Toplumsal liderlik, kanaat önderliği veya tahsilli olmak

İş adamları, hâkimler, yüksek memurlar, doktorlar, akademisyenler, hele avukatlar milletvekili olmak için yarış hâlindeler. Halktan kopuk olmaları bir şey ifade etmez, nasılsa Türkiye’deki seçim sistemi sayesinde parti genel başkanının iki dudağı arasında vekil olup olamayacakları. Bu yüzden Cumhuriyet kurulalı beri, Birinci Meclis dışında ne imam bir milletvekili gördük, ne berber, ne bakkal, ne kunduracı, ne fırın ustası, ne kasap.

ÜLKEMİZDEKİ Fulbright tipi oturmuş eğitim sistemi, “alışmak kudurmaktan beterdir” ölçüsünde işliyor.

Tahsilli olmayı, ilim sahibi olmayı, bilimle ilgilenmeyi hayatına doğru kodlarla yansıtamayan toplumumuz, okulu “okunup iş sahibi olunmaya hazırlayan yer” olarak tanımlıyor.

Türkiye’deki okulculuk anlayışı, “Sen patron/devlet olamayacağına göre tahsil sahibi olarak bir patronun/devletin işçisi/memuru olabilirsin” imkânına yönlendiriyor.

Türkiye’deki kıymetli bilinen mesleklere bakalım…

Hekimlik… Bir hastanenin çalışanı olmak zorunda.

Hâkimlik… Devletin memuru olmak zorunda.

Savcılık… Devletin memuru olmak zorunda.

Subaylık… Devletin memuru olmak zorunda.

Avukatlık… Kendi işini yaptığını sanma!

Mühendislik… Evvelâ bir şirketin elemanı olmak zorunda. Şirket mi kurdu, hani Murathan Mungan şiiri var ya, “Olmasa mektubun, ihaleler olmasa”… İşte o!

Mimarlık… Önce bir şirketin çalışanı olmak zorunda.

Akademisyenlik… İşte bu, kıymetliler (statüsü yüksek olanlar) arasındaki en acısı! Evet, kendi kendilerini tanımlarken bile “Yarı memuruz biz” diyorlar.

Peki, Nusret öyle mi?

Hani şu etleri tokatlayan… Kasaptı değil mi o?

Milletvekilliği, Türkiye’de bir tür memuriyet sayılıyor. Evvelâ milletvekilliği bir meslek değildir, iş değildir. Milletvekilliği, ismiyle müsemma şekilde, toplumun nabzını tutarak ve bu nabzı ülkeyi yönetici erke rapor ederek temsil ettiği toplumun dertleriyle dertlenmenin yanında toplumu sakinleştiren, hafifleten, kuvvetli manevî yollarla toplumu doğrudan ve de onu oluşturan fertleri gerekirse tek tek yönlendiren kanaat önderliğidir.

Biraz Cumhuriyet öncesine gidelim. Toplumun hürmet ettiği, derdini anlatıp çözüm aradığı birkaç tarihî isme bakalım.

Somuncu Baba…

Terzi Baba…

Hallac Dede…

Ahi Evran…

Ahi Şerafeddin…

Birincisi ekmekçi, ikincisi terzi, üçüncüsü yorgancı, dördüncüsü derici, beşincisi tüccar…

“Ekmek Teknesi” adlı mahalle tadı veren dizinin akıl figürü, Somuncu Baba’dan hareketle “Nusret Baba” adlı karakterdi. Zaten eskiden mahallenin zengini mahallede kalırdı. Veresiye defterini kim ödeyecek, bilime meraklı olanı kim okutacak, hangi ustanın yanında hangi çocuğun çırak olacağını kim ayarlayacak, mahalleliyi kamyona toplayıp kim pikniğe götürecek? Şimdi zengin olan, parayı gördüğünü zannettiği demde adresini değiştirip diğer zenginlerin yanına göç ediyor. Tabiî, “imaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey”…

İş adamları, hâkimler, yüksek memurlar, doktorlar, akademisyenler, hele avukatlar milletvekili olmak için yarış hâlindeler. Halktan kopuk olmaları bir şey ifade etmez, nasılsa Türkiye’deki seçim sistemi sayesinde parti genel başkanının iki dudağı arasında vekil olup olamayacakları. Bu yüzden Cumhuriyet kurulalı beri, Birinci Meclis dışında ne imam bir milletvekili gördük, ne berber, ne bakkal, ne kunduracı, ne fırın ustası, ne kasap.

Peki, Birinci Meclis’in mebuslarının meslekleri nelerdi, düşünüldü mü?

Bir de sporculuk ve sanatkârlık gibilerinin yer aldığı ara grup var. Onda da ancak ünlü bir sporcu ya da sanatkârsan milletvekili olabilirsin.

Gerçi neler anlatıyorum, bu ülkede selden dolayı karşıdan karşıya geçemeyen tekerlekli sandalyedeki kişiyi iterek onun karşıya geçmesini sağlayan değil, sandalyedeki kişi vekil yapıldı. Bunların hepsi normal.

Vekil halktan, halk vekilden habersiz… Sonra vekil diyor ki, “Maaşımızın yetmediğini halkımıza anlatamıyoruz, bize iyi gözle bakmıyorlar”. Bir milletvekili maaşının o vekile yetmediğini kendi gözlerimle şahit olduğum için bizzat biliyorum. Fakat halk diyor ki, “Bu adam vekil olmadan önce iş adamıydı, avukattı, hekimdi, mühendisti, yüksek memurdu. Onda para olmayacak da kimde olacak?”. Değil mi efendim, yetirsin bir zahmet kendisine verileni.

Siz hiç bakkal olup akrabalar arasında en sevilmeyen kişi olarak anıldınız mı? Ya berber olup önünüze gelenin derdini dinlediniz mi? Yahu suya bile kötü şeyler söyleyince yapısında değişiklik (kararma) meydana geliyor, berber ne yapsın?

Allah’ın “ilim talep edene ilim vermek” şeklindeki vaadini okullu olmak şeklinde algılamak dahi enteresan! Bir otomobil tamircisi, otomobiller hakkındaki bilgiye talip olmalı ki o bilgi kendisine erişsin. Evet, otomobilin ilmi… Ya da bahçıvana çiçeğin ilmi, manava meyvenin ilmi, rençbere toprağın ve ürünün ilmi, müzisyene müziğin ilmi, futbolcuya sporun ilmi, demirciye demirin ilmi…

Yirmi yıl sonranın bir Kurban Bayramı ardını hayâl edin meselâ. Kurbanı kesecek, haydi siz kestiniz diyelim, kıymasını çekecek kasap kalmayacak. Haydi onu da evde hâllettiniz, o kıymayla pidesini yapacak fırın ustası kalmayacak. Haydi onu da evinizde hâllettiniz, kurbanın derisini toplayıp onu düzleştirecek debbağ kalmayacak. Haydi onu da…

Yok!

Bu işte acayip bir iş var.

Bak o kadar anlattık, bulunamıyor bir çözümü. Gıcık mıdır nedir?