Toplum vicdanının inşâsı

İnsan denen varlığı etkileyen dâhili ve hârici menfî rüzgârlar nelerdir? Şüphe yok ki bir insanın davranışları sadece güdülere bağlı olarak meydana gelmemekte, sosyal çevre, kültürel ortam gibi pek çok faktör de bu konuda etkisini göstermektedir. Bireyin doğuştan getirdiği kabiliyet ve istidatlarına ilave olarak sosyal çevresinde hazır vaziyette bulduğu inançlar, kültürel değerler, örf ve adetler vardır ki, bunlar, onun şahsiyetinin gelişmesinde, olumlu veya olumsuz biçimde, mühim bir rol oynadığı kabul edilmektedir.

KUR’ÂN-I KERÎM’in temel amacı insanları doğru inanca, güzel ahlâka ve hidâyete ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’ân’ın ana konularından birisi de insanın yapısal özellikleridir. İnsanın yaratılışı, tarihi, bedenî ve ruhî özellikleri, duyguları, müspet ve menfî yönleri Kur’ân’da birçok âyette çeşitli konu bağlamlarında zikredilmiştir.  

“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ/70)  

Görüldüğü gibi bu âyette Allah Teâlâ, insanoğluna lütuf ve ikramının bir özetini vermekte ve onun âlemdeki özel yerine işaret etmektedir. Müfessirlere göre insanın şan ve şerefi ve diğer varlıklardan üstünlüğü; Allah’ın ona verdiği beden güzelliği, el, göz, kulak gibi organlarını daha becerikli bir şekilde kullanması, konuşabilmesi, gülüp ağlayabilmesi, okuyup yazması, başka birtakım varlıkları kendi hizmetinde kullanması, âletler icad etmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç alâkasını görmesi ve bu sayede geleceğe yönelik programlar ve hazırlıklar yapması, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin  kavramlarına sahip olması; kısaca, maddî ve bedenî, ahlâkî ve ruhî meziyetleri haiz olmasıdır. “Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık” (Tin sûresi -4) âyet-î kerimesinden anlaşılıyor ki, insan maddî ve manevî birçok cihetle en güzel bir şekilde yaratılmıştır. Meselâ insanın manevî cevherlerinin kaynağı olan ruhu güzeldir, o ruhun elbisesi olan bedeni güzeldir, bir irfan meşalesi olan aklı güzeldir, Halık-ı Hakîm’in varlığının şahidi olan vicdanı güzeldir. Dimağı güzeldir, zira orada zekâ denilen pırlantanın parıltısı vardır. Konuşması ve ifadesi güzeldir, düşünmesi ve hayali dahi güzeldir. 

Evet, insan kendine verilen bu kıymetli cevherlerin değerini takdir edemeyip Allah’a karşı nasıl gaflette bulunur ve onları kaybederek nasıl aşağıların en aşağısına düşer? O hâlde insanın dünyaya gelişi ne zevk ve safa, ne de yiyip içmek içindir. O dünyaya her şeyden önce Allah’a iman etmek, O’nu esma ve sıfatlarıyla tanımak, O’na muhabbet ve kulluk etmek için gönderilmiştir. İşte insan için en büyük zevk, bu vazifeleri yerine getirmektir. 


Eğer küçük yaşlardan itibaren fertler, fıtratları bozulmadan doğru ve iyi yetiştirilir yani şefkat, merhamet, empati duygusu ön planda olursa, elbette saldırganlıktan, çatışmadan, kavgadan, şiddet yanlısı veya vicdansız olmaktan uzak durur.


