“Toplum edebiyatta çok iyiyken mimaride çok kötüyse, burada bir sorun var demektir!”

Biz biraz anti-televizyon yaptık. Olağanda televizyon, uzun süre aynı ritimde konuşan insanları sevmez. Bu bir kural vazedilir. Gürültü patırtı, çatışma, entrika olmadan izleyicinin çekilemeyeceği düşünülür. Hâlbuki bizim konuklarımız, kürsülerinde veya tekkelerinde yahut da konferans kürsülerinde nasıl konuşuyorlarsa öyle konuştular. Hattâ kamerayı önemsemez hâle gelip görmüyorlardı neredeyse.

LİSE yıllarında tanıdığı bir ismi kendisine rol model belirleyen biri için, onunla bir araya gelip hasbihâl etmek, saatteki yelkovanın akrebi yakalaması türünden bir vuslattır. Yelkovan hızlıdır, lâkin vakti tayin eden akreptir. İşte o yuvarlakta, yelkovanın ne çektiğini düşündünüz mü hiç?

İlim ve irfan hayatımızın vakitlerini belirleyenlerimiz var, hamdolsun! Onların vardıkları vakte erişmek bir yana dursun, hızla hareket etmenin derdine düşerek yine hızla kamuya mâl olmanın iştahında boğulan bir zemin kayması yaşıyor fikir bahçemizin toprakları. Edindiği yanlışlıklar harmonisini tecrübe yumaklarında sarıp seyyar tezgâhlara sıralayarak bir çığırtkan edâsıyla satmaya çalışan çömez bir tezgâhtardan ne farkı vardır bu gafilin? Yelkovan dahi olmadan akrep olan, akrep olunca vakit belirlemekten ziyâde, aklı zehirlemeye çalışmaz mı?

Benim de elimde birçok imkân, birçok fırsat doğmuştu yuvarlağa girmeye. Hamdolsun, bir “Hû” halkasında bir ânın noktası olmak bahtiyarlığına eriştim. Orada durmak, vaktin belirleyeni olmak değil, vakti belirleyenin teveccühüne erişmek demekti. Derken onun, her defasında yelkovanı da peşinden getirdiğine şahit oldum. Yani… Ben yelkovan dahi olamazmışım!

Yelkovan, ne kovar? Şerrin yelini kovmalıydı ilim irfan erbâbı, ben de şerrin yelinden korunmak adına kitabın yuvasıyla gardımı almıştım. Evimizde binlercesi, babamın benim için seçerek aldığı yüzlercesi olmasına rağmen kitapçılara yaptığım ziyaretlerde kendi öz harçlığımla satın aldığım ilk kitabın adı, “Kerem ile Aslı” idi. Yazarının kim olduğuna, hikâyeyi okuduktan sonra bakmıştım: “Sadık Yalsızuçanlar”…

“Yalsızuçanlar” mı? Yel almadan havalanmazdı uçurtmalar, yel almadan uçmazdı kuşlar. Peki, yel almadan uçabilir miydi insan? “Gel sana nefes verelim” derlerse başka!

2001 yılında tanıdığım bu isme hayranlık uyanmıştı artık. Yazdıklarını ve yaptığı programları mutlaka takip ediyordum. 2011 yılında eşimle yaptığım ilk İstanbul seferinde kıymetli Hocam Koray Demir’in yönlendirmesi üzerine birkaç şiir ve denememi göndermiş, değerlendirmesini almıştım. Bu dahi nasip olmuş ve Ankara’daki birçok etkinlikte yüz yüze görüşme imkânı yakalamışken, yine tılsımın bozulmasından çekinmiştim.

2016 yılında özel bir davette karşılaştığımda, masalarımızın yakın olması sebebiyle nezâketen selâm verdikten sonra, “O şiirleri gönderen genç bendim” demek cüretinde bulundum. Tevazu timsâli, kendisiyle irtibat kurmam üzere telefon numarasını verdi. O tarihten ancak iki yıl sonra cesaretimi topladım, ama tılsımın bozulmasından çok korkuyordum. Öyle fevkalâde bir sohbetti ki, bazen soru sormayı unuttuğumu fark ettim. Eris Hanım da buna şahittir…


“‘Dinlenirim’ derken dinlenilmişim!”

·       Son zamanlarda sıhhatinizin de elverişli olmaması sebebiyle biraz uzak durdunuz ekranlardan ve diğer yayınlardan. Bazı panel ve konferanslarda görebildi sizi takip edenler. Bu uzaklığın sebebi sadece sıhhat mi, yoksa özellikle bir ayrı duruş mu oldu?

Bendeniz, malûmunuz uzun yıllar TRT’de çalıştı. 23 buçuk sene kadar… Devletin resmî yayın kuruluşunda uzun süre yapımcı ve yönetmen olarak görev aldım. Televizyon gerçekten çok yorucu bir iş. Hattâ -yanlış hatırlamıyorsam- TRT’nin kameraman, ışıkçı, kurgucu, yönetmen ve yapımcı gibi kadro unvanlarına da sahip personeli, maden işçileri gibi bir yıpranma tazminatı alırlardı. Daha doğrusu, emeklilik sürecini etkileyen bir yayın tazminatı vardı. Yıpratıcı ve bir ekip çalışması olduğu için insanlarla birlikte bir çalışmayı kotarmak gerçekten zor ve yorucu iş.  

Emekli olduktan sonra, “Artık dinlenirim” diye düşündüm. Dinlenmişim gerçi, ama o sıralarda Tevhid-i Selâm örgütü kapsamında bir dinleme yapmışlar. (Gülüyor.) Yoksa dinlenemedik bir türlü…

Bu süreçte yeni bir kitabım çıkmıştı, Ülke TV’de bir programa konuk oldum. Orada, sağ olsunlar, Hasan Öztürk Bey, “Bir program yapar mısınız bize?” şeklinde bir teklifte bulundular emekli olduğumuzu da öğrenince. Ülke TV’de “Açık Deniz” adlı bir program yaptık altı seneyi aşkın bir süre…

“Ekran artık beni çekmiyor”

·       Biz de müptelâsıydık Açık Deniz’in…

Teşekkür ederim… Programı hiç ara vermeden, her hafta yayına girerek sürdürdük. Açık Deniz noktalandıktan sonra Kanal A’da iki yıla yakın bir süre, bazen haftada kuşaklar arası üç veya dört yayınlık birkaç program (Büyük Komplolar, Tarih ve İrfan, Uyandırma Servisi, Geçmiş ve Gelecek) yaptık.

Kanal A serüveninden sonra TRT Avaz’da “Gök Kubbemiz” adlı programı iki buçuk sene kadar yürüttük. O süreçte, daha önce iki defa ameliyat olduğum hâlde bel fıtığı rahatsızlığım tekrar nüksetti ve bel kayması yaşadım. Bunun üzerine çok ağır bir ameliyat geçirdim; altı adet platin takıldı vesaire…

Bunlar üzerine yaklaşık beş ay sonunda ancak kendime gelebildim ve bu sebeple yayınlara ara verdik. İyileştim, programlara tekrar başladık fakat bu sefer de kalp ameliyatı geçirdim.

