“TOPLUMSAL cinsiyet”, yaşantı
yoluyla kadın ve erkeklere toplumun yüklediği rolleri ifade eden bir kavram.
Yani toplumsal anlamda kadın ve erkekten beklenen davranışları anlatan bir
kavram...
Her
kültür, her toplum farklı dinamiklere ve farklı beklentilere sahip olduğu için
toplumsal cinsiyet rolleri de toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiyor.
Kültürel
özellikler ve toplumsal beklentilere bağlı olarak erkek ve kadınlar toplumsal
yaşama farklı roller ve farklı düzeylerde katılırlar. Geleneksel toplumlarda
kadınlar ev işlerinde, erkekler ise evin nafakasının teminini gerektiren
işlerde daha fazla sorumluluk alırken, modern toplumlarda roller geleneksel
toplumlar kadar keskin değildir.
Bu
rollerin oluşumunda sadece kültürel öğeler etkili değildir.
Erkek
ve kadının fiziksel ve ruhsal özellikleri de toplumsal cinsiyet rollerinin
belirlenmesinde son derece etkilidir. Yani toplumsal cinsiyet rolleri sadece
kültürel öğelerin etkisiyle oluşmaz. Kadın ve erkeğin fiziksel ve ruhsal
özellikleri de belirleyicidir.
Fakat
toplumsal cinsiyet tartışmaları söz konusu olduğunda bu gerçek çoğu zaman göz
ardı edilir. Kadın ve erkeğin fiziksel ve ruhsal özellikleri bir kenara bırakılarak,
tartışma kültürel ve toplumsal özelliklere hapsedilerek tartışılır.
Özellikle
kadın-erkek eşitliği konusunda tartışmanın merkezinde toplumsal cinsiyet
rolleri vardır. Kadın-erkek eşitliğini savunanlar, daha doğrusu kadın-erkek
eşitliği savunuculuğu altında daha başka emellere sahip olanlar, toplumsal
cinsiyet rollerine ve dolayısıyla topluma ve kültüre saldırırlar. Amaç zaten
kadın-erkek eşitliği de değildir. Kadın ve erkeğin aynılaştırılmasıdır.
Amaç
bu olduğu için, toplumsal cinsiyet rolleri ele alınırken bu rollerin oluşumunda
etkili olan kadın ve erkeğin fiziksel ve ruhsal özellikleri göz ardı
edilir.
Her
şeyden önce şunu belirtmekte fayda var: Kadın ve erkek yasalar önünde, insanî
hak ve hürriyetler açısından eşittir. Bunun tartışması dahi olmaz. Ama “kadın-erkek
eşitliği” adı altında iki cinsiyeti aynılaştırmak, iki cinsiyeti ruhsal ve
biyolojik olarak aynı kabul etmek doğru bir yaklaşım olmaz.
Her
şeyden önce iki cinsin genleri farklıdır. Bu da ruhsal, zihinsel ve fiziksel
özelliklere yansır. Dolayısıyla hem ruhsal, hem de zihinsel olarak farklılıklar
ortaya çıkar. Örneğin kadınlar süreç odaklı yaşamaya daha eğilimli iken,
erkekler sonuç odaklıdırlar. Bu farklılıklar da zaman zaman toplumsal cinsiyet
rollerine yansır.
İstanbul
Sözleşmesi neyi yok sayıyor?
Feminen
hareketler çoğu zaman bu noktayı yok sayarak kadın ve erkeği âdeta bir yarışın
içerisine sokarlar. “Kadına özgürlük” adı altında kadınla erkeği aynılaştırmaya
kalkarlar. Ayrıca “özgürlük” adı altında evlilik dışı ilişkileri özendirir,
hattâ bunu özgürlüğün bir nişânesi olarak görürler. Hattâ ve hattâ, daha da
ileri giderek lezbiyenlik ve homoseksüelliği meşrulaştırmaya kalkarlar.
İstanbul
Sözleşmesi’ndeki bazı kavram ve bazı maddelerdeki muğlak ifadeler de bu amaçla
yorumlanıyor.
Sözleşme
metninde kadına şiddetin temelinde toplumsal cinsiyet rollerinin yattığına dair
özellikle vurgu yapılıyor. Hâlbuki kadına şiddetin temelinde kıskançlık, aşkın
histerik hâli ve cinnet gibi bambaşka nedenler de var. Ama İstanbul Sözleşmesi’nde,
daha sözleşme maddelerine geçmeden, kadına şiddetin temelinde toplumsal
cinsiyet rollerinin yattığı ve sözleşmenin bu bilinçle hazırlandığı yazılıyor.
Sözleşme,
kadına şiddetin arkasında yatan toplumsal cinsiyet dışındaki nedenleri yok
saydığından, bu yaklaşım bir bilinç değil, önyargıdır. Bu önyargı, kadına
şiddeti tam anlamıyla önleyemez.
Sözleşmede,
“cinsel yönelim, birlikte yaşam, partner” gibi çok sayıda gayr-i ahlâkî
davranış ve yönelimleri teşvik eden unsurlar var. Bazı odaklar, sözleşmedeki toplumsal
cinsiyete karşı takınılan düşmanca tutum ve söz konusu muğlak ifadelerden
yararlanarak, “kadın-erkek eşitliği ve şiddeti önleme” adı altında kadın ve
erkeği ruhsal ve biyolojik olarak aynılaştırmaya, aile kavramına zarar vermeye
ve en nihâyetinde toplumda gayr-i ahlâkî ilişkileri meşrulaştırmaya
çalışıyorlar.
İstanbul
Sözleşmesi’ne yapılan itirazlar bu minvâldedir. Yoksa hiç kimse, sözleşmede
kadına şiddeti önleyecek bütüncül yaklaşımlara itiraz etmiyor.