Vicdanın bozulmaması için inanmaya ve kirletilmemeye ihtiyacı vardır

Hiçbir insan dünyaya gelirken din, etnik, kültürel yönlerden kendinden farklı olanlara karşı vicdansız, hoşgörüsüz ve saygısızlık gibi olumsuz niteliklere sahip değildir. Öyle olsaydı, insanların oluşturmuş olduğu maddî ve manevî kültür unsurlarından ve kültürün yeni kuşaklara aktarılması ile onlar üzerindeki etkisinden söz edilemezdi. Bilmekteyiz ki, insan bir kültürün içerisine doğmakta ve kültürü içselleştirerek yaşamakta ve böylece sosyalleşmesini sürdürmektedir. Bu perspektiften bakılınca vicdanlılık kültürünün oluşmasında eğitimin önemi daha iyi kavranabilir. Kadim kültürümüzde Hz. Muhammed (sav)’in en büyük mübelliğ, onun izinde giden ve eğitim de görevlilere muallim denmesi boşuna değildir. Bakanlığın eski isminin “Maarif Vekâleti” olması boşuna değilmiş! İnanç değerlerimiz, itikadımıza yabancı eğitmenlerin verdikleri eğitimin sonucunda kazanılan menfî alışkanlıkların sonucu hüsrandır. Doğuştan getirdiğimiz vicdan, içinde bulunduğumuz çevre ve yaşantılarımız ile gelişir ya da geriler. Olumlu ortamlar, huzurlu iklimlerde ve içerisinde müspet değerler ve normlarla sosyalleşme sürecini tamamlayan bireyin vicdanı gelişirken, aksi bir durumu yaşayan kişinin vicdanı ise olumsuz bir gelişme seyri izler. 

Dolayısıyla vicdanın sağlam kalması, bozulmaması için inanmaya ve kirletilmemeye ihtiyacı vardır. İnsanın, fıtratı korunursa vicdanlı bir kişi, bu kişilerden oluşan bir toplum; fıtratı korunamadığında ise, hoşgörüsüz, vicdansız bir kişi ve bu kişilerden meydana gelen bir toplum ortaya çıkar. Bu da bireyin zihinsel, fiziksel ve ahlâkî süreçlerinin sonucunda ortaya çıkacak bir durumdur. İnsan başıboş bir varlık değildir. Onun kendisine, ailesine, toplumuna hatta tüm insanlara karşı görev ve sorumlulukları vardır. Bunlardan en önemlisi başta Mutlak Varlık’a ve yarattığı bütün mahlûkata karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmektir. Bu şuuru kazanılabilmesi için insanın ailede ve içtimai hayat çerçevesindeki faktörler içerisinde sosyalleşmesi, vicdan, merhamet, acıma, sadakat ve adalet gibi duygu ve değerlerin kendisine kazandırılması gerekmektedir. Bu noktada aile, birincil derecede önemlidir. Çocuğun ilk taklit ettiği ve özdeşim (örnek alabildiği) kurduğu duygu ve davranış yüklü ortam olması hasebiyle aile, vicdanın, merhametin, saygı ve sevgi gibi değerlerin kazanıldığı yahut da çekişmenin, çatışmanın, acımasızlığın öğrenildiği bir yer olur. Bunlardan olumsuz değerler olumsuz toplumun, olumlu değerler de olumlu toplum tipinin oluşmasına neden olmaktadır. Bir eğitim kurumu olarak ailenin hedefi, yeni nesillere olumlu değerleri kazandırarak onları her türlü taciz ve tecavüzden uzak bireyler yetiştirmek suretiyle huzurlu bir toplum inşâ etmektir. Sosyalizasyon sürecinde yaşadığı içtimai hayatın ortakları ile oluşturan okul, öğretmen, akraba, akran gurupları, okunan kitap, romanlar, hikâyeler, kitle iletişim araçları ve diziler çocuklara olumlu veya olumsuz şahsiyet özelliklerini kazandırmada büyük bir öneme sahiptir. 

Dolayısıyla bütün bu araç-gereçler, insana faydayı ve onun eğitimini, karakterli şahsiyet olarak geliştirilmesini esas alırsa, şiddet, gasp, öldürme vb. davranışlardan uzak, birbirini seven, hak ve hukukuna riayet eden, birbirlerine iyilik etmekte yarışan vicdan ve merhamet sahibi bir toplum meydana gelmiş olur. Bu toplumu bakın Kur’ân nasıl inşâ ediyor:

Allah, insanı en mükemmel şekilde yaratıp ona tüm mevcudat üzerinde bir üstünlük vermiş ve onu kâinatın halifesi kılmıştır. İnsan bu üstün vasfını iman ve ibadetle muhafaza etmelidir. Aksi takdirde esfeli safiline düşerek bu halifeliğini kaybedecek ve Kur’ân’ın ifadesi ile belki hayvandan daha aşağı bir duruma gelecektir. İman insanı meleklerden daha üstün bir mertebeye getirirken, küfür insanı esfeli safiline düşürüp cehennemin derekelerine düşecek bir hâle getirir. Nitekim Allah Tâalâ insan için “ahsen-i takvim” demektedir. İnsan için “en güzel” denilmesi ondan daha güzelinin olmadığı anlamına gelir. Kur’ân- ı Kerîm’de geçen “insanın ahsen-i takvîmde yaratılması” ne demektir? Taş ve toprak… Birinde kıyamete dek ne gül bitecek, ne diken. Diğeri ise meyve vermeğe, insan olmağa namzettir. 

