Toplumsal cinsiyet ve İstanbul Sözleşmesi

Sözleşme metninde kadına şiddetin temelinde toplumsal cinsiyet rollerinin yattığına dair özellikle vurgu yapılıyor. Hâlbuki kadına şiddetin temelinde kıskançlık, aşkın histerik hâli ve cinnet gibi bambaşka nedenler de var.

“TOPLUMSAL cinsiyet”, yaşantı yoluyla kadın ve erkeklere toplumun yüklediği rolleri ifade eden bir kavram. Yani toplumsal anlamda kadın ve erkekten beklenen davranışları anlatan bir kavram...

Her kültür, her toplum farklı dinamiklere ve farklı beklentilere sahip olduğu için toplumsal cinsiyet rolleri de toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiyor.

Kültürel özellikler ve toplumsal beklentilere bağlı olarak erkek ve kadınlar toplumsal yaşama farklı roller ve farklı düzeylerde katılırlar. Geleneksel toplumlarda kadınlar ev işlerinde, erkekler ise evin nafakasının teminini gerektiren işlerde daha fazla sorumluluk alırken, modern toplumlarda roller geleneksel toplumlar kadar keskin değildir. 

Bu rollerin oluşumunda sadece kültürel öğeler etkili değildir.

Erkek ve kadının fiziksel ve ruhsal özellikleri de toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde son derece etkilidir. Yani toplumsal cinsiyet rolleri sadece kültürel öğelerin etkisiyle oluşmaz. Kadın ve erkeğin fiziksel ve ruhsal özellikleri de belirleyicidir.

Fakat toplumsal cinsiyet tartışmaları söz konusu olduğunda bu gerçek çoğu zaman göz ardı edilir. Kadın ve erkeğin fiziksel ve ruhsal özellikleri bir kenara bırakılarak, tartışma kültürel ve toplumsal özelliklere hapsedilerek tartışılır.

Özellikle kadın-erkek eşitliği konusunda tartışmanın merkezinde toplumsal cinsiyet rolleri vardır. Kadın-erkek eşitliğini savunanlar, daha doğrusu kadın-erkek eşitliği savunuculuğu altında daha başka emellere sahip olanlar, toplumsal cinsiyet rollerine ve dolayısıyla topluma ve kültüre saldırırlar. Amaç zaten kadın-erkek eşitliği de değildir. Kadın ve erkeğin aynılaştırılmasıdır.

Amaç bu olduğu için, toplumsal cinsiyet rolleri ele alınırken bu rollerin oluşumunda etkili olan kadın ve erkeğin fiziksel ve ruhsal özellikleri göz ardı edilir. 

Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda var: Kadın ve erkek yasalar önünde, insanî hak ve hürriyetler açısından eşittir. Bunun tartışması dahi olmaz. Ama “kadın-erkek eşitliği” adı altında iki cinsiyeti aynılaştırmak, iki cinsiyeti ruhsal ve biyolojik olarak aynı kabul etmek doğru bir yaklaşım olmaz.

Her şeyden önce iki cinsin genleri farklıdır. Bu da ruhsal, zihinsel ve fiziksel özelliklere yansır. Dolayısıyla hem ruhsal, hem de zihinsel olarak farklılıklar ortaya çıkar. Örneğin kadınlar süreç odaklı yaşamaya daha eğilimli iken, erkekler sonuç odaklıdırlar. Bu farklılıklar da zaman zaman toplumsal cinsiyet rollerine yansır.

İstanbul Sözleşmesi neyi yok sayıyor?

Feminen hareketler çoğu zaman bu noktayı yok sayarak kadın ve erkeği âdeta bir yarışın içerisine sokarlar. “Kadına özgürlük” adı altında kadınla erkeği aynılaştırmaya kalkarlar. Ayrıca “özgürlük” adı altında evlilik dışı ilişkileri özendirir, hattâ bunu özgürlüğün bir nişânesi olarak görürler. Hattâ ve hattâ, daha da ileri giderek lezbiyenlik ve homoseksüelliği meşrulaştırmaya kalkarlar.

İstanbul Sözleşmesi’ndeki bazı kavram ve bazı maddelerdeki muğlak ifadeler de bu amaçla yorumlanıyor.

Sözleşme metninde kadına şiddetin temelinde toplumsal cinsiyet rollerinin yattığına dair özellikle vurgu yapılıyor. Hâlbuki kadına şiddetin temelinde kıskançlık, aşkın histerik hâli ve cinnet gibi bambaşka nedenler de var. Ama İstanbul Sözleşmesi’nde, daha sözleşme maddelerine geçmeden, kadına şiddetin temelinde toplumsal cinsiyet rollerinin yattığı ve sözleşmenin bu bilinçle hazırlandığı yazılıyor.

Sözleşme, kadına şiddetin arkasında yatan toplumsal cinsiyet dışındaki nedenleri yok saydığından, bu yaklaşım bir bilinç değil, önyargıdır. Bu önyargı, kadına şiddeti tam anlamıyla önleyemez.

Sözleşmede, “cinsel yönelim, birlikte yaşam, partner” gibi çok sayıda gayr-i ahlâkî davranış ve yönelimleri teşvik eden unsurlar var. Bazı odaklar, sözleşmedeki toplumsal cinsiyete karşı takınılan düşmanca tutum ve söz konusu muğlak ifadelerden yararlanarak, “kadın-erkek eşitliği ve şiddeti önleme” adı altında kadın ve erkeği ruhsal ve biyolojik olarak aynılaştırmaya, aile kavramına zarar vermeye ve en nihâyetinde toplumda gayr-i ahlâkî ilişkileri meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan itirazlar bu minvâldedir. Yoksa hiç kimse, sözleşmede kadına şiddeti önleyecek bütüncül yaklaşımlara itiraz etmiyor.