Toplumların ahengini ifsat eden fitne (1)

“Fitne” kavramının tarih boyunca Müslümanların ruhunda ürkütücü tesirler uyandırmasında, ilk dönem Müslümanları arasında ortaya çıkan üzücü olayların, özellikle ilk iki asırda yaşanan siyâsî çalkantıların bıraktığı derin izlerin payı büyüktür.

ŞÜPHESİZ ki en doğru söz Allah’ın (cc) kitabı, en güzel yol O’nun Rasûlü Hazreti Muhammed’in (sav) yoludur. Her şeyi yerli yerince yaratan, her şeyi lâyık olduğu yere koyan Âlemlerin Rabbi ve Hikmet Sahibi Allah-u Teâlâ’ya hamd ü senâ ve O’nun Rasûlü Hazreti Muhammed’e (sav), âline, ashabına salât-ü selâm olsun.

İnsanoğlu en güzel yaratılış üzere halk edilmiştir. Ayet-i kerimede, “Şüphesiz ki Biz, insanı ahsen-i takvîm üzere yarattık; sonra o, kendini alçakların en alçağına indirdi” buyurulmuştur.

İnsanoğlu, maddî ve manevî varlığı ile diğer mahlûkattan üstün vasıflara sahiptir. Bunun için sorumluluk sahası da o ölçüde geniş tutulmuştur. Allah-u Teâlâ geçmişte, insanoğlunun cehaleti yüzünden ortaya çıkan yanlış inanç ve yaşayış tarzlarını ortadan kaldırmak için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, bu suretle insanlar yeniden hidayete kavuşmuşlar fakat zamanla kitap indirilen kavimler arasında da ihtilaflar çıkmıştır. Bu ihtilaflar iyi niyete dayalı makul ve meşru anlayış farklarından kaynaklanacağı gibi, kötü niyetle de çıkarılmış olabilir.     

İslâm, toplumsal (içtimaî) hayat için bir beşeriyet nizamıdır. İslâm’ın içtimaî gayesi, tüm toplumu mutedil seviyeye çekmek, İslâm ile çatışan değer yargılarını ıslah etmek ve bozgunculuktan uzak bir düzen tesis etmektir. Düzenin en belirleyici parçası olan insan, bu yapının en mühim unsurudur. Zira yalnızca gördükleri ile değil, hissettikleri ile de topluma yön verebilir ve diğer mahlûkattan (hayvanat, bitki, eşya) ayrı tutulmuş, saygıdeğer bir varlık olarak görülmüştür.

Dolayısıyla mevcut dünya düzenine etki edebilecek en yetkili eleman insandır. İslâm dininin toplum için koymuş olduğu kurallara göre, (ahlâkî, hukukî) hayatın en üst seviyede tanzim edilebilmesi için tüm işlerin (muamelâttan ukûbâta) toplum maslahatı gözetilerek İslâm’ın şer’î kurallarına göre tatbik edilebilir olması gerekir. Ancak böyle olduğunda içtimaî, siyâsî ve iktisadî bağlamdaki düzenleyici işlemler toplumun genelinin amaç ve menfaatine uygun şekilde pratik hayata geçirilebilir. Aksi düşünüldüğünde, İslâmî değerler toplumda bir hayat kültürü olmaktan ziyade teorik bir düşünce ve inanç sistemi olarak kalır ve gerçek fonksiyonunu kaybeder.

Yüce Yaratıcı genelde tüm insanlara, özelde Müslümanlara, birbirlerinin ırz, namus, şeref ve haysiyetlerine hürmet etmeyi emretmiş ve bunun gerçekleşebilmesi için de ferde ve topluma hukukî ve ahlâkî değerlere uygun bir hayat sürmeyi gerekli kılmıştır. Dolayısıyla insan, istikamet üzere dosdoğru, dürüst, vicdanlı, adalet sahibi, ahde vefaya, akitlere ve emanetlere riayet eder olmalı; yalan istihza, haset, kin, riya, suizan, nemime, gıybet, kötü söz ve iftira gibi toplumu fesada sürükleyen, cemiyeti tahrip eden işlerden de uzak durmalıdır.