Akran ve arkadaş çevresi, çocuk eğitiminde, sosyalleşmede önemli bir yer tutar. Kötü arkadaşlar onun için olumsuz bir sosyal çevredir. 

İnsanın kâinatı, kendini, Kur’ân-ı Kerîm’i okuması, anlaması ve yaşamasıdır

Madalyonun bir de öte yüzü var. Aynı topraktan, değişik safhalar sonunda dikenler, yılanlar, akrepler de çıkabiliyor. Böylece o üstün kabiliyet, aşağıların aşağısına yuvarlanıyor. Taş ona göre zirvede kalıyor. Âlemlerin Rabbi, “Muhakkak biz insanı ahsen-i takvîmde yarattık” (Tîn sûresi/ 4. âyet) buyuruyor. Ve insan, bu üstün yaratılışıyla, nice güzelliklerin tohumunu saklıyor. 

İman insanı meleklerden daha üstün bir mertebeye getirirken, küfür insanı esfeli safiline düşürüp cehennemin derekelerine düşecek bir hâle getirir. Derin bir tefekkürle anlaşılmaya çalışıldığında Cenâb-ı Hakk’ın “Oku!” emrinin şümûlünün son derece geniş olduğu görülür: 

“Oku! Allah adıyla oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir damlacık sudan, rahme tutunan yapışkan bir maddeden yaratan, fakat ona her şeyi okumak, aydınlatmak, anlamak ve anladığını yaşayıp yaşatmak imkânını veren yüce Rabbin adıyla oku! İnsana okumak nimetini ihsân ile en büyük lütfu gösteren Allah’ın adıyla oku! Allah’ın adıyla okunabilecek her şeyi oku! Allah’ın kitâbını oku! Allah’ın âyetlerini oku! Kâinat kitâbını oku! Doğru yolu bulmak ve sapıklıktan uzaklaşmak için oku! İmanını kemâle erdirmek için oku! Öğrenmek için oku! Rabbine yaklaşmak için oku! Sebeplere bakarak o sebepleri yaratanı oku! Esere bakarak ilâhî müessiri oku! Sanata bakarak gerçek sanatkârı oku! Kudret kaleminin bu âleme çizdiği her satırı oku! İnsana bilmediğini öğreten Allah’ın adıyla oku!” 

Bu izahtan da anlaşıldığı üzere “oku” emri, sadece zâhir anlamda bir okuma emri değildir. Esasen kalbin, mânevî terbiye, tezkiye ve tasfiye netîcesinde kitap ve hikmetin mânâ ve işaretlerini alıcı hâle gelmesidir. Hâsılı insanın kâinatı, kendini, Kur’ân-ı Kerîm’i okuması, anlaması ve yaşamasıdır. Yeniden maarifin, terbiyenin, vicdanlı olmanın sırrına dönelim…


İnsan kendi kendini yaratma sevdasına düşerse bencil, egoist, kendini beğenmiş bir varlık olur.


Birey, hem kendini çevreye uyarlar hem de çevreyi etkiler

Eğitimin en önemli hedefi, fertlerin yetiştirilmesi ve buna bağlı olarak toplumu huzurlu, uyumlu bir hâle ulaştırmaktır. Dolayısıyla gençlikten ihtiyarlığa kadar hemen her fert, kültür ve terbiye konusunda az veya çok başkalarına borçludur, onlara ihtiyaç duyar. Eğer küçük yaşlardan itibaren fertler, fıtratları bozulmadan doğru ve iyi yetiştirilir yani şefkat, merhamet, empati duygusu ön planda olursa, elbette saldırganlıktan, çatışmadan, kavgadan, şiddet yanlısı veya vicdansız olmaktan uzak durur. Aksi takdirde, o saf, temiz, uysal bir fıtratta yaratılmış olan insan, merhametten, vicdandan yoksun olarak kan döken, can yakan bir canavara dönüşebilir. 