Bu ameliyatlar, rahatsızlıklar ve ekranda iş yapmanın zorluğu bir araya geldi. Biraz da yaş kemâle ermiş. Bu sebeplerle ekran hakikaten artık beni çekmiyor. Sinema ve televizyonun çok sâdık bir takipçisiydim ben, şimdi seyretmek bile yoruyor beni. Bu yüzden -büyük konuşmayayım ama- galiba televizyon işi yapmayacağım.

Bizim kültürel zenginliğimizi ortaya koyabilmemiz adına bu üretim krizi ortamında şahsiyet romanlarına yoğunlaşmamız gerekiyor. Hattâ yarı belgesel yarı drama filmleri çoğaltmamız gerekiyor. Genç kuşakları değerlerimizi aktarmanın en güzel yollarından biri bu…

“Konu edinmediğimiz şahsiyet kalmadı”

·       Açık Deniz’in tamamına yakınını takip eden izleyicilerinizdendik eşimle. Onunla dokunmadığınız doku kalmamıştı. Müthiş bir kültür belgeselciliği ortaya koymuştunuz ki TRT’de verdiğiniz eserlere rağmen on binlerce saati bulan bir programlar dizisiydi. Bundan sonrası adına yetiştirdiğiniz talebeler var mı? Kültür belgeselciliği Türkiye’de nasıl devam etmeli, tavsiyeleriniz nelerdir?

Estağfurullah! Çok güzel gençler var yetişen; onları yetiştiren birçok büyüğümüz var hem sinema, hem televizyon alanında. Hasbelkader biz de birkaç senaryo ve yönetmenlik kursu yaptık. Oralarda birkaç genç yetişti. Fakat çalışırken genellikle yalnız çalıştık, zira imkânsızlıklar bizi zorladı. Açık Deniz’i yaparken, İletişim Lisesi’nde okuyan Beyza isimli bir kızımız vardı, görünmeyen kahraman oydu aslında. Çok özverili ve çalışkan biri… Ama buna rağmen yalnızdık. TRT’de tabiî iç yapımlarda çalıştığımız için ekip vardı.

Açık Deniz, buyurduğunuz gibi, bizde özellikle “Turûk-u Âliye” denilen irfan yolundan, yani Hazreti Mûsâ’nın âsâsını vurduğunda fışkıran on iki pınardan, tarîk-i Muhammedîlerden, büyük velî azizleri, kurucu pîrlerinden (Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Rabbânî, Mevlâna Celâleddin, Şeyh-i Ekber, Niyâzi-i Mısrî, Yûnus Emre, Hacı Bayrâm-ı Sultan, Ebu’l-Hasan-ı Harakanî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Üftâde Sultan Hazretleri gibi) ele almadığımız ya da konu edinmediğimiz şahsiyet kalmadı.

Pek bilinmeyen veya duyulmayan çok kıymetli azizler var. Yüz binlerce el yazması eser duruyor hâlâ Süleymaniye Kütüphanesi başta olmak üzere birçok kütüphanemizde. Ankara’daki Millî Kütüphane’de bile inanılmaz eserler var. Çoğu açılmış durumda…

Ayrıca konu ve tema düzeyinde baktık bütün bu isimlere. Sadece geçmişte kalmayıp günümüze de geldik kültür adına. Edebiyat ve müzik programları yaptık. Meselâ Dede Efendi gibi bir şahsiyetle ilgili hiçbir şeyin yapılmadığını gördük. Bu alan çorak! Şu an program yapıyor olsaydım veya düşünseydim, özellikle “Türk mûsikîsi” denilen klâsik Türk müziği geleneğine eğilirdim. Bu gelenek büyük oranda Mevlevî müziği olduğu için, âsitânelerde üstadlar ve ârifler bunu yaşatıyorlar.

Kutbu’n-Nâyî Osman Dede, İsmail Dede Efendi, Ali Nutkî Dede, Hüseyin Fahreddin Dede, Zekâî Dede gibi şahsiyetlerin büyük oranı Mevlevî ki bu isimlerin açılması, bilinmesi lâzım. Sırf Dede Efendi için bir dönem program yapılabilir ki bu bile yetmez. Bir Âyin-i Şerîf’ini bir programda ele alamazsınız. Kaldı ki yedi Âyin-i Şerîf’i, yüzlerce eseri mevcut!

Bugüne intikal eden sanatçı sınırlı sayıda var. Ancak Dede’nin yetişme şartları ayrıca düşünülmeli. Bir hamamcının oğluyken, Tanpınar’ın ifadesiyle “bir inkırâzı nasıl bir zafere dönüştürmüştür”. Bunun hikâyesini anlamak ve anlatmak kolay değildir.

“Siyaset Meydanı programının televizyonculuk tarihimize büyük katkısı olmuştur”

Bir de tecrübe edinerek şunu fark ettim: Biz biraz anti-televizyon yaptık. Olağanda televizyon, uzun süre aynı ritimde konuşan insanları sevmez. Bu bir kural vazedilir. Gürültü patırtı, çatışma, entrika olmadan izleyicinin çekilemeyeceği düşünülür. Hâlbuki bizim konuklarımız, kürsülerinde veya tekkelerinde yahut da konferans kürsülerinde nasıl konuşuyorlarsa öyle konuştular. Hattâ kamerayı önemsemez hâle gelip görmüyorlardı neredeyse. Bu anlamda fakir, o programda cehâletini nasıl izale edeceğinin derdindeydi. Yani öğrenmek istiyorduk sadece. Belki inandırmak zor ama hakikaten bu niyetle yola çıktık, bu niyetle yaptık.

Konuk ettiğimiz hocayı dinliyordum sadece. Üç buçuk dört saat boyunca bir program yapıyorduk ve karşımıza tek konuk alıyorduk. Kısa birkaç ara veriyorduk, o kadar! Bu, anti-televizyon! 1970’li yıllarda bu denenmiş Batı’da. Televizyonun sevmediği işler yapmayı kararlaştırmışlar. Deneyimlerin yanında iletişim kuramları bile oluşmuş.

Bunun yanında, büyük konuları ve başlıkları ele almak gibi bir yöntem yerine “Şeytan ayrıntıda gizlidir” veya “Hakikat teferruatta saklıdır” düşüncesiyle detaya inmek ve ayrıntının kıymetini ortaya koymak, büyük hakikat fotoğrafını ilmek ilmek dokumak şeklinde bir programcılık anlayışıyla yapardım işimi şimdi yapsam! Meselâ on üç bölüm sadece Hamamîzâde İsmail Dede Efendi anlatsak örnekleri ve tüm ayrıntılarıyla…

Hatırlıyorum da, televizyonculuk tarihimize büyük katkısı olan bir format da Ali Kırca’nın yönettiği “Siyaset Meydanı” adlı program olmuştur. İnsanlar 6 saat boyunca karşılıklı konuşuyorlardı ve bu program muazzam derecede izleniyordu. Demek ki, televizyon kendi içinde kodlara sahip olsa da o kodlar kırılabiliyordu. Biz de bunda muvaffak olabildik.

Günümüzdeki FETÖ örneği farklı bir tecrübedir. FETÖ, bir bakıma Türkiye’deki derin üst yapının, Amerikan Gladyo’sunun ürettiği yedekte tuttuğu son kirli oyundur! 