İnsanoğlu en güzel fıtrat üzere halk edilmiş olmakla birlikte, aynı zamanda şeytanın ve nefsin de işvbirliği ile çabucak bozulabilme ve bozgunculuk yapabilme fıtratına sahiptir. Kulluk bilinci insana bir taraftan özgür iradesiyle seçim yapabilme hakkı sunarken, diğer taraftan sınırsız serbestiyeti yasaklayan bağlayıcı bir sorumluluk alanı doğurur. Bunun içindir ki, teklif ile muhatap olan kul, itaate lâyık yegâne varlık olan Rabbine bilâkayd u şart itaat ve ibadet (kulluk) ile sorumludur. Allah-u Teâlâ’nın, “Ben insanları ve cinleri yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 56) ayeti, bize kulluk bilincini ve yaratılış gayesini apaçık ifade etmektedir. Toplumların ahengini bozan ve kürre-i arzda Allah-u Teâlâ’nın yarattığı beşeriyetin düşmanı olan ”fitne” kavramının Müslümanların hayatındaki menfi rolü ve Kelâm-ı Kadim’deki seyrine bakalım…

Fitne

“Fitne” kavramının tarih boyunca Müslümanların ruhunda ürkütücü tesirler uyandırmasında, ilk dönem Müslümanları arasında ortaya çıkan üzücü olayların, özellikle ilk iki asırda yaşanan siyâsî çalkantıların bıraktığı derin izlerin payı büyüktür. Onlar, fitnenin Kur’ân’daki ağırlıklı mânâsını da dikkate alarak bu çalkantıların vuku bulduğu zamanları dine, İslâm cemaatine ve meşru idareye bağlılıkları konusunda denendikleri ve bu bağlılıklarını ispat etmek durumuyla karşı karşıya bulundukları dönemler olarak düşünmüşlerdir.

Konumuzun iyi anlaşılması ve günümüze ışık tuttuğu inancıyla Kur’ân’a müracaat edelim.

Bakara, 191: “Onları yakaladığınız yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram civarında onlar sizinle savaşmadıkça siz de orada onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşmaya kalkışırlarsa o zaman onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir!”

Bu ayetin “Fitne, öldürmekten daha kötüdür” cümlesinde geçen “fitne” kelimesinin hadislerde geçen “siyâsî ve sosyal karışıklıklar” anlamıyla ilgisi olmayıp, tefsirlerde kısaca “Allah’a ortak koşma, müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan, daha genel olarak onların imanlarını tehlikeye sokan maddî ve manevî baskılar, İslâm ve Müslümanlar aleyhindeki tertipler ve propagandalar” şeklinde yer alır. Ayete göre bir Müslümanın böyle bir tehlike sonucu imanını kaybetmesi, masum birini öldürmesinden daha büyük bir suçtur (veya kendisinin Müslüman olarak öldürülmesinden daha kötüdür).

Mekke döneminde müşrikler tarafından yoğun baskı, zulüm ve hakaretlerle uygulanan fitne faaliyetleri Hicret’ten sonra da bilhassa Medine dışındaki Müslüman kabilelere yönelik olarak sürdürülmüş, henüz Müslümanlığı yeterince benliklerine sindirememiş olan bu kesimlerden bir kısmının putperestliğe dönmelerine bile yol açılmıştır. 

Ayrıca bu şekildeki bir inkâr tehlikesi yalnız ilk dönemlerde olmuş bitmiş bir durum olmayıp sonraki zamanlarda benzer durumlar yaşandığı gibi, günümüz dünyasında da Müslümanlar dinleri, inanç ve ahlâkları konusunda zaman zaman son derece ağır imtihanlar yaşamakta, çok yönlü ve çok çeşitli yıkıcı faaliyetlerle karşı karşıya kalabilmektedirler. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in söz konusu fitneler karşısında mutlaka tedbirli olmayı ve olabildiğince bu tür gelişmelerle mücadele etmeyi amaçlayan uyarısının önemi devam etmektedir.

Bakara Sûresi 191’inci ayet, Hazreti İbrahim’den beri kutsal mekân olma özelliğini sürdüren Mescid-i Haram dâhilinde kan dökmeyi yasaklayan geleneği devam ettirmekte, ancak devamındaki 192’nci ayette bir saldırı vuku bulursa buna karşı konulması emredilmekte, saldırıdan vazgeçilmesi hâlinde Allah’ın Ğafûr ve Rahîm olduğu bildirilerek Müslümanların da artık savaşmayı durduranlara karşı şiddet kullanmamaları gerektiği ima edilmektedir.

Bu ve bundan sonraki ayetlerin iniş sebebiyle ilgili bir rivayete göre Hazreti Peygamber, Hicret’ten sonra ilk defa Mekke’yi ziyaret etmek üzere kalabalık bir Müslüman grupla yola çıkmış fakat Hudeybiye denilen yerde Mekkeli müşriklerin engellemesiyle karşılaşmış, meselenin savaşmadan hâlledilmesi yolunu seçmişse de bir müşrik birliğinin saldırıya kalkışması üzerine savaşa izin veren bu ayetler inmiştir.

(Devam edecek…)