Bilinmelidir ki birey aktif bir öznedir; hem kendini çevreye uyarlar hem de çevreyi etkiler, ki bu çift yönlü bir etkileşimdir. Onun içindir ki insanın, sosyalleşme süreçlerinde sürekli iyiliğe teşvik edilmesi, iyi örneklerle buluşturulması gerekmektedir. Zira kendi kişisel arzu ve istekleri ile baş başa bırakılırsa davranışlarını yanlış yönlendirme, değerlendirme eğilimi gösterir; bu da onun, hem birey olarak kendisine, ailesine, komşularına hem de bütün bir topluma zararlı bir varlık hâline gelmesine yol açar. 

Habil vicdanlı olmanın, hoşgörünün temsilcisidir

Vicdansızlığın, insanlık tarihi kadar eskiye gittiği görülmektedir. Bugün, gündelik hayatımızın çeşitli veçhelerinde tezahürlerini görmeye alıştığımız vicdansızlık olgusunu, kutsal kitabımızda Âdem’in iki oğlunun kıssası anlatılırken, insanlık ailesinin başlangıcında, Habil’e karşı Kabil’in tutum ve tavrında da gözlemlemekteyiz. 

Sözgelimi Habil “… sen öldürmek için bana elini uzatsan bile ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim…” diyerek insanın ontolojik mânâda üstün bir varlık olduğu, Allah'ın verdiği canı O’ndan başkasının alamayacağı ve bundan dolayı hoş görülmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu yaklaşımıyla Habil, bir sembol olarak, o gün itibariyle insanlara vicdanlı davranma ve onları hoş görebilme olgunluğunun ilk örneği sınavını başarıyla vermiştir. Bu itibarla Habil vicdanlı olmanın, hoşgörünün temsilcisi, vicdansızlık ve hoşgörüsüzlüğün temsilcisi ise şeytana uyan Kabil olmuştur. 

İnsanlar doğuştan vicdansız, dinî, etnik, cinsiyet yönünden farklı olanlara karşı önyargılı ve saldırgan olmadığına göre niçin insanlar hemcinslerine ve diğer varlık türlerine karşı vicdanlı olmak yerine vicdansız davranmaktadırlar? Her şeyden önce üstün bir istidada sahip kılınan ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak düşünen, konuşan, üreten ve eşyaya anlam vererek yaşayan insan, nasıl oluyor da dünyada kan döken, şiddete yönelen, yırtıcı ve korkunç bir varlık da olabilmektedir? Değer atfedilen vicdanlı olmayı bir tutum olarak benimseyip ona göre davranan bireyler yetiştirmek ve vicdansızlığı, hoşgörüsüzlüğü önlemek mümkün müdür? Acaba bunun için neler yapılmalıdır? 

Toplum olarak bu benzeri soruların cevabını bulma zorunluluğumuz vardır. Günlük konuşmalarımızda, sosyal hayat içerisinde en sık kullanılanlardan birisi “vicdan” kavramıdır. “Vicdan rahatlığı”, “Vicdanın rahat mı?”, “Vicdanın ne kadar rahat?”, “Benim vicdanım rahat” ya da “Gece yastığa başını rahat koyabiliyor musun?” gibi müspet çağrışım yapan ifadeler, aynı zamanda “vicdansızlık” denilen menfî anlamından uzak durmaya da işaret etmekte ve aslında hep aynı noktaya yani “vicdanlı olma” noktasına gönderme yapmaktadır. 

İnsanın en temel gücü olan bu içsel güç, bir şekilde hasar görmeden varlığını sürdürebilmelidir. Eğer bir hasar söz konusu ise vicdanın körelmesinden bahsedilir. Onu harekete geçiren ve etkileyen bir şey olmuşsa “vicdanın yaralanması, sızlaması” ile “vicdan azabı çekmek”, “vicdanının sesini dinlemek” gibi daha pek çok şekilde kullanılan “vicdan” kavramının, davranışları denetleyen ve insanı “insan” yapan önemli değerlerden biri olduğu görülmektedir. 