“FETÖ, Amerikan Gladyo’sunun ürettiği ve yedekte tuttuğu son kirli oyundur!”

·       Konuya kültür programcılığı üzerinden başlamış olduk ama Kanal A’da siyaset zeminli programlara da imza attınız…

Evet, siyasete de değinen tarih programları yaptık…

Türkiye’de FETÖ sonrasında daha da belirginleşen bir fikir, dindarların ve hattâ âriflerin siyasetle ilgilenmelerini eleştiriyor ve sadece dinle alâkadar olmalarını istiyor. Bunu Muhammedî anlamda değerlendirdiğimizde karşımıza ne çıkıyor?

Efendimiz (sav) büyük bir siyasetçiydi. Bir diplomat, bir siyasetçi, bir savaşçıydı. Meseleye de bu tarafından bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun günümüze yansıyan en canlı örneği, Hacı Bayrâm-ı Velî tecrübesidir. Sultan İkinci Murad’ın şeyhi Hacı Bayrâm Sultan, derviş olmak isteyen hükümdara “Sultanların derviş olmaları uygun değildir, zira onlar kendi meşreplerini kayırırlar. Böyle olunca adaletten uzaklaşırlar. Senin sülûkun ise adaletledir” diyerek sürdürdüğü işine yönlendiriyor.

Gerçek bir ârifin siyâsî kültür pratiğine nasıl sağlam yön tayin edeceğini ve ilke düşüreceğini gösteriyor bu örnek bize. Çünkü her zeminde olduğu gibi bu alanın da sahteleri, af edersiniz kolpaları ve çakmaları vardır. Niyâzî-i Mısrî, “Her mürşîde el verme kim yolunu sarpa sardırır/ Mürşîd-i kâmil olanın gayet yolu a’sân imiş” diyor. Bunun yanında, “Gerçi her köşede ‘Şeyhim’ der çoktur/ Binde birinin de irfanı yoktur” diyor. Yani bu tarihte de olmuş. Meselâ Sultan Fatih döneminde tekkelerde ciddî bir çürüme olmuş. Bunun üzerine Sultan, Şemseddi-i Marmaravî Hazretleri’ni (Yiğitbaş Velî) çağırtmış -ki şehzâdeliği sırasında arkadaşı ve güvendiği bir ârif-. Bir heyet kurmuş ve İstanbul’da bulunan tekke, zâviye ve dergâhlardaki şeyh ve halîfeleri davet etmişler. O heyet, davetlileri bir imtihandan geçirmiş. Hayli cezalandırılan olmuş. Ehil olmayıp posta oturanlar var zira.

İrfan ile iktidar veya sufi ile iktidar ilişkisi, bizim düşünce tarihimizde de literatür geçmişi olan bir sorun. Gerilimli bir münasebete sahiptir. Çünkü bilgi, özü itibariyle güçtür, iktidardır. Sufi, kendine özgü bir kamusal alan üretiyor. Orası biraz daha az denetimli, yarı özgür, yarı özerk bir alan… Devletse her şeyi denetlemek ister. Ahmet Cevdet Paşa’nın Kurmay Başkanı olduğu Fırka-i Islâhiye niçin kurulmuştu? Vergi ve askerlikten kaçan Avşar boylarını hizaya getirmek için… Cevdet Paşa bu süreçte hayli yoruluyor ve bir nevi bir “Çözüm Süreci” yaşanıyor. Aylar süren görüşmeler yürütülüyor. Kan da dökülüyor maalesef.

Veya Şeyh Bedreddin Hazretleri’nin yaşadığı hazin tecrübe, bize yine sufi ile iktidar ilişkisinin ne kadar gerilimli olduğunu gösterir. Hazretin bir iktidar iddiası yok. Belki daha önce civarında bulunmuş birkaç kişinin yol açtığı bir problem var. Bu arada iki kardeş olan Mehmed Çelebi ile Mûsâ Çelebi’nin iktidar kavgası var. Ve Hazret, bu kavganın orta yerinde kalıyor. Kendisi, Mûsâ Çelebi’nin kazaskeri olduğu için, Mehmed Çelebi mücadeleyi kazanınca Mûsâ Çelebi safında yer tutan herkes gibi katlediliyor. Kültür Bakanlığı’nın da tıpkıbasımını yaptığı ve Mecelle’ye kadar referans getiren metin, Şeyh Bedreddin’e aittir ki kendisi, bir fakih, bir âlim, bir hukuk adamıdır. Aynı zamanda da bir sufidir, Hama’da intisap ettiği söylenir.

Günümüzdeki FETÖ örneği farklı bir tecrübedir. FETÖ, bir bakıma Türkiye’deki derin üst yapının, Amerikan Gladyo’sunun ürettiği ve yedekte tuttuğu son kirli oyundur! Bu gerçeklik çok fazla dillendirildiği için maalesef buharlaştı âdeta, ancak durum hakikaten dehşet vericidir! Türkiye’nin başına son yüz elli yılda örülmüş en karanlık çoraptır. Bundan hareketle Türkiye’deki “dinî sosyolojik cemaat veya tarikatların tasavvufî cereyanların, grupların, anlayışların
topyekûn suçlanması ve töhmet altında kalması” gibi bir sonuç üredi maalesef. Devlet bunun nispeten farkına vardı. Sivil odaklar da kısmen vardılar ama iş işten geçti.

“Bu toprakları yetmiş bin evliyâ döllemiştir”

Hâlbuki “sivil toplum” sıfatıyla Batılı anlamda da bakıldığında sosyolojik bir yapılanma alanı var. Geleneğin içinden okuduğumuzda ise Allah’ın bir ve tek olup tecellisinin sonsuz çeşitlenmesinin getirdiği bir televvünler, renklenmeler var. Bu noktada neredeyse tüm insanlar, nefesler ve nefisler adedince Allah’a giden yollar olabileceği gibi, yorumlar, içtihatlar, yönelimler ve tercihler de olabilir. Yol tektir, “Cadde-i Kübrây-ı Kur’âniyye” denilir bu yola, ancak bu yola ulayan kişisel tâlî yollar vardır. Bunların hepsi büyük caddeye kavuşmak üzere açılmışlardır. Bunları büyüklerimiz tasnif ve tedvin etmişler, on iki “Turûk-u Âliyye” ortaya çıkmış. Büyük irfan, hakikat ve ille de Kur’ân yoludur, Muhammedî yoldur bu yol. Bunların dünyada müntesipleri var, Türkiye’de de var. Bunlar hayatlarını, mallarını, canlarını, anlayışlarını, nefislerini, evlâtlarını “memlekete hayırlı olmaları için” tasadduk ediyorlar. Modernleşmenin açtığı kaostan oraya sığınıp orayı güvenli liman olarak görüyorlar.

