
KIYMETLİ okurlarım, zor zamanlardan geçen dünyamız her geçen gün biraz daha karanlığa doğru gitmektedir. Yıllar sonra yaşayanların bugünler için “Keşke olmasaydı” diyerek başlayan cümleler kurmaları kuvvetle muhtemeldir. Pişmanlıklarımızın insanlığın kaderini etkileyecek boyutlara ulaşmaması duasıyla sizlere dil, din ve tarih arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin yansımalarını kendi perspektifimde değerlendirmek istiyorum.
Toplumları ayakta tutan temel unsurlar, halk olan toplumları milletleştirir ve birlikte yaşamak için olanak sağlar. Dil, ortak geçmiş yani tarih, kültür, medeniyet, örf ve ananeler bu unsurlardandır. Temel ve ortak değerleri, bir bakıma binayı ayakta tutan sütunlar olarak da adlandırabiliriz.
Dil bu unsurların en önemlisidir. Bütün duygu ve düşüncelerin aktarımını dil ile gerçekleştiririz. Aynı kelimelerin aynı anlamla konuşulması, konuşulan cümlelerin dinleyen kişi tarafından aynı mânâda anlaşılması toplumun birbirini anlayıp Yunus Emre’nin dediği gibi “tanış olması”, toplumun ayakta kalmasını sağlayan sütunları destekler.
Dil olmadan tarih, dil olmadan kültür, dil olmadan örf ve anane olamaz. Dil canlı bir varlıktır, onu canlı yapan ise toplumun geçmişini geleceğe bağlamasıdır. Bu duruma en güzel örneği yine Yunus Emre’den verebiliriz: “Gel gör beni, aşk neyledi…”
Bu narin cümle yüzlerce yıl evvel söylendi. Bu cümleyi okuyan herkes, cümlenin ne anlattığını o günkü mânâsıyla anlayabiliyor. İşte dilin önemli özelliği budur. Geçmişin herhangi bir anında söylenmiş olanı bize taşırken bizi de geleceğe taşıyor. Dil ile birleşince yaşama dair tüm değerler birbiriyle bütünleşir ve iki evi, iki köyü, iki kasabayı, iki şehri birbirine bağlar. Bağlar arttıkça toplum, millet olma yolundaki büyük adımı atmış olur.
Dil olmadan millet olmayacağı gibi tarih olmadan da millet olmaz. Bu nedenle tarih, toplumları millet yapan ikinci temel sütun olarak sayılabilir. Toplumların yaşadığı ortak hayatta süregelen her şey tarihin konusu olmakla birlikte milletin ortak aklını teşkil eder. Yaşanmış iyi veya kötü tüm olaylar bütün bir milletin devam eden hayatına etki edeceği için önemlidir. Bir savaşın neticesinin olumlu veya olumsuz olması yalnızca bazılarını değil, bütün bir milletin yaşamını etkileyecektir. Asırlar evvel yaşanmış olayların geleceğimize ışık tutması ve hataya düşmemek için dikkate alınması gerekliliği tarihin toplumlara sağladığı çok kıymetli bir faydadır.
Her toplumun hafızası vardır. Bu hafıza mezarlarla mühürlü vatan toprakları üzerinde yaşayanların dün olduğu gibi bugün, bugün olduğu gibi yarın yaşayacak olanlar için bırakacağı bir miras olarak yalnızca dil ve tarih değildir elbette. Aynı zamanda medeniyet ve kültürdür. Dün süregelen yaşanmışlık ve yaşananların yarına aktarılması kültür ile gerçekleşirken, medeniyetse geleceğe bırakılan eserlerle bu hafızayı pekiştirir. Toplumların hafızalarında yani genetik kodlarında olan millîlik duyusu vatan üzerinde yaşanırken belki fark edilmez. Baskıcı bir milletin boyunduruğu altında veya deyim yerindeyse gurbet elde yaşayanlar bu meselenin ne kadar mühim olduğunu çok iyi bilirler.