Temel problem, söz konusu bu önemli değerin, benlik ve kişiliğin oluşması süreci olan ailede ve çevrede, nasıl inşâ edildiği veya edilmediğidir. Bu problem, çalışmada sosyolojik perspektiften dokümantasyon yöntemiyle ele alınmaktadır. Amaç, sosyalleşme sürecinde mikro planda bireysel vicdanın inşâsı ve böylece makro planda vicdanlı bir toplumun tezahürüdür. 

Buna göre, gerek anne-baba gerekse diğer yetişkinler, çocuğa daha çok erken yaşlarda ne olması, ne olmaması lazım geldiğini bilgi olarak aktarırken, davranışlarıyla da model olurlar. Ona hangi şahsî özelliklerin arzu edilir veya iyi olduğunu, hangi özelliklerin de arzulanmadığını veya kötü olduğunu süreç içerisinde kazandırırlar. Kültüre ait değerlerin bu şekilde öğrenilmesi sonucunda çocuk ne olması lazım geldiğine dair bir mefhum edinir ve geliştirir ki bu da onun ideal benini teşkil der. 

Vicdan sahibi bir toplum nasıl olur? 

Terim olarak vicdan, insanın kalbine doğan gizli bir his olup iyilik, hayır işlemekten hoşlanan, kötülük etmekten huzursuz olan ve ondan sakınan, iyiyi kötüden, hayrı şerden ayıran ve seçici bir yapıya sahip olan ahlâkî duygudur. 

Diğer bir deyişle vicdan “İnsanın içinde bulunan ahlâkî otorite, ahlâkî değerler ve eylemler hakkında hüküm verme, yargılama yeteneğini ifade eder”. Aslında iyi-kötü, güzel-çirkin ile yararlı ve zararlı olanı birbirinden ayıracak olan bir melekeyi, Allah insanın yaratılışına yerleştirmiştir. İşte vicdan, insandaki bu seçici, ayırt edici melekedir. Onun insan fiil ve davranışları üzerinde müspet ya da menfi tesiri söz konusudur. Yani vicdan, kişinin gizli ve açık bütün işlerinde “oto kontrol” görevi yapar. Bu mânâda vicdan, bir iç duygu, ahlak şuuru anlamına gelirken, “vicdanlı” kavramı bir sıfat olarak, vicdanı olan, hak gözeten, acıyan ve merhamet eden, insaflı anlamına gelmekte; “vicdansız” sıfatı ise, vicdanı olmayan, acımasız, hak gözetmeyen, insafsız anlamlarına gelmektedir. 

Burada fertlerin, içinde yaşadığı toplumun kültür değerlerine uygun biçimde gelişim gösterdiği söylenebilir. Vicdan kelimesi Kur’ân’da geçmemekle birlikte birçok yerde insanın iradeye dayalı eylemlerini ahlâkî ölçüler çerçevesinde denetleyen, iyilikten hoşnut olan ahlâkî melekedir ki, tövbe de aslında böyle bir vicdanî hesaplaşma ve muhasebenin ürünü olarak görülmektedir. (e-Nisa/ 17-18, el-Maide/ 38-39; en-Nahl/ 119) 

Çocuk ebeveynini nasıl model alıyorsa, okuduğu gazete, dergi ve kitaptaki kahramanları da model olarak almakta, oradaki olaylardan etkilenmektedir. Buralarda benimsediği kahramanlara benzemek ve aynı özelliklere sahip olmaya çalışmak çocuklar için cazip olan bir durumdur. 

Zira vicdan, ruhun sesidir

Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden nefis, insanın psikolojik yapısıyla ilgili ve tesir bakımından vicdanı da kapsayan geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. İnsanın kişilik ve benliğini oluşturan, nefsin çeşitlerinden söz edilir ki, bunlara “nefs-i emmare” (Yûsuf sûresi/35), “nefs-i levvame”, “nefs-i mutmainne” (el-Fecr sûresi/ 27-28) denmektedir. Buna göre nefsin, vicdanî yönü ile kendini denetleme yetkisine sahip (el-Enbiya sûresi/ 64; en-Neml sûresi/ 14) olduğu, nefsini arındıranın ebedî kurtuluşa ereceği, onu kirletenin ise ziyana uğrayacağını ifade eden (eş-Şems sûresi/ 7-10) nefis kelimesi de vicdanı hatırlatmaktadır. 