Kamusal alan düzenlenirken, objektif kriterlere dayalı yaklaşımlar makul görülebilir. Kamu düzenini tehdit ediyorsa bu yapılmalıdır da… İktidarı veya iktidardan bir talep ediyorsa, istismar ediyorsa kesinlikle yapılmalıdır. Zira dinin istismarı ağır suçtur, bizzat Kur’ân bunu dile getirir. Dolayısıyla bu hassasiyetin büyük dikkat içinde gösterilmesi gerekir. Toplum da, devlet de buna çok dikkat etmelidir. Devletin buna karşı mücadele ederken caddeye dozer sokmak yerine kılcal damarlar arasında ince eleyip sık dokuması önemlidir. Elbette kirli oyunlara bilerek, kasten ve hâlen içinde bulunarak karışmış olan insanların cezalandırılmaları lâzımdır. Çünkü onların büyük suçta hisseleri vardır. Bu yapılırken mâsumların da ayıklanmaları gerekir.

Bundan hareketle, genelle yaparak bütün dindarları suçlamak büyük bir cinayettir. Bu ülkenin hamurunda, mayasında bu vardır. Fethi Gemuhluoğlu, “Bu toprakları yetmiş bin evliyâ döllemiştir” der.

Ben başlangıçta, kanalın isminin ısrarla “TRT Kurdî” olmasını talep ettim. Teknik olarak da doğrusu oydu ki bu hatâdan geçtiğimiz yıl dönüldü ve kanalın ismi “TRT Kurdî” oldu. Ancak nedense o dönemin yönetimi TRT 6 (Şeş) olmasında karar kılmıştı. 

“TRT Şeş ismi, doğrusu bizim elimizi çok zayıflatmıştı”

·       Buradan yine televizyonculukla söyleşimize devam edelim istiyorum, ancak TRT Kurdî ile… TRT 6 (Şeş) ismiyle kurulan kanalda büyük emeğinizin olduğunu biliyoruz. Hikâyesini paylaşmak ister misiniz bizimle?

Estağfurullah, elbette… Benim için ilginç bir deneyim olmuştur. Kanalın açılmasını Devletimiz istemiştir. Millî Güvenlik Kurulu’nda alınan bir kararla Devlet, kamu yayın kuruluşu olan TRT’nin Kürtçe yayın yapmasını talep etmiştir. Çünkü terör örgütünün ve dahi başka örgütlerin, Kürt kardeşlerimizin de zihnini bulandıran ve zehirleyen birtakım iletişim kanalları vardı. Bunlara karşı alınan rasyonel bir önlem olması düşünüldü sanırım. O dönem bir de “Çözüm Süreci” başlığıyla bir yol izleniyordu.

Kimliğin birincil belirleyen unsuru dil olduğu için Kürt dilinin meşru olarak tanınması ve o dille konuşan insanlarla Devlet arasındaki engellerin kaldırılmasına yönelik çalışmalar düşünülüyordu. Bunun bence en işlevsel ve en sembolik olanlarından biri, TRT’nin Kürtçe yayın yapmasıydı. O zamanki TRT yönetimine bu işi bize havâle etmeleri yönünde ısrar edilmiş. Biz de dostlarımızla beraber bu işi yürüttük.

Ben başlangıçta, kanalın isminin ısrarla “TRT Kurdî” olmasını talep ettim. Teknik olarak da doğrusu oydu ki bu hatâdan geçtiğimiz yıl dönüldü ve kanalın ismi “TRT Kurdî” oldu. Ancak nedense o dönemin yönetimi TRT 6 (Şeş) olmasında karar kılmıştı. “Dört kanal var, beşincisi olsun”, “Beş kanal var, altıncısı olsun” şeklinde bir yorumları vardı ve bunun üzerine “TRT Şeş” denilmişti. Söz konusu isim, doğrusu bizim elimizi çok zayıflatmıştı. Yapılan işin bir kısmını mundar etti tabiri câizse! Yanlıştı, hiç akıllıca değildi.

O süreçte terör örgütü, görüştüğümüz sanatkârları tehdit ediyordu. Sanatçılar TRT’de bulunup program yapmayı çok istiyorlardı. Mollalar, sanatkârlar, dengbejler, bilhassa ünlü sanatçılar çok istiyorlardı. Meselâ Şivan (Perwer) ile görüşmeler yaptık birkaç defa. Sinan İlhan Ağabeyimiz, sağ olsun, büyük emekler verdi, Dışişleri’nden gelmişti.

Yayın için çok kısa, bir buçuk iki ay gibi bir süre kalmıştı. Bu süreçte Koray Demir’in katkılarını anmalıyım, sağ olsun, o olmasaydı belki de yayını yapamayacaktık. Hele ilk açılış gecesinde üstlendikleri yapım unutulmaz. Ayrıca dört beş günlük haftalık yayınlar ürettiler kanal için.

Muhsin Bey’in 1992 yılında, “Devlet Kürtçe yayın yaparak Kürt kardeşlerimizi bu örgütün zulmünden korumalı ve toplumun sağlığı için yayınlar yapmalı” şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Bu döneme göre çok önce gösterilmiş bir öngörü…

“Nerede bir güzellik varsa, Muhsin Başkan oradaydı”

Şivan Perwer’in yanı sıra Civan Haco ile de görüşülmüştü. O da gelmek istiyordu fakat engeller çıktı. Şivan biraz bekleyip görmek istemişti. Bunlar yıllarca dövülmüş isimler olduklarından, bir anda intikal edemediler konuya. Örgüt de şiddetli tehdit ediyordu. Bu süreçte biz, test yayınında kısa söyleşiler göstermeye başladık. Türkiye’deki sosyalist, solcu, sağcı, demokrat, milliyetçi, İslâmcı, birbirinden farklı yelpazede duran kanaat önderi, yazar ve sanatçılarla yapılmıştı bu söyleşiler. Bu söyleşilerin arasında Murat Belge de vardı, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu Başkan da vardı.

Muhsin Bey’in 1992 yılında, “Devlet Kürtçe yayın yaparak Kürt kardeşlerimizi bu örgütün zulmünden korumalı ve toplumun sağlığı için yayınlar yapmalı” şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Bu döneme göre çok önce gösterilmiş bir öngörü… Muhsin Bey’in ne kadar demokrat, özgürlükçü ve halkına karşı ne kadar samimî olduğunu da gösteren bir belgedir bu. Onunla yaptığımız ve yayınladığımız söyleşi, en uzun söyleşi idi. O söyleşiyi neredeyse bir ay boyunca sürekli yayınladık hiçbir bölümünü kesmeden.

Daha sonra rahmetli ile daha yakın görüşmeye başladık. Süreçte çok değerli katkıları oldu bize, çok kıymetli yardımlarını gördük. “Başınız sıkıştığında mutlaka beni arayın” diyordu sürekli. Memleketin hayrı için yapılan her çalışmayı destekliyordu zaten. Nerede bir güzellik varsa, Muhsin Başkan oradaydı…

Hatırlarsınız, bir dönem Türk Dil Kurumu, Türk dilinin yalınlaşması ve seküler hâle gelmesi için fazlasıyla müdahalede bulundu, Türkçeyi âdeta fakirleştirdi. Nispeten katkısı da olsa da neticesi bu oldu. Meğer bu, Kürtçede de yapılmış. Aşırı biçimde Kürtçe dünyevileştirilmiş ve sekülerleştirilmiş. Bir ucube, güya modern, halkın anlamadığı bir Kürtçe kullanılmaya başlanmış Kürt aydınları tarafından. Biz, işte bu Kürtçeyi veri olarak almadık! Biz, deyim yerindeyse Mem u Zin’in dilini veri aldık. “İstanbul Türkçesi” der gibi bir tarifle, “Cizre Kürtçesini” esas aldık. Kısmen ona Silvan Kürtçesi de yakındır.