Medeniyet ve kültür mirası bir toprağın vatan olmasına büyük katkı sağlarken, toplumun millet olmasını sağlayan temel sütunlardan birini oluşturur. Milletlerin yaşadığı acılar, mağlûbiyetler, zaferler veya önemli meseleler yarınlara kültür mirası ile aktarılır. Şarkılar, türküler, ninniler, deyimler ve hikâyeler gibi farklı edebî türlerle hafızalarda yerini alır.
Toplumsal hafızaya dinin etkisi
Din, toplumu ayakta tutan unsurlardan sayılmaz. Çünkü din tüm insanlığa indirilmiştir. Tüm insanlığın yaşam şeklini belirleyen, bir bütün olarak ortak değerlere yönlendiren ve bireyi hem dünyada, hem ahirette refah ve felaha kavuşturan esasları, emir ve yasakları içerir. Allah’ın kimseye, kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur. Lâkin insanların birbirine ve belli kurallara ihtiyacı var. Çünkü kurallar, emir ve yasaklar olmadan dünya yaşanılmaz bir yer olurdu.
İlk günden bugüne değin geçen her gün tarihin konusudur, çünkü tarih geçmiştir. Din ise geçmişten geleceğe uzanan tüm zamanları kapsayan çizgidir. Milletlerin tarihî perspektifine bakıldığında dinin bir başka etkisi de şöyledir: Aynı dine mensup milletlerin anlaşmaları ve ortak hareketleri daha kolaydır. Farklı dinlere mensup milletler ise mecburiyet dışında anlaşmaları kolay değildir. Bugüne kadar yaşanan savaşların ve ayrılıkların büyük kısmında dinin doğrudan veya dolaylı etkisi vardır. Bu nedenle dil kadar dinin, din kadar tarihin toplumlar üzerinde derin etkisi mevcuttur.
İslâm dini her ne kadar yaşayan tüm insanlığa indirildiyse de inanmayanlar dünyanın yarısından çok daha fazladır. Dinimizin yayılmaya başladığı ilk süreçten sonra Müslümanlara karşı girişilen hareketlerin ana nedenlerinden ilki dindir. Haçlı Seferleri ne kadar dinî sebepleri içinde barındırıyorsa, Niğbolu da, Çanakkale Savaşları da bir o kadar dinî sebepleri barındırır.
Bir diğer yandan Batı’nın bugün Suriye ve Gazze’de yaşanan savaşın mağdurlarına yaklaşımıyla Ukrayna’da yaşanan savaşın mağdurlarına yaklaşımı da dinin etkisinin ne denli önemli olduğunu orta koymaya yetmektedir.
Oysa mağdur olan insandır. Masum insanın Müslüman, Yahudi, Hıristiyan veya ateist olmasının ne önemi var? Henüz doğmuş bir çocuğun, yaşlı bir kadının, hasta bir adamın, evini, ailesini, varlığını geride bırakıp bilinmezlere giden bir insanın hangi dine mensup olduğunun ne önemi var?
Yeri ve zamanı gelmişken, elbette Filistin meselesine de değinmeden geçmemek gereklidir. Çünkü konunun dinî olduğu kadar aslında ırk olarak da temelleri olduğu bilimsel çevrelerce tespit edilmiş durumdadır.
Toplumsal hafızadan Filistin meselesine bakış
Az evvel bahsettiğimiz toplumsal hafızanın aslında bugün Gazze Soykırımı’nda belirtilerini görmek mümkündür. Türk milletinin olaylara yaklaşımı, Arap milletinin yaklaşımına karşı Yahudilerin yaklaşımı ortadadır. Yalnızca savaşa karşı olan hezeyan için değil, savaş içinde yani Gazze içindeki insanların savaşa karşı duruşu, örneğin Suriye’de yaşananlarla farklılık göstermektedir. Yahudiler kendilerinden beklendiği gibi istilacı, yağmacı, güya mazlum görünen zalimlikleri görmek istemeyen gözlere bile görünür olmuştur. Ancak Batı’nın bakışı zerre değişmemiştir.
