Toprağa açılan kapı

Eğer emel küheylanını ehlileştirememişsen, günlerin nal toplamakla geçmişse, Yûnus olup çığlık atacaksın. “Murâdıma, maksuduma ermezsem/ Hayıf bana, yazık bana, vah bana!” diyeceksin. Son pişmanlığın fayda etmediğinin sırrına varırsan, “herkes ağladığında sen güleceksin”. Ölümsüz gerçeği ölmeden bileceksin!

TOPRAK yani bizim mayamız. Hamurumuzun karıldığı balçık. Toprak herkese ana olduğundan mı dertli bu kadar? Her şey onun sînesinde gizli olduğu hâlde “Biri beni gizlese” diye geçiriyor mu içinden? Ne çok şey saklamış bağrında. Akan, kokan her şey onda barınmıyor mu? Bir tek Azrail’e karşı gelememiş. Bir parçasını kaptırmış ona. O yüzden mi bağrında yarıklar eksik değil? Gözenek gözenek olması ondan mı? Çok korktuğundan mı çıkmıyor sesi?

Herkesi tepesinde gezdirirken yorulmaz mı, kendisine eziyet edenlere darılmaz mı hiç? Evler, arabalar, ağaçlar, insanlar ona tutunmuyor mu? Dağlar çivisiydi sanki toprağın. On saniye sallansa ne var, ne yok, yutar hâlbuki… Yuttuğunu da geri vermez. Hoş geçinmek gerekir toprakla. Biliyoruz ki, bir gün büyük haberi o verecek bize.

Rüzgâr, toprağın arkadaşı, değil mi? Bulutlar belki de onun canı sıkılmasın diye gökyüzünden el sallamıyorlar mı? Yağmur suları toprağın da içini serinletiyor mu acaba? Kar, ondaki hazineyi mi gizliyor? Üzerinde yeşeren otlar, rengârenk çiçekler toprağın süsü değil mi? Sadece süslenmez o. Bizim yiyeceğimiz her türlü nebatat için de yer vardır onda.

Toprak en çok, bir çiftçi türkü söylediği zaman mı sevinir? Buğday başakları uzadıkça çocuklarının boy atmasına sevinen anne baba gibi o da seviniyor mudur? Çobanın kavalını dinlerken koyunlara eşlik ediyor mudur? Karıncaların yuvası, börtü böceğin ovası değil midir o? O kadar merhametli olmasa yılan barınır mı sînesinde? Tevazuda toprakla yarışacak var mı?

“Benim Sâdık Yârim Kara Topraktır”, Türk edebiyatının en güzel şiirlerinden birisidir. Âşık Veysel ne güzel tercüman olur hislerimize! Kısa bir bölümünü paylaşmak isterim:

“Âdem’den bu deme neslim getirdi/ Bana türlü türlü meyve yetirdi/ Her gün beni tepesinde götürdü/ Benim sâdık yârim kara topraktır.

Karnın yardım kazmayınan belinen/ Yüzün yırttım tırnağınan elinen/ Yine beni karşıladı gülinen/ Benim sâdık yârim kara topraktır.

Dileğin var ise iste Allah’tan/ Almak için uzak gitme topraktan/ Cömertlik toprağa verilmiş Hakk’tan/ Benim sâdık yârim kara topraktır.”

Sâdık yârimiz bir gün bizi de bağrına basacak. Bizi de sarıp sarmalayacak gerçek yurdumuza varıncaya kadar. Nasıl mı? Anlatayım efendim…

Günün birinde bir tabak kaldırılacak sofradan sessiz sedâsız. Belki birkaç gün fazladan bir bardak taşınacak kahvaltı sofrasına. Gayr-i ihtiyârî, televizyon kumandasını istemek için başını çevirecek sevdiğin sen varmışçasına. Oysa elektrik lâmbasını açmak için anahtara dokunmayacak parmakların. Gün doğacak yine erkenden ama ne aynaya bakabilecek, ne de aziz olan suya dokunabileceksin. Kitapların boşuna bekleyecekler seni. Binlerce hakikatin susup bir tek hakikatin sesinin duyulduğu gün… Artık onların sayfalarını da çeviremeyeceksin. Çocukların yetim kaldı zannedecek dostlar ama binlerce yetimin çığlığını duymayacaklar. Her gün derinleşecek gurbeti kitaplarının…

Ne diş fırçalama telâşı, ne kravat ütüleme kaygısı... Gardıroptan gömleklerin, vestiyerden ayakkabın indirilecek yere ve dünya senin de pabucunu atacak dama…

En son ne zaman güldüğünü, nerede yemek yediğini, hangi şiiri okuduğunu konuşacak dostlar bir müddet. Sen kendi başına, yapayalnız bir yolculuğa çıkmış olacaksın çoktan. Gün gelecek, unutulacaksın. Hâttâ “Bana da bir Fâtiha yok mu?” diye bekleyenlerden olacaksın. Kim bilir, kaç nesil eskiteceksin yattığın yerden?

“Yiğit çıplak doğar anadan” deyip selâm verdiğin “bir gölgelik” dünyadan yine yapayalnız döneceksin. Seninle konuşmak için can atanların bile bakmaya çekindiği yüzünü örtecek beyaz bir bez. Doğarken sırtına geçirilen ecel gömleğinin farkında olmayanlar şaşkınlıkla bakacaklar kefenine. Güneşi koynuna alıp güzel bir bahçeye girmek de var, katran karası bir dehlizden geçerek kızgın alevleri boylamak da…

Çâren yok. Berberde tıraş olan fânî misâli, yüzünün yarısının sabunuyla “Önümden çekene, arkandan itene bak” diyerek düşeceksin yollara. Süleyman’ın tahtında uçan halıya binsen, rüzgârlar, kasırgalar kesecek yolunu. Hüma olsan, turna olsan, kartal olsan da kırılacak kanatların. Puma adımlarıyla dolaşsan da dünyayı, karıncanın önünde dağ gibi şişeceksin. Eğer emel küheylanını ehlileştirememişsen, günlerin nal toplamakla geçmişse, Yûnus olup çığlık atacaksın. “Murâdıma, maksuduma ermezsem/ Hayıf bana, yazık bana, vah bana!” diyeceksin. Son pişmanlığın fayda etmediğinin sırrına varırsan, “herkes ağladığında sen güleceksin”. Ölümsüz gerçeği ölmeden bileceksin!

Ne yolunu gözleyen yavruların ve eşin olacak, ne de senin yolunu gözlediğin biri. Girmek zorunda olduğun sınav yok. Bitirmeye mecbur olduğun okul kalmadı. Yapacak bir iş ve çalışacak bir işyeri yok artık. Fatura kuyrukları tükenecek, bankada sıra beklemeyeceksin. Sen, “Her şey geride yarım kaldı” sanacaksın, “Sararacak portakallar var” diye bekleyeceksin bütün telâşın bitip yeni bir telâşın başladığı, toprağın bağrına dar bir kapının açıldığı gün.

Toprağın bağrına dar bir kapı açılmadan vur kazmayı içine!