Kürtlerin geleneksel mûsikîlerinin temel aktörleri hâlen yaşıyor ve “dengbej” deniliyor onlara. Çokça dengbej programları yaptık. Ayrıca Kürt halkının karar ekseriyeti ile dindar bir halk olması sebebiyle dinî programlara ağırlık verdik. Bir Yeşilçam filmindeki aktörlerin Kürtçe seslendirilmesi ilk anda absürt görünüyordu ama reytinglere bakarak ilgiyle izlendiklerine hayretle şahit olduk. Bu gelişmeler üzerine örgüt daha fazla tepkisini göstermeye başlamıştı, tehditlerini arttırdı, ölüm listeleri hazırladı. Buna rağmen şu anki TRT kanalları içerisinde en başarılı üç kanaldan biri olarak TRT Kurdî’yi görüyorum. 


“Bu oyunun tadı kaçtı!”

·       Şehircilik ve şehir imarı bağlamında dilimizden düşürmediğimiz bir “medeniyet” iddiamız var. Bu çerçevede Ankara veya başka bir il-ilçe bazında deneyimleriniz oldu mu?

Hacı Bayrâm Sultan, Ankara’nın manevî çekim kutbudur. Her şehrin bir ruhu var, bu ruhu teşekkül ettiren şahsiyetler, ârifler de var. Ankara’dan Hacı Bayrâm’ı çekip aldığınızda, Ankara ruhsuz kalır.

Kıymetli Abdülkerim Erdoğan, “Ankara Evliyaları” adlı bir çalışma yaptı ki bu anlamda yaklaşık 800 civarında tespit ettiği isim bulunuyor. Sahabe Efendilerimizden de yine Ankara’da bulunmuşlar var. Bu toprakların tüm zemini irfan ve aşkla yoğurulmuş ve mayalanmış.

Ankara gibi, Malatya Arapgir’de de tarihî Arapgir’in ortaya çıkarılmasına dönük bir kentsel dönüşüm, bir rekreasyon projesi sürdürülüyor. Merkezden desteklenen bu projede Tanıtma Ofisi ve Doğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın emeği çoktur. Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu’nun çalışmaları takdire şâyân. Başkan, Anadolu’na irfanına müştak ve yetkin biri ayrıca.

Türklerin ve Arapların Anadolu’ya girdiği ilk noktalardan bir tanesidir Arapgir. Yüzlerce insana burs sağlayarak imkân sağlamış -ki bu fakir de elinde yetişmiştir Türk Petrol Vakfı’ndan burslu olarak-, himmet etmiş, yeni ve modern Türkiye’mize katkı sağlayacak fikriyat aşıladığı yüzlerce genç yetiştirmiş, bir anlamda Somuncu Babamız Fethi Gemuhluoğlu Arapgirlidir. Karabaşı Velî Hazretleri Arapgirlidir, onun şu an sadece duvar kalıntıları bulunan tekkesi ve mescidi şu an tıpkı tasarımıyla yeninden inşâ ediliyor.

Arapgir’de tarihî medreseler, hanlar, hamamlar yeniden yapılacaklar. Ayrıca konaklar restore ediliyorlar. O konakların her biri, açık birer üniversite gibi işlev görecekler. Her birine birer isim verilerek “Karabaşı Velî Konağı” veya “Fethi Gemuhluoğlu Konağı” gibi isimlerle büyükler yâd edilecek. Modern dönemde Osmanlı’ya çok sadrazam, serasker ve sair insan yetiştirmiş Arapgir, onların isimlerinin yaşatılacağı bu konaklarda meselâ kaymakamların hizmet içi seminerlerinin, atama öncesi kurslarının yapılması teklif edilecek. Meselâ -bir dönem Konya’da yapılıyordu- uluslararası mistik müzik festivali gibi organizasyonlar burada yapılacak. Grammy Ödülü sahibi, Türkiye’den Hindistan’dan, İran’dan, Kanada’dan ve daha birçok ülkeden sanatçılar bu festivallerde ağırlanacak.

Ayrıca, diyelim ki Sadettin Ökten, Mehmet Genç, Mustafa Kara gibi üstatlarımız ve hocalarımız davet edilecek, orada bir hafta ağırlanacak gruplara ders yapılacak. Meselâ Türk müziğini öğretmek, yeni Dede Efendiler yetiştirmek amacıyla yoğun eğitim programları organize edilecek.

Buraya kadar anlattığımız, bir model çalışması aslında. Diyelim ki, Bitlis veya Muş’ta yoğun bir programla bir müzik eğitimi düşünsek üç veya altı aylık, okullardan ve sokaktan gençlerin iştirak edebileceği bir plân işletsek, o zaman karşımıza yeni bir hikâye çıkabilir.

“Sadece altyapı çalışması yapıp sosyal belediyecilik göstermekle olmaz”

Dede Efendi’nin nasıl yetiştiğini hatırlayalım: Bir hamamcının oğludur. Babası, Şehzadebaşı’nda hamam işletmektedir. Bir Osmanlı paşasının kîsedârı (muhasebecisi) iken paşayla anlaşamayınca küçük bir hamam satın alıp işletmeye başlamıştır. Dede Efendi, “Uncuzâde” denilen bir zâtın mahalle mektebinde ilk müzik derslerini ondan almaya başlamıştır. Çocuk yaştaki talebesinde var olan yeteneği keşfeden Uncuzâde, biraz daha yetiştirdikten sonra daha iyi bir eğitim alması gerektiğini düşünerek onu Yenikapı Mevlevîhânesi’ne götürmüş ve Şeyh Galib’in de şeyhi olan Nutkî Ali Efendi’ye teslim etmiştir. Nutkî Ali Dede, 22 yaşında “Dede Efendi” nâmına eriştirmiştir. Bu süreç yaklaşık beş yılı almıştır. Emînim, üç ayda da yapardı, zira onlar birer simyacı! Nazar ve kelâm ile mayalanır insan.

Eğitimden geçtikten sonra Nutkî Ali Dede, Dede Efendi’ye, mûsikînin kendisi için Allah’ın bir lütfu olduğunu, kendisinin çok büyük gelişmeler kaydedeceğini ve ileri makamlara erişeceğini ümit ettiğini ifade eder. Dede Efendi’nin bundan da sonra aldığı eğitimi gördüğümüzde, onun şu tanımıyla karşılaşırız: “Fenn-i mûsikî, ahlâk-ı beşeri tasfiye eden bir ilm-i şerîftir.” (Müzik, beşeri ahlâk açısından olgunlaştıran ve arındıran, Allah’ın şerefli kıldığı bir ilimdir.)

Dede Efendi için -hâddim değil- “Türk müziğinin doruğu” diyebiliriz. Elbette Buhûrizâde Itrî gibi birçok kıymetli sanatçı yetişmiştir, ekserî kavle göre Dede Efendi zirvedir. Öyle ki Tanpınar, “Bir inkırâzı tek başına zafere dönüştürdü” der onun hakkında. Zira Osmanlı çözülüyor, yıkılıyor, bu iki süreçte de tek başına, yaptığı eserler ve elde ettiği başarının verdiği ümitle bir hezimeti zafere dönüştürüyor.