Kur’ân’da yine en çok kullanılan kalp kelimesi vicdan anlamına da gelmektedir. Buna göre “kalb-i selîm” (eş-Şuarâ sûresi/ 89) vicdanı nitelemekte ve Peygamber’in insanlara karşı nezaketli bir biçimde davrandığına işaret eden “galîzu’l-kalb” (katı kalpli) ifadesine (Âl-i İmrân sûresi/ 159.) Türkçe’de “acımasız, vicdansız” anlamı vermek mümkündür. “Fıtrat” ise, insanın hakkı benimsemeye yatkınlığını belirten bir kavram olarak vicdanı da kapsamaktadır. (er-Rûm sûresi/30) 

Nefis ve kalp kelimeleri, genellikle klasik İslâmî edebiyatında/ literatürde de, vicdan kavramı karşılığında kullanılmıştır. Burada asıl önemli olan husus, bu kavramsal anlamları toplumun üyelerine aktarmak suretiyle toplumsal bütünleşmeye ve huzura katkı sunmaktır. İnsan vücudunda fizyolojik olaylardan başka, ruhî hadiseler denilen şuur ve iradeyle birlikte iyilik, adalet, güzellik, hayır ve fazilete temayül; nefret, sevgi, güven hissi; hayâ, insaf, merhamet, vicdan azabı; inanç olmasa bile, özellikle darda kaldığında Allah'a sığınma ve yalvarma gibi duygular vardır. Bunlar insan ruhundan, vicdanından kaynaklanmaktadır. Zira vicdan, ruhun sesidir. 

Ruhun başlıca iki özelliği veya kuvveti vardır ki, birincisi akıl, diğeri ise vicdandır. Şuur faaliyetlerini idare eden kuvvet akıldır. O düşünüp bilir, delilleri anlar, idrak eder, bilgiler sayesinde hükümlere varır ve hatırlar; işte bu, ruhun akıl yönüdür. Vicdan’a ise kalp gözü veya basiret yahut sadece kalp de denilir. Merhamet etme, iyilik karşısında hoşnut olma, haksızlık ve kötülük karşısında üzülme gibi derûnî ve manevî hislerin kaynağı da ruhun vicdan denilen yönüdür. Bu yüzdendir ki, vicdan hüküm verirken maddî menfaat gözetmez. O hak ile batılı birbirinden ayırır, haksızlık, kötülük ve cinayetler karşısında üzüntü duyar. 

Müslüman milletimizin medeniyet tasavvurunda ve Hakk’ın yaradılış sırrına eren mütefekkirlerimizden “insan”ı tarifleri ser-levha kıymetinde olup, şöyle hülâsa etmişler: 

İnsan, akıl ve irade sahibi olmasıyla kâinatın merkezî varlığıdır. İnsan çıkarılıp atılmış olsa kâinat anlamsız kalır. Bu bakımdan insanı çok iyi anlamak, tanımak gerekmektedir. Başka bir ifadeyle insana tek yanlı olarak bakmamak gerekmektedir. Tek yanlı insan anlayışları, insanı sırf düşünce ve ruh olarak görmekten ya da onu sadece beden ve madde olarak kabul etmekten ibarettir. Bu yaklaşım, insanın bir yanını ihmal ettiği, görmezlikten geldiği için, insanı tam olarak tanıyamadığı gibi tanıtmaktan da uzak bulunmaktadır. Esas olan ise insanı tek yanlı değil, bütün olarak görmek ve anlamaktır. Bu, insanı maddî yapısının yanı sıra tutum ve davranışlarıyla, düşünce ve tavırlarıyla kısaca bütün yapıp etmeleriyle tanımak ve tespit etmekle mümkündür; yani insan bir yönüyle düşünce ve ruhtan oluşurken diğer yönüyle beden ve maddeden oluşan bir bütündür. 

