
TÜRKİYE’de “dinî grup, tarikat, cemaat veya vakıf” gibi adlarla anılan çeşitli oluşumların sayı ve faaliyet yönünden büyük bir gelişim içinde oldukları ve kamusal alanda daha fazla görünürlük kazandıkları bilinmektedir. Aslında Türkiye’nin son derece dinamik olan toplumsal, kültürel, ekonomik, siyâsî ve dinî yapısıyla doğrudan alâkalı olan ancak hakkında bilimsel düzeyde çok fazla bilgi bulunmayan bu olguyu sağlıklı bir şekilde analiz edebilmek için Türk toplumunun sosyolojik perspektiften, özellikle yaşadığı toplumsal değişme tecrübeleri açısından ele alınarak incelenmesinin son derece yararlı olacağı düşüncesindeyim. Zira Türkiye’de din olgusunun, bir diğer ifadeyle dinin Türkiye’nin toplumsal hayatında var olan rolünün ve etkisinin sosyolojik perspektiften gerektiği kadar ele alınıp incelendiğini söylemek de oldukça zordur.
Bu bağlamda, öncelikle Türkiye’de din olgusunu ele alırken izlenecek metodolojinin iyi belirlenmesi, dinî oluşumların sosyolojik açıdan analizinde toplumsal gerçeklerin ihmâl edilmemesi gerekir.
Türkiye’de din olgusunu, özelde de toplumsal yapı içerisinde ortaya çıkan sufi akımları ve benzeri cemaat olgusunu mistik boyuta indirgeyerek ruhanî bir yaklaşım çerçevesinde sadece manevî iç dinamiklerden hareketle açıklamaya kalkışmak tek yanlı bir yaklaşım olacaktır. Zira cemaatler beyaz ışığın prizma içindeki ayrışması gibidir. Her birinin doğrultusu ve frekansı farklıdır. En kötü olan ise, birinin diğer biri üzerine izdüşümü imkânsızdır. Bu anlamda toplumsal bir sığlık kaçınılmaz olur ve bunun yansıması ise derin kırılmalarla sonuçlanmaktadır.
Bununla birlikte, akımların veya cemaatlerin sadece çevresel faktörler ve dinamikler çerçevesinde salt bir determinizm perspektifinde anlamaya kalkışan pozitivist, sosyolojist, psikolojist yahut tarihsel maddeci yaklaşımlar da aynı şekilde toplumu kırılmaya sürükler. Şu hâlde, toplumsal yapısı içerinde ortaya çıkan ve dolayısıyla coğrafyalara özgü bir yapılanma sergileyen akımlar ve benzeri cemaat olgusunu tarihî, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel çerçevesi içerisinde ele almak, önyargılardan uzak biçimde tanımlamak ve sempati değilse bile empati duyarak anlamak gerekir.
Bu metodolojik gerçekler göz önüne alınarak öncelikle toplumun değişim serüvenine bakılacak olursa, özellikle 1950 yılından sonra büyük bir ivme kazanan değişmeler ve cemaatler, daha ziyade bu değişim sürecinde uyum ve uyumsuzluk şeklinde ortaya çıkan dönüşüm tecrübelerine yakından bakmak, mevcut kırılma olgularının daha sağlıklı anlaşılması ve analiz edilmesi açısından oldukça önemlidir.
Toplumsal yapı içinde ortaya çıkan ve pek çok faktörün etkisiyle zamanla çok boyutlu ve çok fonksiyonlu bir görünüm arz eden tarikatlar ile benzeri oluşumların ahlâkî boyutta da doğru tanımlanması gerekir. Cemaatlerin önemli bir bölümü, her ne kadar eski sufi teşekküllerin bazı özelliklerini (mürşit, silsile, rabıta, zikir, ve benzeri) taşıdıkları için gündelik dilde “tarikat” olarak isimlendirilseler de değişen şartlara bağlı olarak “yeni uyum süreçleri” içine girmiş oldukları için artık onları eski tarikatların basit bir devamı gibi görmek ve değerlendirmek bir bakıma hatalı olabilir. Zira günümüzü referans alacak olursak, cemaatlerin nasıl bir salınım içinde olduklarını görebiliriz. Hatta bazıları rezonans durumunda. Bu durum, dinamikler açısından havai fişeğin atmosferde parçalanmasından farklı değildir.
