Tren garında bir yolculuk

Yolculuğumuz yalnız... Sadece idraki bekliyor. Kıvılcım, içimizden birinde. Kavgalar değil, özgürlükler bahşedeceğiz dünyaya. Yalnız, parçalanmış ve solmuş çiçekler değil, umut dolu, yeşeren çiçek bahçeleri ikram edeceğiz insanlığa. Olmaz mı, çok mu ümitvarım?

DEĞİŞMEK, değiştirmenin ön koşuludur, farkındayım. Dünya üzerinde değiştirmek istediğim pek çok şey var. Bu sebepten kendimde değişmem gereken pek çok yönün varlığının da ayırdındayım. Bu bakımdan Tolstoy’un, “Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür. Fakat kimse kendini değiştirmeyi düşünmez” tezinin kapsama alanı dışında kalmaktan bilhassa mutluyum. Zira benim inancım, bir günü öbürüne eşit olmayan bir yaşamı ideal görür. Ki bu, sürekli değişim anlamına gelir.

Bununla birlikte, nefisle cihad zaten daimî olarak -kendimizden sebep var olan- kusurlarımızı fark edip onlara savaş açmamızı öngörür. Yine de hani olur ya, problemin ne olduğunu bilirsin, fakat çözümü senin elinde değildir yahut Kafdağı’nın ardında kaldığı için dağları delecek kudret bulamadıkça derman da bulamazsın, o türden bir durağanlık benimkisi... Nereden başlamalı, merak ediyorum.

İnsan, aslında her yolculukta yalnızdır. Yolculukta iki kişi bile olsa, biri için başka, diğeri için bambaşka bir yolculuktur bu. Yani her yolculuk, insanın kendi içinde başlar ve biter. İnsan bunun ayırdında olmadı mı, hayat elinden akıp gider. Zira başkaları için yaşamak ya da başka hayatları yaşamak, bunun farkında olamamaktan kaynaklanır. İnsan bir tren garında bekleyedursun, trenler akıp gitsin… Merakım şudur ki, insan neden hiç şüphe etmez “Ya bu makinist beni yanlış yola götürürse?” diye? İnsan neden gideceği yolu sorgulamaz böyle uzun zaman gitmeyi beklediği hâlde? Soruyorum: Bu kadar hafife alınacak kadar basit mi yaşamak?

Güvenmek istiyor insan. Elinden her şey gelmiyor çünkü. Yalnız yaşamayı başaramayan sosyal bir varlık... Çünkü Tanrı falan değil. İnsan, özellikle de deneyimsiz. Ne büyük âlim olursa olsun, denemeden deneyim olmaz. Bazı gerçekler yaşanarak öğrenilir. Fakat bu deneyimler de hep hüsranla sonuçlanır. İnsan da bu sebepten, başlamak için doğru yönü, doğru yolu arayışa girer. Yanlış trene binmemek için bir bilene sormak ister “Doğru yol hangisi?” diye.

Ama şimdi kavrıyorum ki, insanlar artık doğru yönün neresi olduğunun farkında olmayı geçtim, yanlış yere vardıklarının, orada olmamaları gerektiğinin bile ayırdında değiller. Hattâ yola, memleketine varmak üzere çıkmışken makinistin yönlendirmesi sebebiyle bambaşka bir kente varmış, orada yeni bir şehir inşâ etmiş, hayat kurmuşlar. Fakat ben hasretini çektiğim memleketime gitmek istiyorum.

Anladığım kadarıyla, bir kez yanlış tarafa giden, eski destinasyonunu unutuyor. İşte ben de bundan korkuyorum! Bir an olsun hatâlı yöne binecek olsam, bir ömür yalan bir yaşayışa mahkûm kalacağımdan ürperiyorum.

Ben de birine güvenmek isterdim. Birinin, “Haydi gel, işte doğru yol burası!” demesini isterdim. Sanırım hayatı gereğinden çok önemsiyorum. Ya da… Bilmiyorum...

Kelimelerin ardına sakladığımda, gerçek anlaşılmaz oluyor. Fakat biliyorum ki, apaçık haykırsam bile idrak edecek muhatabım olmayacak. Çünkü ben görünmez kusurlarla savaşıyorum. Unutulmuş gerçeklerle, fark edilmeyen fakat çoğu hayattan parça parça kayıplar söken eksiklerle boğuşuyorum. Derdimin mânâsının ayırdında değil kimse. Yine de sormak istiyorum: Yangın yerine evrilmiş, yıkılmaktaki şu dünyada neden herkes hâlâ kendi saltanatının masalında hayâlperestleşiyor?