Şüphesiz insan beden ve madde, düşünce ve ruh olarak toplumsal bir varlıktır. Toplumsal bir varlık olarak insan, yapmayı kararlaştırdığı eylemleri ile toplum içinde ilişkiler kurar ve bunun sonucunda eserler meydana getirir. Çünkü özel bir varlık olarak insan, bir ailede veya çevre (grup) içinde, genelde ise bir toplum içinde varlığını sürdürür. Niteliklerini kazandığı, edindiği yer içine doğduğu grup ve çevresidir; merhameti ve merhametsizliği, vicdanlı olmayı ve vicdansızlığı, kavgayı, saldırganlığı, hoşgörüsüzlüğü, şiddeti, terör yanlısı olmayı veya empati yapabilmeyi, en yakınından başlayarak çevresinden öğrenir. Kişi, kendi tercih ve eğilimlerine istinaden bu nitelikleri belirler, ayıklar ve seçerek benimser. İnsan olmak, aslında merhamet ve vicdan sahibi olabilmektir. İçsel bir güç olarak vicdan, kişinin yaşadıklarına bağlı olarak zamanla gelişir veya körelir. Vicdanın temelinde sevgi ile inanç vardır. İnsan kanundan her zaman kaçıp kurtulabilir; kaçamayacağı yegâne varlık ancak Mutlak Varlık’tır. Günümüzde de hukuk kuralları insanları müspet yönlere yöneltmeye yetmemektedir. Eğer yetseydi, kanunlar değişmezdi. Bu sebeple bir kontrole ihtiyaç vardır. Bunun yolu, insanın içten, yürekten, samimiyetle bir kayıt ve kontrolü yapabilmesidir. Bu iç kontrol ancak insanın aşkın varlığa bağlılığıyla, bu konuda kendi kendisine emir verip o emri icra etmesiyle mümkündür. Allah'ı unutan veya yok sayanlar vahşi birer saldırgan veya insan yiyen birer canavar kesilebiliyor. Allah yoksa beni belirleyecek değerler de olmaz. İnsan kendi kendini yaratma sevdasına düşerse bencil, egoist, kendini beğenmiş bir varlık olur. Başka bir ifadeyle değere inanan insan onun müeyyidesinden de çekinir. Bu çekinme, kişiyi ölçülü davranmaya sevk eder. Meselâ kul hakkına inanan kişi, herhangi bir şekilde o fiili olumsuz olarak yapmamaya, kul hakkı yememeye çalışır. Çünkü kul hakkı yiyen kimsenin Mutlak Varlık katında, hakkını yediği kişilerle helalleşmedikçe affa uğramayacağını, Allah'ın rahmetinden, sevgisinden mahrum kalacağını bilir, bundan çekinir. Bütün bunları çocuklara verecek ve kazandıracak olanlar başta aile, öğretmenler, akrabalar, komşular, dedeler, neneler, ablalar, ağabeyler ve bütün büyükler; diziler, filmler, oyunlar, belgeseller, kitaplar, kıssalar, hikâyeler, romanlar, gazete ve dergiler; görsel ve işitsel yollarla bütün bir toplum, toplumsal kurum ve kuruluşlardır. Bu konuda herkes sorumluluk sahibidir.  

Sonuç itibariyle hülâsamızı arz edelim… 

İnsan denen varlığı etkileyen dâhili ve hârici menfî rüzgârlar nelerdir? Şüphe yok ki bir insanın davranışları sadece güdülere bağlı olarak meydana gelmemekte, sosyal çevre, kültürel ortam gibi pek çok faktör de bu konuda etkisini göstermektedir. Bireyin doğuştan getirdiği kabiliyet ve istidatlarına ilave olarak sosyal çevresinde hazır vaziyette bulduğu inançlar, kültürel değerler, örf ve adetler vardır ki, bunlar, onun şahsiyetinin gelişmesinde, olumlu veya olumsuz biçimde, mühim bir rol oynadığı kabul edilmektedir. Yani sosyal çevrenin, kültürel alışkanlıkların ve bu arada çevresindeki fertlere olumsuz bir model teşkil eden kişilerin gençleri etkileyerek çeşitli günahlara, vicdansızlık ve merhametsizliklere hatta inkâra dahi yönlendirdiği bilinmektedir. Bu yüzden akran ve arkadaş çevresi, çocuk eğitiminde, sosyalleşmede önemli bir yer tutar. Kötü arkadaşlar onun için olumsuz bir sosyal çevredir. Çünkü kötü arkadaş grupları kendilerine yakın olan veya kendi bünyesinde bulunan kişileri günah ya da kötü fiilleri yapma konusunda şu veya bu şekilde etkileyebilmektedir. Esasen fertler dâhil olduğu grubun normlarına ister istemez uymak durumundadırlar. 