Yine onun bir cümlesi, Batılılaşma eksenli modernleşme maceramızın düğümünü ifade eder. İkinci Mahmud döneminde -yaklaşık 80 yaşlarında- Türk müziği neredeyse hiç icrâ edilmezken sarayda, valsler ve operalar dinlenirken, bu hazin manzaraya bakarak hacca gitmeye karar verir ki bu karardan evvel sarf ettiği bu cümleyi Tanpınar şöyle aktarır: “Bu oyunun tadı kaçtı!”

Konfiçyüs, “Bir toplumun hâlini merak ediyorsanız müziğine bakınız” der. Müziğimize baktığımızda, toplumun kalbinde yatan derin düzensizliği görebiliyoruz. Ve daha da ilginci de şu: Uluorta bir şey yemez, midemize göndereceğimiz yemeğe, içeceğe dikkat ederiz, değil mi? Yazın karpuz alırken dahi titizleniriz. Ama bunu meselâ müzik dinlerken yapmıyoruz. Kendi alanında oldukça yetkin olan biri, çok kötü müzikler dinleyebiliyor ve onu iyi zannediyor. Burada temel ölçütlerin bozulduğunu görüyoruz. Bir krizdir bu!

Peygamber Efendimiz, “İnsanlara algıları nispetinde söz söyleyin” buyurmuşlar, bu yüzden ayara inilerek konuşmalı insanla. Gözü ve gönlü açık değilse nasıl inebilir ki ayara, nasıl nüfûz edebilir, nasıl fıtrat okuyabilir? 

Bu krizi kendi tarihimizde en iyi keşfeden düşünürlerin başında Tanpınar gelir. Öyle ki, “Beş Şehir”in “İstanbul” bölümünde, Dede Efendi ile Türk müziğini öyle anlatıyor ki o krizi çok iyi fark ettiğini görüyoruz. İşin doğrusunu bildiğini ve zevk ettiğini de görüyoruz. Yahut Ebu Bekir Ağa’nın bir murabbâsından hareketle, romanına “Mahur Beste” ismini veriyor. Beş Şehir’de toplumu müzik üzerinden okuyor. Bunu edebiyat ve tarih kritikçilerinin, düşünürlerimizin birçoğu idrak etmiş değil maalesef!

Problemin bu anlamdaki ilk ayağını, yeni bir Dede Efendi’nin nasıl yetişeceği oluşturuyor. Bir belediyeyi yöneten insanların böyle bir sorunu olmalı. Sadece altyapı çalışması yapıp sosyal belediyecilik göstermekle olmaz. Hiç şüphesiz ki bunlar güzel hizmetler, ancak yeterli değil. “Kültürel belediyecilik dönemine girdik” diyerek de olmaz, yapmak lâzım. Bunu yapacak insanların da değer anemisine uğramamış olmaları gerekir.

Bugün dinî müzik alanına baktığımızda kaosu daha derin görürüz. En son gerçek bir ezanı rahmetli Kâni Karaca’nın sesinden dinledik. Bir iki istisna dışında Türkiye’de doğru ve güzel bir ezan okunmuyor. Kur’ân da doğru okunmuyor. Hattâ talihsiz bazı tartışmalara bile rastlıyoruz, Enderun teravihlerine lâf ediliyor. Dede Efendi’ye söz ediyorlar.

“Fethi Ağabey’in de sıfır noktasından aldığı insanlar vardır”

·       Bu anlamda İmam Âsım çizgisinden kopulduğuna dair tespitler var…

Elbette! Muzaffer Ocak Hazretleri, “Allah’ın varlık ve yüceliğine delil mi arıyorsun? İşte Kâni Karaca!” der. Âmâ birinin onlarca âyin-i şerîf, yüzlerce ilâhi ve daha bir o kadar takım, semai, beste ve makam bilgisini bir dağ gibi üzerinde taşıması kolay mıdır? Kur’ân’ı melodi ve ezgilerine dikkat ederek okumayı ayıplayanlar saçmalarlar. Kur’ân muhtevasıyla, sözüyle, sesiyle, grameriyle ve dahi her şeyiyle mucizedir, öyleyse bu mucize en mükemmel şekilde okunmalıdır. Bunun nasıl sağlanacağını düşünmeliyiz. Bu konuda sivil toplumun ciddî mânâdaki talep ve potansiyelini değerlendirecek olan, evvelâ belediyedir. Ben bir ilçeden dahi birçok Dede Efendi’nin çıkacağını düşünüyorum.

Şu an Ankara Gölbaşı’ndaki kaportacılarda çalışan Dede Efendiler olduğunu inanıyorum. Bunlar Uncuzâdelerinin, Ali Nutkî Dedelerinin kendilerini bulmalarını bekliyorlar. Kaportacılığı küçümsediğim için değil, lâyık olanın mesleğini bulması için söylüyorum.

“Sayad-ı şikâr” derlerdi, yetenek avcılığı olarak nitelenirdi. Bu padişahların, akıllı vezirlerin, âriflerin vasfıdır. Onlar gözünden tanırlar potansiyeli. Peygamber Efendimiz, “İnsanlara algıları nispetinde söz söyleyin” buyurmuşlar, bu yüzden ayara inilerek konuşmalı insanla. Gözü ve gönlü açık değilse nasıl inebilir ki ayara, nasıl nüfûz edebilir, nasıl fıtrat okuyabilir?


Rahmetli Fethi Ağabey (Gemuhluoğlu) öyleydi, karşısına gelen bir çocuğa, tanışmasının ikinci dakikasında “Sen sigortacı olacaksın” diyebilirdi. Ve şâhidim, öyle yönlendirmişti ki, o çocuk, sekiz sene sonra Türkiye’nin en büyük sigorta şirketinin genel müdürü olmuş, hattâ Cumhurbaşkanlığı’nın isteği üzerine Azerbaycan’daki sigortacılık sistemini kurmuştur. O isim, Alaattin Büyükkaya’dır… Büyükkaya bu durumu şöyle anlatır: “O zamana kadar ilk kez duymuştum ‘sigorta’ kelimesini…” Genel Müdürlük vazifesine daha 27 yaşındayken lâyık görülmüştür.

Fethi Bey’in tezgâhından böylesi yüzlerce insan geçmiştir. AK Parti’nin kurduğu ilk kabinenin yarısı Fethi Ağabey’den bursluydu. Bu yüzden hâlâ çalışan bir tarafı var Fethi Ağabey’in. Somuncu Baba, Bursa sokaklarında “Müminler! Somunlar! Müminler! Somunlar!” diye dolaşırken herkese ekmek vermez, verdiğine himmet ederdi. Somun, bir imgedir. Bunun gibi, Fethi Ağabey’in de sıfır noktasından aldığı insanlar vardır. Kimlik ayırt etmezdi.