Bir tekke yapılanması ve buna bağlı bir iş bölümü ve hiyerarşinin olmadığı, ayrıca diğer bazı tarikatlarda uygulanan gösterişli ve çarpıcı ayinlere iltifat edilmediği için sözgelimi Nurculuk, Süleymancılık ve Işıkçılık gibi oluşumlar birer tarikat örgütlenmesi olmayabilir. Ama her biri yönetim erkinde güçlü bir difüzyona sahiptirler. Öyle ki, yıllar önce bir bakanlığın müsteşar yardımcısının “cemaatlerden olmayanların adam olamayacağını” terennüm etmiş olması, bu difüzyonların sonucundan başka ne olabilir ki?
Bu boyuttan bakıldığında, farklı kırılmaların olduğu anlaşılmakta ve düşünsel boyutta “Yönetim esir!” mottosunu öne çıkarmaktadır. Her ne kadar bu tür oluşumları klasik tarikatlardan ayrı bir kategoride değerlendirmek daha uygun bir yaklaşım olsa da bunların da prizmada bir ışık olduğu asla unutulmamalıdır.
Ancak, yönetim erkinde olanların bir kısmı bazı tarikatlar ile benzeri bir kısım yeni dinî oluşumları, üstlenmiş oldukları fonksiyonlar nedeniyle ruhanî bir yaklaşımla inanç ve ibadet cemaatleri şeklinde değerlendirmek suretiyle “toplumun manevî bir ihtiyacı”, toplumun radikalizme ve fitneye karşı sigortası ve “manevî dinamikleri” olarak değerlendirmektedir.
Buna karşılık, onları “zararlı” kategorisinde değerlendirenler de az değildir. Bu durum cemaatlerin toplumu yönetenlerde oluşturdukları kırılmanın farklı bir yansımasıdır. Tabiî hedef homojen bir düşünce oluşturmak değil, düşüncelerin yönetim erkini esir almamaları hususudur. Devlet imkânlarının onların lehlerine kullandırılması ve bunun aleni yapılması, toplumun bir kesiminde hem yöneticilere ve dolaylı olarak devlete, hem de cemaatlere yönelik iyi bir bakış açısı kazandırmamaktadır. Kaldı ki, hâlâ etkisi tam olarak geçmemiş 15 Temmuz gibi bir dev aynasına her gün bakarken, diğer cemaatlere aşırı iyimserlik farklı düşüncelere neden olabilmektedir.
Cemaat, devlet ile pazarlık yapabilme mekanizması mıdır?
Bu durumlarda bu tür monolitik ve indirgemeci yaklaşımlarla dinî oluşumların sivil toplum kuruluşu sayılıp sayılmayacağı tartışmaları da kaçınılmaz olmaktadır.
Geldiğimiz noktada toplumun büyük bir kesimi, cemaat doğrultusundan farklı doğrultulara kırılmış olup ortaya çıkmış hâldeki her türlü dinî oluşumu daha çok hızlı toplumsal değişmelerin ortaya çıkardığı, içlerinde sosyo-ekonomik ve politik amaçların ve de faaliyetlerin ağırlıklı olarak kendini gösterdiği, benzerlerine de rastlanan ve genel bir adlandırma ile hepsine “paralel” denilen tepki grupları ya da kısaca “aynı dinî gruplar” olarak nitelendirmektedir.