İnsan mutlak kötü olmadığı gibi mutlak iyi de değildir

Televizyon ve internet oyunlarının, özellikle çocuklarla gençler üzerinde şiddet, saldırganlık duygularının ve davranışlarının oluşmasında; ahlâkî değerler ve cinsellik gibi konularda olumsuz etkilere sahip olduğu görülmektedir. 1950'li yıllardan beri yapılan araştırmalar, televizyonun, çocukları daha saldırgan, kavgacı yaptığını ve şiddete yönelmelerine neden olduğunu göstermektedir. Bu konuda ebeveynin de gerekli ve yeterli özeni göstermemesi, izlenen televizyon programlarının yıkıcı ve tahrip edici yöndeki etkisini daha çok artırmaktadır. Meselâ, “Haberler, şovlar, filmler, diziler hatta çizgi filmler bile hep saldırganlık, şiddet, cinsel istismar, hırsızlık, gasp ve çalışmadan köşe dönme fikrini işlemekte, sonuçta bu tür yayınlar, başta öğrenmenin en ideal çağında olan çocuk ve ergenler olmak üzere, tüm toplum üyelerini olumsuz yönde etkilemektedir”. Bunların içerisinde, şiddet içerikli olmayan internet oyunu neredeyse yok gibidir. İşte yeni nesiller, bu oyunları oynamak suretiyle başta zamanlarını boşa geçirmekte, şiddete maruz kalarak ona eğilimi teşvik edilmekte, kişilik ve karakterini bu şartlarda oluşturmaya çalışmaktadır. Gazete, dergi ve kitaplar da çocukların dinî ve ahlâkî tutum ve davranışlarını, vicdan, merhamet, acıma duygularını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen faktörlerden birisidir. Önemli bir uyaran olarak okunanlar, zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimi itibariyle çocuğu etkilemektedir. Çocuk ebeveynini nasıl model alıyorsa, okuduğu gazete, dergi ve kitaptaki kahramanları da model olarak almakta, oradaki olaylardan etkilenmektedir. Buralarda benimsediği kahramanlara benzemek ve aynı özelliklere sahip olmaya çalışmak çocuklar için cazip olan bir durumdur. Dolayısıyla sanat değeri taşımayan, eğiticilik yönü olmayan, olumlu davranış değişikliği sağlamayan dergi, gazete ve kitaplar, okuma zevki vermediği gibi, aksine çocukları şiddete, araçları ve arkadaş grubunu (çevresini) daha dikkatli bir biçimde takip ve kontrol etmesi gerekmektedir. Televizyon ve internet oyunlarının, özellikle çocuklarla gençler üzerinde şiddet, saldırganlık duygularının ve davranışlarının oluşmasında; ahlâkî değerler ve cinsellik gibi konularda olumsuz etkilere sahip olduğu görülmektedir. 

Kur’ân’da insanın biyolojik ve ruhî yönünün hem müspet hem de menfî yönlerine dikkat çekilmiştir. Meselâ insanın suretinin güzel yaratıldığı ifade edildiği gibi onun ileri yaşlılıkta ömrün en rezil dönemine ulaşarak bedensel güzelliğini kaybettiği de söylenmiştir. Yine onun mânâ ve ahlâk yönünden güzel hasletlerine örnekler verildiği gibi kötü yönlerine de temas edilmiştir. Kur’ân bu üslubu ile insanı mutlak iyi veya mutlak kötü çemberine almamış onun inanç ve davranışlarına göre değerinin değişeceğini belirlemiştir. Buna göre insan mutlak kötü olmadığı gibi mutlak iyi de değildir. 

Fâtiha sûresi 6. âyetin ruhuyla yazımıza son verelim… 

İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. “Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir).” (Alak sûresi/ 6-8. âyet) “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda Rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. “Doğru yol” (sırât-ı müstakîm) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... Ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür…