TOPRAK yani
bizim mayamız. Hamurumuzun karıldığı balçık. Toprak herkese ana olduğundan mı
dertli bu kadar? Her şey onun sînesinde gizli olduğu hâlde “Biri beni gizlese”
diye geçiriyor mu içinden? Ne çok şey saklamış bağrında. Akan, kokan her şey
onda barınmıyor mu? Bir tek Azrail’e karşı gelememiş. Bir parçasını kaptırmış
ona. O yüzden mi bağrında yarıklar eksik değil? Gözenek gözenek olması ondan
mı? Çok korktuğundan mı çıkmıyor sesi?
Herkesi tepesinde gezdirirken
yorulmaz mı, kendisine eziyet edenlere darılmaz mı hiç? Evler, arabalar,
ağaçlar, insanlar ona tutunmuyor mu? Dağlar çivisiydi sanki toprağın. On saniye
sallansa ne var, ne yok, yutar hâlbuki… Yuttuğunu da geri vermez. Hoş geçinmek
gerekir toprakla. Biliyoruz ki, bir gün büyük haberi o verecek bize.
Rüzgâr, toprağın arkadaşı,
değil mi? Bulutlar belki de onun canı sıkılmasın diye gökyüzünden el sallamıyorlar
mı? Yağmur suları toprağın da içini serinletiyor mu acaba? Kar, ondaki hazineyi
mi gizliyor? Üzerinde yeşeren otlar, rengârenk çiçekler toprağın süsü değil mi?
Sadece süslenmez o. Bizim yiyeceğimiz her türlü nebatat için de yer vardır
onda.
Toprak en çok, bir çiftçi
türkü söylediği zaman mı sevinir? Buğday başakları uzadıkça çocuklarının boy
atmasına sevinen anne baba gibi o da seviniyor mudur? Çobanın kavalını
dinlerken koyunlara eşlik ediyor mudur? Karıncaların yuvası, börtü böceğin
ovası değil midir o? O kadar merhametli olmasa yılan barınır mı sînesinde?
Tevazuda toprakla yarışacak var mı?
“Benim Sâdık Yârim Kara
Topraktır”, Türk edebiyatının en güzel şiirlerinden birisidir. Âşık Veysel ne
güzel tercüman olur hislerimize! Kısa bir bölümünü paylaşmak isterim:
“Âdem’den bu
deme neslim getirdi/ Bana türlü türlü meyve yetirdi/ Her gün beni tepesinde
götürdü/ Benim sâdık yârim kara topraktır.
Karnın yardım
kazmayınan belinen/ Yüzün yırttım tırnağınan elinen/ Yine beni karşıladı
gülinen/ Benim sâdık yârim kara topraktır.
Dileğin var ise iste
Allah’tan/ Almak için uzak gitme topraktan/ Cömertlik toprağa verilmiş Hakk’tan/
Benim sâdık yârim kara topraktır.”
Sâdık yârimiz bir gün bizi
de bağrına basacak. Bizi de sarıp sarmalayacak gerçek yurdumuza varıncaya
kadar. Nasıl mı? Anlatayım efendim…
Günün birinde bir tabak kaldırılacak
sofradan sessiz sedâsız. Belki birkaç gün fazladan bir bardak taşınacak
kahvaltı sofrasına. Gayr-i ihtiyârî, televizyon kumandasını istemek için başını
çevirecek sevdiğin sen varmışçasına. Oysa elektrik lâmbasını açmak için
anahtara dokunmayacak parmakların. Gün doğacak yine erkenden ama ne aynaya
bakabilecek, ne de aziz olan suya dokunabileceksin. Kitapların boşuna
bekleyecekler seni. Binlerce hakikatin susup bir tek hakikatin sesinin
duyulduğu gün… Artık onların sayfalarını da çeviremeyeceksin. Çocukların yetim
kaldı zannedecek dostlar ama binlerce yetimin çığlığını duymayacaklar. Her gün
derinleşecek gurbeti kitaplarının…
Ne diş fırçalama telâşı,
ne kravat ütüleme kaygısı... Gardıroptan gömleklerin, vestiyerden ayakkabın
indirilecek yere ve dünya senin de pabucunu atacak dama…
En son ne zaman güldüğünü,
nerede yemek yediğini, hangi şiiri okuduğunu konuşacak dostlar bir müddet. Sen
kendi başına, yapayalnız bir yolculuğa çıkmış olacaksın çoktan. Gün gelecek,
unutulacaksın. Hâttâ “Bana da bir Fâtiha yok mu?” diye bekleyenlerden
olacaksın. Kim bilir, kaç nesil eskiteceksin yattığın yerden?
“Yiğit çıplak doğar
anadan” deyip selâm verdiğin “bir gölgelik” dünyadan yine yapayalnız
döneceksin. Seninle konuşmak için can atanların bile bakmaya çekindiği yüzünü
örtecek beyaz bir bez. Doğarken sırtına geçirilen ecel gömleğinin farkında
olmayanlar şaşkınlıkla bakacaklar kefenine. Güneşi koynuna alıp güzel bir
bahçeye girmek de var, katran karası bir dehlizden geçerek kızgın alevleri
boylamak da…
Çâren yok. Berberde tıraş
olan fânî misâli, yüzünün yarısının sabunuyla “Önümden çekene, arkandan itene
bak” diyerek düşeceksin yollara. Süleyman’ın tahtında uçan halıya binsen,
rüzgârlar, kasırgalar kesecek yolunu. Hüma olsan, turna olsan, kartal olsan da
kırılacak kanatların. Puma adımlarıyla dolaşsan da dünyayı, karıncanın önünde
dağ gibi şişeceksin. Eğer emel küheylanını ehlileştirememişsen, günlerin nal
toplamakla geçmişse, Yûnus olup çığlık atacaksın. “Murâdıma, maksuduma
ermezsem/ Hayıf bana, yazık bana, vah bana!” diyeceksin. Son pişmanlığın fayda
etmediğinin sırrına varırsan, “herkes ağladığında sen güleceksin”. Ölümsüz
gerçeği ölmeden bileceksin!
Ne yolunu gözleyen
yavruların ve eşin olacak, ne de senin yolunu gözlediğin biri. Girmek zorunda
olduğun sınav yok. Bitirmeye mecbur olduğun okul kalmadı. Yapacak bir iş ve çalışacak
bir işyeri yok artık. Fatura kuyrukları tükenecek, bankada sıra
beklemeyeceksin. Sen, “Her şey geride yarım kaldı” sanacaksın, “Sararacak
portakallar var” diye bekleyeceksin bütün telâşın bitip yeni bir telâşın
başladığı, toprağın bağrına dar bir kapının açıldığı gün.
Toprağın bağrına dar bir kapı
açılmadan vur kazmayı içine!