Bazı cemaat oluşumları, tarihsel kökenleri çok eskilere uzanan ve kültür mirası hâline gelen tarikatların yanında ortaya çıkmış “yeni örgütlenmeler” veya “modern topluma özgü yapılar” kategorisinde ya da “tarikat temelli dinî örgütlenmeler” veya “tarikat benzeri yeni dinî oluşumlar” olarak değerlendirilmektedirler. Hangi kavramdan hareket edilirse edilsin, her bir tanımın içeriği, kuantum ayrışması şeklindedir.
Toplumsal kırılmayı tetikleyen nedenlerin bir boyutu da dinî grupların ve cemaatlerin kendilerini takdim etme biçimiyle yani üslûp sorunuyla doğrudan ilgilidir. Zira açık ve şeffaf olmadıkları gibi, kimi gruplar kendilerini konu edinen değerlendirmelere aşırı tepki vermeleri, siyâsî erklere nüfus etme çabaları, her konuda pazarlık, devlet hizmetlerinden aşırı istifade etme temayülleri ve istekleri gerçekleşmediğinde bunu ifşa etme yönelimleriyle toplumun diğer kesimlerini ikraha sürüklemektedir.
Ayrıca bu yapılanmaların birçoğu Devlet’e her konuda yeterli desteği vermedikleri gibi kendilerinin de paralel çalışmalar yapmaya ilgi duymaları, bir diğer ifadeyle uzun bir tarihî geçmişe dayanan dünya görüşlerini ve bu çerçevede sergilemiş oldukları davranış kalıplarını kolayca bırakamadıkları ve her ne kadar irrasyonel olsa da birtakım tortular hâlinde ya da habitus şeklinde yaşatmaya devam ettikleri bilinmektedir.
Ülkeyi 15 Temmuz’a götüren süreç ve şimdilerde yaşanan toplumsal kırılmalar asla bir boyutlu düşünülemez. Zira Devlet’in vaktinde yapmadıklarının yahut müsamahalarının bedeli ödenmeye devam etmektedir. Binlerce genç, Devlet’e alabildiğine öfkeli büyümektedir ve bunların birçoğu Devlet kurumlarında görev de almaktadır. Zira insanların içindeki öfkeyi ve kırılmaları test edecek bir sınav sistemi bulunmamaktadır.
Toplumdaki kırılmaların bir nedeni ise binayı inşâ edenlerin ya da ona izin verenlerin değil, daha çok binada oturanların cezalandırılmasıdır. Hiç unutmuyorum, bir toplantıda bir bakana cemaat yapılanmalarına müsamahanın abartıldığını ifade ettiğimizde, “Toplumda onlardan beyefendi ve kibar başka kim var?” cevabını almıştık.
Daha farklı bir düşüncem ise şu: Şimdi düşman bellenen o yapıyla toplumu kim seviştirdi ve bu katalizörlerden gerçekten hesap sorulabildi mi? İşte bu ve benzeri durumlar, kırılmanın hızını artırmaktadır. İkide bir televizyonlarda ekrana gelen “Kökünü kurutacağız” ifadesi ise artık inandırıcılığını çoktan kaybetmiş durumdadır. Bunun yerine toplum, kırılmaları onaracak adımların atılmasını bekliyor. Meselâ hem Devlet erkine hakaret edip hem de her şekilde güçlenen cemaatler tehlike olarak görülüyor.
Toplumdaki en büyük algılardan biri de cemaatlerin hâlâ bürokraside tartışılmaz üstünlüğüdür. Bunlara yönelik gerçekçi adımlar kırılmaların hızını yavaşlatabilir ancak.
15 Temmuz’a gelecekten bakınca
Modern bir devlet olma yolunda hızla ilerleyen ülkemiz toplumunda, küreselleşme dalgasından nasibini alarak oldukça köklü ve önemli bir değişim süreci içinde cemaatten cemiyete, cemiyetten bireyselliğe doğru hızlı bir geçiş gözlenmektedir. Eğitimin her boyutta yaygınlaşmış olmasının yanında bilindik teknolojik gelişmeler toplumu gelecekte cemaatlerden kısmen uzaklaştıracağa benziyor. Bu durum devlet erki için ciddî bir sorun olabilir. Zira cemaatlerle kontrol daha kolay gibi algılanmaktadır.