Yavruyken ayağını prangaladığınız bir fil, onu çocukken kıramaz, fakat büyüyüp kıracak kudrete geldiğinde ise ona dair herhangi bir sorgusu kalmadığından kırmaya tenezzül etmez. Sanırım insandaki alışmışlık bundandır. Zira şeylere bağımlı olmaya maruz bırakıldığımız hayatımızda, mutluluğu şeylerin dozunu arttırmakta buluyoruz. Ve benim bir yenilik dileyen rûhum, ancak kaybolmuş 70’lik sanattan tatmin oluyor. Bir ses isteyen, bir yankı arzulayan bedenim, aradığı yankıyı yalnızca dağ başında buluyor; o da kendi sesinde... Hayat ağacı, kaybedişlerin en korkuncunda, bilinçsiz bir kayboluştayken, kendimi onun son yeşil yaprağı gibi hissediyorum. Bir el tarafından koparılmak korkusuyla başbaşa, fakat çâresiz, fakat yemyeşil… Gün doğsun, güneş vursun, dallar tomurcuk açsın, zeytinler sarksın… Bir devinim başlasın!

Sorgum şudur ki, bir deli tayı neden mahkûm ederler dört duvar arasına? Bu duvarları kim koydu, sahteden mi? Yıkılmak, aşılmak için mi? Fakat ben, çok güçsüzüm. Yalnızım... Bu duvarları devirecek bir rüzgârım da kalmadı. Yorgunum. Yavaş yavaş devirecek bir duvarım da kalmıyor. Duvarlar kayboldukça, gözlerim karardıkça herkes gibi oluyorum. Bilinçsiz, mutlu ya da mutsuz... Pek farklı değil!

Hayatım ellerimden kayıp gidiyor sanki. Rûhumu teslim ediyorum, karşılığında ücretsiz istirahat veriyorlar bolca. Fakat ben buna kanmam! Bir deli tayın koşamaması nedir, bilir misiniz siz? Ya açın yolları koşayım, ya duvarlarınızı yıkayım! Ama benden derdimi almayın! Alamazsınız ki...

“Başkalarının rüzgârına kapılanlar, kendi rüzgârlarını kaybederler.” Bu söz hiç uzaklaşmıyor kulaklarımdan. Anlıyorum artık. Kimse gelmeyecek. Devrim kendi kendine başlamayacak. Bir rüzgâr vardır ki ateşi söndürür, bir rüzgârsa harlandırır. İşte o, içten gelen, kendi rüzgârındır! Bir kıvılcım, içimde devrimi başlatacak; önce kendimi, sonra bu materyalist dünya düzenini devireceğim. Bir başlangıç varsa, içeride, içimizde...

Yolculuğumuz yalnız... Sadece idraki bekliyor. Kıvılcım, içimizden birinde. Kavgalar değil, özgürlükler bahşedeceğiz dünyaya. Yalnız, parçalanmış ve solmuş çiçekler değil, umut dolu, yeşeren çiçek bahçeleri ikram edeceğiz insanlığa. Olmaz mı, çok mu ümitvarım?

Ey dost, adına ne derler bunun? Yanıp kavrulduğum, şu kirli hayatta kaybetmekten korktuğum bu his… Kaybolduğuna şâhit olduğum, her devirde, “Kun fe yekun”… “Oldu” deyip bıraktıklarımız... Her an yere düşen bir dilim ekmek gibi ardımızda savaşmışlığımız... Fakat başına üşüşenler kedi köpekler değil, düşmanlarımız oldu. Şimdiyse ellerimizle uzattık azığımızı; zira düşmanı yedirmek maharet oldu.

Ey dost, sana zor bir sorum var! O ekmek yere düşerken, sen neresindeydin? Ben içimde binbir acıyla tutuşurken, hayat bulanıklaşırken kaybediyorum, sen neredesin? Neden yoksun? Yaşayıp öldün mü, şehit mi düştün? Orta Doğu çocuklarının yattığı toprak mıdır yuvamız bizim?

Dostum, çok yoruldum! Dertlerim beş para etmiyor kapitalist düzende. Ne yaparsın, atsan atılmaz, satsan satılmaz... Dost! Adım atmaya korktuğum şu hayatta, gel beraber yola çıkalım, beraber kaybolalım... Belki bu trenler yüzümüze güler, Kudüs’te buldurur bizi. Hem birlikten kuvvet doğar...

Ama ben, bulamıyorum seni. Bir an olsa şâhit olur muyum varlığına? Ey güzîde dostum, bir gün bana selâm vermen dileğiyle...

Zâtına hoşça bak...