Ebu’l-Hasan-ı Harakânî Sultan, Kars’ın Fethi’nden önce bu şehre geliyor ve dergâhını açtıktan sonra dervişlerini çağırıp şöyle diyor: “Buraya gelene ekmeğini ve suyunu verin, sakın dinini ve inancını sormayın! Allah’ın can bağışlamaya değer bulduğu her varlık, bizim soframızda rızıklanmalıdır. Türkistan’dan Şam’a kimin ayağına bir diken batsa, benim ciğerime saplanmıştır. Türkistan’dan Şam’a kimin gönlüne bir hüzün inse, o benim kalbimin hüznüdür.”

Bu adanmışlığı yüceltmek, bizim geleneğimizde var. Meselâ ciddî bir problem olarak gördüğümüz kültürel hayattaki kaos -ki devlet buna çok müdahale etmemelidir, edemez de-, sivil alanın problemidir. Kültür, özgürce yeşermeli ve gürbüzleşmelidir. Ancak fukara bir çocuğun film çekme arzusuna destek çıkmak başkadır. Bir zekâyı keşfetmek mümkün, ancak ona büyük sermayeler aktarıp desteklemek mümkün olmuyor. Rahmetli Uluçay ne çileler çekti de “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmiyle yeteneği fark edildi, ancak vefat etti. Geç kalındı!

Bu durakta belediyelerin ciddî çözümlere odaklanmaları gereklidir. Düzeysiz müzikleri destekleyip popülerlik adına saçma sapan içeriklerle dolu festivalleri bir tarafa bırakıp, yeteneklerin yeşerip gürbüzleşmesine imkân hazırlayarak hizmet etmeliler. İktidar hizmetkârlık, zemin hazırlamaktır. Pek kıymetli bir büyüğümüz, ben daha üniversite öğrencisiyken, “Bizim vazifemiz, sizin gibi insanların yetişmesi için gübrelik ödevi görmektir” demişti. Hâlâ ezilir, duygulanırım bu sözle. Bu noktada, bugün dünyada en çok ziyaret edilen tarihî mekân Mevlâna Dergâhı ise, bu düzeyin yakalanmasının mimarı olan Mehmet Muhlis Koner’i ve Konya’da işlettiği programı tüm yöneticilerin öğrenmesi lâzımdır.

Daha binlerce çözümlenmesi gereken el yazması eserin bizi beklediğini düşününce daha çok işimizin olduğunu görüyorum.

“Katışıksız bir mümin, böyle berbat müzikler dinleyebilir, onlardan zevk alabilir mi?”

·       Doğrusu öyle kaptırdım ki kendimi, nasıl bir iklimde yüzdüğümü tarif edemem… Doğrusu anlattıklarınızı teker teker düşününce genel bir yorgunluk ve genel bir gerginlikten dem vuruyoruz. Hâlbuki sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur. Akılla yürütmek yerine gerilim yolunu tercih ettik. Şehirlerimizi altyapı ve sosyal belediyecilik ile süslerken maalesef ruhsuz da bıraktık. Meselâ müzik ruhun gıdasıydı ama biz müziği de GDO’lu alır olduk…

“Birleşik Kaplar Teorisi” adında bir tespit vardır. Bu, böyle bir durumun izahıdır. Mimarimiz çok iyi ama müziğimiz çok kötüyse, burada bir sorun vardır. Değişken ve sabite problemlerimiz var. Türkiye İslâm coğrafyasında büyüyor ve sesine kulak verilir hâle geliyorken bu ülkede Müslümanlar hâlâ kötü müzikler dinliyorlarsa burada bir sorun vardır. Toplum edebiyatta çok iyiyken mimaride çok kötüyse, burada da bir sorun var demektir. Bu yüzden şu türden yalın sorular sormalı ve çözümler bulmalıyız: “Yeni Dede Efendilerin nasıl yetiştirileceğini düşünen -ilçeler dâhil- kaç başkan, merkezde kaç bürokrat/yetkin var?”

Müzik lüks bir kategori gibi algılanır. Asla böyle bir şey yok! Dede Efendi’nin dediği gibi, “ahlâk-ı beşeri tasfiye eden ilm-i şeriftir” mûsikî. Ahlâk-ı beşeri arındırmazsak, hangi altyapıyı yaparsak yapalım, aynı gerilimi yaşarız. Böyle düşünülüyorsa, dinî algıda da bir problem var demek ki… Katışıksız bir mümin, böyle berbat müzikler dinleyebilir, onlardan zevk alabilir mi? Mümkün değil! Müziğimiz neyse, diğer alanlarda da öyleyiz.


“Böyle demeseydin seninle evlenmezdim!”

·       Bu konunun en dertlilerinden biri de sanırım Tevfik İleri idi…

Evet, çok nâdîde bir şahsiyet!

·        “Tevfik İleri” deyince bir başlık açmış olduk sanırım…

Bizim ortanca oğlumuz Muhammed İkbal, Tevfik İleri Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nde okudu. Hep imrenirdim evde bir imamın olmasına ama biz biraz sıkıntı çektik. Bu mânâda imam-hatip okullarının kurucusu merhum Tevfik İleri’nin murâdı sanırım bu değildi. Celâleddin Ökten Üstâdımız ile birlikte “İslâm Kolejleri” şeklinde tasarlamışlardı. Robert Kolej ne ise, ondan da iyisini düşünmüşlerdi. Hattâ bir notunda, “Bir nevi İslâm Enstitüsü olarak düşünmeliyiz” diyor.

Kanunla medreseleri, zâviyeleri, tekkeleri ve türbeleri dahi sırladılar, sonrasında Tevhîd-i Tedrîsat yaptılar. Peki, dinî eğitimi kim verecekti? Bir daire oluşturuldu ve önlem olarak imam-hatip kursları açıldı. Bu kurslar bir ara hayli çoğalmış. Sonra bunların tamamı kapatılmış. İmam ve müezzin yetişmez olmuş. Neredeyse cenaze namazı kıldıracak imamın bulunmaması romanlara konu olmuş.

1950-1951 arasında, Demokrat Parti Ezân-ı Muhammedî’yi özgün diliyle okutturmaya başladıktan sonra yedi tane imam-hatip mektebi açmış. Tevfik İleri, o dönem Maarif Vekili…

“İmam-hatipleri açan Bakanımız” olarak bilinir ama Tevfik İleri, bunun yanında Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Erzurum Üniversitesi’ni açan Bakanımızdır. Yedi de baraj yapmıştır. Zaten 1950-1960 arasında üç bakanlık yapmıştır. Aslen Hemşinli olan İleri, 1950 yılı öncesinde mühendislik yapmıştır. 49 yıl yaşamıştır. 31 Aralık 1961 yılında vefat etmiştir.

Zorluklar içinde okumuş biridir. 1911 doğumlu olduğu için İmparatorluğun yıkılışına şahit olarak kıtlığı görmüştür. Fukaralık dönemini idrak etmiş olarak ilkokulda aile bütçesine katkıda bulunmak için sigara kâğıdı satmış biridir. Ortaokulda, mühendis ihtiyacı üzerine doğrudan İstanbul Teknik Üniversitesi’ne geçmiştir bir sınavla. Millî Türk Talebe Birliği’nin okul başkanlığını ve Genel Başkanlığını yürütmüştür.

Mühendis olarak ilk tayin yeri olarak ısrarla Erzurum’u istemiştir. Orada bir evlâdını soğuktan kaybetmiştir. Çanakkale’de yine bir evlâdını kurban vermiştir.