Fakat 15 Temmuz’da işin öyle olmadığı anlaşılmış oldu. Türkiye’de yaşanan değişim sürecinde eğitimin yaygınlaştırılması ve özellikle 1950’den sonra görülen kısmî ekonomik gelişmeler sekülerleşmeyi de beraberinde getirdi. Bu olgu cemaatlerin toplumda çok kolay yer edinmesinin temel ögelerindendir. Şayet Devlet ilk günden itibaren topluma dinini yaşama boyutunda baskı unsuru olmamış olsaydı bugün yaşanan ve konuşulan sorunların birçoğu olmayabilirdi. Hiç unutamam köye Jandarma geldiğinde hocamızın bizi medrese dışına çıkarıp kapıyı kilitlemesini ve o korkuyu.
Bu durum son yirmi yılda çok daha farklı bir görünüm kazanmıştır. Cemaatler, özellikle de FETÖ yapılanması olarak tanımlı grubun 1983’te resmî ABD desteğinden sonra parlaması hiç de hayra alâmet değildi. Ama her nedense bu hep göz ardı edildi; uyaranlara kulaklar tıkandığı gibi, stratejik noktalar onlara altın tepsilerde sunuldu. 1990’lı yıllardan itibaren etkisini giderek daha çok hissettiren küresel şartlar altında tıpkı bir ticarî firma gibi yapılanmak suretiyle eğitim, kültür, medya, sağlık, spor, sinema ve müzik gibi alanlara yönelmiş oldukları gözlendi. Bir diğer ifadeyle, varlıklarını sürdürmek için sekülerleşme sürecine girmek ve okullarını 28 Şubatçılara devretmekten söz edenler, başörtüsüne “Teferruat” deyip üniversitelerde direnişi kıranlar, cemaatlerinin çıkarları için her türlü eylemi mubah sayanlarla Devlet’i önce barıştırıp sonra kavga ettiren belliyken, biz daha çok havanda su dövmekle meşgul olduk.
Aslında toplumda yaşanacak bugünkü kırılma bağıra bağıra geldi ama biz gözümüzü kapatıp kulaklarımızı tıkadık. Tâ ki ateş bacayı sarana kadar…
Günümüzde varlıkları zorunlu olarak devam eden veya ettirilen tarikat ve benzeri oluşumların önemli bir bölümü, her ne kadar eski sufi teşekküllerin bir devamı gibi görünse de günümüzde kamusal görünürlük adına, artık, geleneksel yapılanmalarını yavaş yavaş terk etmeye başladıkları, sadece bununla da kalmayarak söylemlerini değiştirdikleri bu çerçevede toplumsal alanda kendilerini ifade edebilecekleri meşruiyet kuralları bulma arayışı içinde birtakım sosyo-kültürel fonksiyonları üstlenmiş oldukları, ancak yine de bazı görsel ve uhrevî fonksiyonlarının ihmâl edilmediği, yalnızca değişen şartlara uyum sağlamış hâlde oldukları görülmektedir. Öyle ki, bazı grupların her şekilde ideolojilerine zıt olan partileri destekledikleri bilinmektedir.
Söz konusu yapılar, gelişen Devlet yapısıyla birlikte yaşanan değişim sürecinde zaman içerisinde önceki doğrultularından farklı doğrultulara evrilerek yapısal ve fonksiyonel bir dönüşüm sürecine giren ve artık küresel şartlara adapte olmaya özen gösteren söz konusu oluşumlar olma yolunda hızla ilerlemektedirler. Her ne kadar toplumsal literatürde yeni dinî oluşumlar olarak adlandırılmış olsalar da ülkeye yaşatılan o derin bedelden sonra toplumun çoğunluğundaki din kırılması uzun yıllar devam edeceğe benziyor.