla kültürümüze ve mâneviyatımıza zarar verme emellerini benden çok önce öngörmüş olacak ki yayın içeriğinin yerli ve millî olması hususunda bizzat talimat vermiş.

1 Kasım 2008 tarihi itibariyle de kanal, normal yayın akışına geçiyor ve böylece benim çocukluğumdaki gibi bir beysbol topunun hikâyesinden ziyâde, kendi kültüründen bir şeyler barındıran, yerli ve millî çocuk kanalı evlerimize konuk oluyor.

TRT Çocuk, geçtiğimiz yılın Kasım ayında 11’inci yaşını kutladı. Kanal, yayına başladığı ilk günden itibaren minik kalplerin beğenisini, ebeveynlerin güvenini kazanmanın gururunu taşıyor olmalı.

TRT Çocuk, izlenme ölçümlerinde en çok izlenen çocuk kanalı! Yayınladığı çizgi filmlerden gün içerisinde ilk yüz program arasında yer alanlar var. Televizyon dünyasında içerik olarak yalnızca çocuklara hitap eden bir kanal için bu, büyük bir başarı!

Bu başarı kazanılırken işin kolayına kaçılmıyor. Çocukların zihinsel, bilişsel ve duygusal gelişimleri, TRT Çocuk’un yayın politikasının önceliği. Yayınlar önce pedagojik denetimden geçiyor. Kanalda yayınlanan içeriklerin millî, mânevî ve ahlâkî değerler içermesi, kanalın olmazsa olmazı.

Çocukken mahallede arkadaşlarla lâf yarıştırırken birbirimize üstünlük kurmak için, “Benim babam, senin babanı döver” derdik. TRT Çocuk, Walt Disney’e üstün gelmekle kalmıyor, bildiğiniz, bir güzel pataklıyor(!)...