Hayatı boyunca günlük ve mektup yazmıştır. Bunu hiç ihmâl etmemiş. Bir şiir defteri tutarak sevdiği şiirleri not etmiştir. Edebiyat, tarih, felsefe, sosyoloji, tasavvuf, hikâye, tiyatro ve irfan alanlarının her birinden eserler okumuş biridir. Muazzam bir okur ve iyi bir kütüphaneye sahip... Bazı kitaplara, “Hayâlimdeki kütüphaneye” şeklinde bir not düşmüştür. İslâm ülkelerinin teknik bilgi ihtiyacını karşılamak için bir üniversite düşünüyor ve ODTÜ’yü açıyor. 1957’de okulun temel atma törenine ait fotoğraflardaki heyecanını görmelisiniz, müthiş bir basiret!

Çanakkale’deki ilk Şehitleri Anma faaliyetini gerçekleştirmiştir. Açılan kabirlerin defni ve ilk âbidenin dikilişi hususiyetiyle de ilklere imza atmış bir isimdir Tevfik İleri. Samsun’da Bayındırlık İl Müdürlüğü ve Karayolları Bölge Müdürlüğü yaptığı sırada dairesine evinden masa, sandalye ve kilim götürerek odasını tefriş etmiştir. El atmadığı bölge, hizmet götürmediği alan kalmadığı gibi sürekli dolaşarak gözlem yapıyor.

Hayatta olan üçüncü çocuğu Cahide Abla (Allah uzun ömürler versin, Ankara’da yaşıyor) çocukken, Tevfik İleri yine bir köye gitmiş. O sırada Cahide Abla ateşlenmiş, sabahı zor etmişler. Ârife bir hanım olan eşi Vasfiye Hanım’ın saçı, o gece bir tutam beyazlamış. Berrin Menderes Hanım bunu gördüğünde boya sanınca, Vasfiye Hanım “Cahide’min yâdigârıdır” demiş.

Vasfiye Hanım ile nişanlıyken, “Vasfiye, birbirimize âşığız! Birbirimizi ebedî bir muhabbetle seviyoruz. Çok mes’ûd olacağız. Ancak tek şartım var, önce vatanımızı ve milletimizi seveceğiz, sonra birbirimizi seveceğiz! Vatanımıza ve milletimize duyduğumuz aşk, birbirimize duyduğumuz aşka mukaddem olmalı” diyerek evliliğinin temelini atmış Tevfik İleri’ye Vasfiye Hanım’ın cevabı şu olmuştur: “Böyle demeseydin seninle evlenmezdim!”

Bu adam, ihanet-i vataniye suçuyla yargılandı! Yaşadığı 49 yılın 10 yılı Bakanlık, Başbakan Yardımcılığı ve Meclis Başkanlığı yapmış, 12 sene mühendislikle iştigal etmiş ve ailesi kirada yaşayan biri olarak hem de… Yassıada Tahkikat Birimi’nin düzenliği rapora göre üzerinde 3 bin liralık bir kayıt çıkmış. O da Sümerbank’tan aldıkları halının kalan taksit borcu! Ev yok, araba yok! Şu an İŞ-KUR binası olarak kullanılan Abdi İpekçi Parkı’ndaki binada (Çelik Apartmanı), bir Bakan olmasına rağmen kirada oturmuştu.

Tevfik Bey Yassıada’da yatarken, öyle zarif ve titiz biri ki, eşine daima güzel elbiseler alıp iltifat eden ve asla sesini dahi yükseltmeyen biri olduğu için, bu esnada kansere yakalanıp eziyet çekmesine rağmen, bir mecmuada yayınlanan elbisesini çok beğenmiş, onu kendisi çizip zenginleştirerek eşine gönderir mektupla. Mektupta şu satırlara yer verir: “Vasfiye’m! * renk ve * cins kumaşla bu modelin sana pek yakışacağını ümit ediyorum. Bunu lütfen diktir ve giy!”

Bu denli nâdîde ve ince, eşiyle birlikte kitap okuyan, siyaset ve bürokrasi tarihimizin belki de son yüz elli iki yüz yılında gelmiş Tevfik İleri gibi bir şahsiyet nadirdir! Ve vefat süreci düşünüldüğünde şehit olmuştur aslında…

Hattâ eşine, “Biliyor musun, hayatta en büyük idealim, tabutumun bayrağa sarılmasıdır. Ama bu şehitlere mahsus bir durum, acaba Cenâb-ı Hakk bana şehadet nasip eder mi?” diyen İleri’nin naaşını, cenazesi sırasında bir anda âdeta bir dalga gibi oraya gelen gençler, polisin engeline rağmen ellerinde getirdikleri büyükçe bayrağa sararak götürmüşlerdir.

Ardında, vefatından 10 gün öncesine kadar tutulmuş olan günlükler ve mektuplar bırakmıştır. Sadece…  

Eşi Vasfiye Anne ile görüşmek nasip oldu. Saçındaki bir tutam beyazlığı “Istırâbını başında beyaz bir taç gibi taşıyan sevgilim” diye tanımlayan Tevfik İleri’nin Kafka’dan, Goethe’den daha ileri bir aşka sahip olduğunu gördüm. Bizim hiçbir büyük yazarımız dahi Tevfik İleri gibi mektup yazamamıştır.


“Tevfik Bey’in ve ailesinin Allah’a verdiği akdin hikâyesini bu kitapla kaydettik”

·       TRT’nin “Vefa Apartmanı” projesi sürüyor sanırım Tevfik İleri’ye dair…

Evet, “Vefa Apartmanı” isimli bir kitap kaleme almıştık. TRT bir sinema filmi olarak çektirecek. Şu an senaryosu çalışılıyor. Biz de katkı sağlıyoruz.

Vefa Apartmanı’nın ilginç bir öyküsü vardır. Kocatepe Camii’nin hemen çarprazında, Olgunlar Sokak 38 numaradaki binada oturuyorlardı. Tevfik Bey şehit olunca herkes ailenin varlığından çekiniyor, iş vermez oluyor. Bu yüzden kirayı ödeyemeyince bu binadan çıkıyorlar. Daha sonra o bina yıkılıyor ve yeni bir bina yapmak üzere satılıyor. Ailenin durumundan haberdar olanlar, yeni bina yapılınca aileyi buraya davet ediyorlar ve aile, oturacakları daire için senet imzalıyor, sonunda borçlarını ödeyerek o dairenin sahibi oluyor. Oturdukları bu binanın adıdır “Vefa Apartmanı”… Biz de vefanın hikâyesini, Tevfik Bey’in ve ailesinin Allah’a verdiği akdin hikâyesini bu kitapla kaydettik.

Bizim kültürel zenginliğimizi ortaya koyabilmemiz adına bu üretim krizi ortamında şahsiyet romanlarına yoğunlaşmamız gerekiyor. Hattâ yarı belgesel yarı drama filmleri çoğaltmamız gerekiyor. Genç kuşakları değerlerimizi aktarmanın en güzel yollarından biri bu…

·       Bizi misafir ettiniz, muazzam bir sohbete daldırdınız, yorduk fazlasıyla… Çok teşekkür ediyorum…

Ben teşekkür ediyorum, yayıncılıkta kolaylıklar diliyorum…