AH azizim, hayat bu!
Ne zaman neyle karşılaşacağını bilmez insan. Hele hele insanın insana yaptığı
ötekileştirme ve kötülüğü hangi kelimelerle anlatabiliriz ki? Öyle ya, onlar
kendilerine benzeyeni severler; kendileri gibi düşünenleri, kendileri gibi
yetişenleri ve hayata kendileri gibi bakanları… Kendilerinden ne kadar çok
özellik varsa o kadar çok pohpohlar, o kadar sever ve alkışlarlar. Doğru orantı
vardır sevgi ve saygılarında. Ne kadar çok ortak yön, o kadar sevgi!
Hayat
böyle güzeldir onlara. Herkesin keyfi yerindedir nasılsa, hepsi aynı şekilde
bakıyordur dünyaya. Erdemi yanlış anlayanlar kendileri gibi olanlarla
oyalanırlarken, farklı olanla karşılaştıklarında hemen tırnaklarını gösterir,
ağız burun bükerler. Ne aciz ve zavallı bir duygudur aslında bu! Hâlbuki hayatımız
boyunca sahip olmak istediğimiz hususiyet de hoşgörü, sabır ve önyargısız olmak
değil midir?
İnsan
önce kendine saygı duyduğunda daha sonra karşısındaki insana da saygı
duyabilir. Ama bu, kendi gibi olana saygı duymak anlamına gelmemeli elbette.
Kendimiz gibi olmayanı gördüğümüzde dürüstçe, hiçbir olumsuz cümle geçmeden
aklımızdan devam edebiliyorsak yolumuza, saygı duymayı öğrenmişiz demektir.
Birine
saygı duymak, onu ve yaptıklarını onaylamak demek değildir. Birine saygı duymak,
kendine karşı dürüst olmaktır. Birinin yaşam şekli, hareket ve düşünceleri bizi
rahatsız ediyorsa, dönüp kendimize bakmalıyız önce. Bir yerlerde bir eksiklik vardır
muhakkak -ki o eksiklik, bize hoş olmayan şeyler düşündürüyordur-!
Ah
azizim, işte sadece bu sebeple her zaman bize ters düşen fikir ve görüntüyle
karşılaştığımızda yutkunarak sükût etmeyi bilmeliyiz! Bunun için de önce
sevmeyi değil, saygı duymayı öğrenmeliyiz. Hem de çok iyi öğrenmeliyiz ki yaşantımıza
yansıyacak güzellikleri gören aile efradı ve konu komşuya da örnek teşkil etmiş
olalım.
Bizler
şanslı insanlarız aslında; zira hayatımıza numune-i imtisal, yaşadıkları hayat
ve eserleriyle maddî-manevî hayatımızın aydınlığı ve huzuru olan kıymetlerimiz
var.
Dinle
azizim! Sana geçenlerde okuduğum kıssadan bahsetmek isterim: Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerine
bir papaz gelip “Ben mi üstünüm, sen mi üstünsün?” diye sormuş. O da “Bir hafta
sonra gel” demiş. Papaz, bir hafta sonra geldiğinde Hazretin vefat ettiğini
görmüş. “Bugün bana cevap verecekti” diye söylenince cemaat tabutu göstererek “İşte
orada, git sor! O boşuna konuşmaz” demiş. Tabutunun başına gidip aynı soruyu
sormuş papaz. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri Allah-u Teâlâ’nın izniyle başını
kaldırıp şöyle cevap vermiş: “Geçen hafta, sonumun ne olacağını bilmediğim için
sana cevap veremedim. Ben imanla gidip kendimi kurtardım, senden üstünüm. Sen
kendine bak!” Papaz ağlamaya başlamış, Kelime-i Şehadet getirip hemen Müslüman
olmuş. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri, netice belli olmadan “Ben Müslümanım, sen
de kâfirsin; ben senden üstünüm” dememiş. Ne büyük bir tevazu, ne derin bir
anlayış!
Keşke
bu tevazu ve büyüklüğün milyonda, hatta trilyonda birini hayatımıza yayabilsek…
Hayatım
boyunca elbette yanlışlıklara düşmüşümdür azizim, ama her düşüşümde bir
öğretiyle ayağa kalktığıma inanıyorum. Ve her öğrendiğim iyiyi, güzeli hayata
geçirmek şiarım olmuştur. Ömür geçiyor azizim! Dünya hayatı tükenmez gibi gelse
de bize, daha “Ne oldum?” demeden bu diyardan göçüp gideceğiz. Rabbim hayırla
gitmeyi nasip etsin!
Hayırlar
içinde gitmek istiyoruz ya azizim, hazırlıklarımızı hiç gözden geçiriyor muyuz
acaba? Sözüm sana değil elbette, ben bu soruları hep kendime sorarım. Sonra
uzun uzun düşünür, yargılarım kendimi. Aslında “hayatın içinde insanca yaşamayı
bilmektir” bütün soruların cevabı. Kendimiz gibi olmayanlara da kendi
penceremizden gülümseyebilmek, kısacası toprak gibi olabilmekten geçiyor
sanırım.
Evet,
Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumî, “Cömertlik
ve yardım etmede akarsu gibi ol!” der ve o ince, hassas ruhumuza dokundukça
nefislerimizi mutmain kılacak düsturları bir bir sıralar: “Şefkat ve merhamette
güneş gibi ol! Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol! Hiddet ve asabiyette
ölü gibi ol! Hoşgörüde deniz gibi ol! Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi
ol! Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!”
Bilir misin azizim, bana en çok
toprak gibi olmak dokunur. Ne büyük anlamlar yüklüdür şu bir satırlık cümlede! Toprak tevazudur,
tahammüldür, bile isteye sonuna kadar sabırdır, hoşgörü ve alçakgönüllü bir
ahbaplık, arkadaşlıktır. Ayaklarımızın altında çiğnenen toprak gibi
güzelliklere gebe olsak keşke; toprak çöp öğütür, gübre çiğner, çiçek verir,
meyve verir, en önemlisi de gören göze ders verir. “Ayaklar altında ezilip
taşlaşıyorum” diye gocunmaz. Bilakis, bir çiçek tohumu atana bir saksı çiçek,
bir meyve tohumu atana binlerce meyve verir.
Evet,
toprak katı ve kesif bir örtü gibi görünse de aslında kendi içinde hassas
hazineler gizleyen tılsımlı bir meraktır. Hünerli eller, akıllı fikirli ruhlar
Rabbin verdiği şuurla toprağı işlemiştir; zamanımıza kadar ve toprak kendini
vasıflı işçilerine teslim etmiştir. Öyle ya, kendinde bulunan hususiyetler
nevş-ü nema bulsun ki Rabbimizin tecelliyat ve cilvelerine ayinedarlık yapsın.
Şüphesiz çirkinlikleri de örter toprak, çeri çöpü bağrında yok eder. İşte bu yüzden toprak gibi olmaya muvaffak olmak sabır, gönül ve tebessüm işidir. Mesele, toprak kıvamına gelebilmektir azizim! Acıyıp ezilirken gönlü hoş, nefsin zincirlerini muhkem, ruhu huzura erdirebilmektir vesselam...