Katliama uğrayan Müslümanın onlar için bir anlam ifade etmediği ortadadır. Bu durum evvelden de böyleydi. Bosna’da, Bulgar İsyanı’nda, Ermeni Mezalimi’nde, Azerbaycan’da, Kıbrıs’ta, Irak ve yazmayı unuttuğumuz nice yerde hep böyleydi. Lâkin Batı’ya başka gözle bakanlar bunu görmüyorlardı; hâlen görmemek için büyük çaba sarf etmektedirler. Fakat artık “mızrak çuvala sığmamaktadır”!
Orada zulme karşı duran bir avuç yiğidin cesareti, zulme uğramasına rağmen yurdunu terk etmeyen halkın duruşu tüm dünyada ibretle izlenmektedir. Elbette bu durum İslâm ışığının büyük bir tezahürüdür lâkin yalnız bununla sınırlı olmadığı da aşikârdır. Kökleri asırlar evveline dayanan ailelerin aslında nerelerden geldiği, geçmişte nasıl yaşadıkları incelendiğinde ortaya çıkan tablo tuhaf bir şekilde düşündürücüdür.
Kıymetli okurlarım, savaş, zorunluluk dışında herkes için kötüdür. Ancak unutulmamaktadır ki, vatan savunması nasıl hak ve helâl ise, dine karşı başlatılan bir savaşa taraf olmak da helâldir. “Cihat” kavramı zaten bu sebepler için vardır. Zulmü bitirmek, insanların insan olarak sahip oldukları haklarını korumak dinî olarak da biz Müslümanlara verilmiş bir ödevdir. Lâkin aynı anlayışı ve bakış açısını Batı’dan beklemek beyhudedir. Bu nedenle barıştan yana olmak ve zulme karşı durmak biz Türk milletinin karakteristik özelliği olduğu kadar Yüce Allah’ın bize verdiği büyük bir lütuftur. Rabbim, bu uğurda can vermiş tüm şehitlerimize rahmetiyle muamele etsin, soykırıma karşı duranlara güç ve kudret, geç olmadan da soykırımı durdurabilme gücünü tüm İslâm Âlemine nasip eylesin!
Gazze’yi korumanın aslında Diyarbakır’ı, Şanlıurfa’yı, Kahramanmaraş’ı, hülâsa Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü, aynı şekilde Halep, Şam ve Bağdat’ı korumak olduğunu anlamak durumundayız.
Son söz
Batı katliamı sever. Onlar Türk ve Müslüman öldürmeyi meziyet olarak görürler. Yıkmayı, yok etmeyi, zulmü severek yaparlar. Onların kendilerinden başkasının varlıklarına ve değerlerine saygıları yoktur. Adım attıkları her yerde mabetleri kirletmeleri, hastane, okul ve toplum için gerekli olan tesisleri yok etmeleri yüzlerce örnekle kanıtlanmıştır. Bugün Gazze’de yaşananlar farklı mıdır? Hayır, dün olan bugün de olmaktadır.
Oysa içinde terörist olduğu tespit edilmesine rağmen bir ambulansa ateş etmeyecek kadar şerefli olan Ordumuz, asırlar evvel fethettiği topraklardan geçerken istifade ettiği meyvenin bedelini mendille ağaca asacak kadar ince ruhludur. Yani toplumlar dünkü davranışlarını bugün de aynı şekilde sergilemektedirler. Öyleyse onları bizden ayıran değerler bizi biz yapmaktadır ve o değerlere sahip çıkmak durumundayız.
Kıymetli okurlarım, Haber Ajanda Ailesine katılmış olmaktan duyduğum büyük sevincimi sizlerle paylaşıyor, “Nice yazılarda birlikte olmak dileğiyle” diyerek hepinize esenlikler diliyorum.