
ÖMÜR, iki hece arası
nefesle örülen bir köprü misali; “kıldan
ince, kılıçtan keskin” bir yolu süratle geçebilmenin mücadelesi ve
gayesidir. İmtihanlar biçilir ömür sofralarında. Hangi kâse nasibimizse onu
yudumlarız. Yüzümüzü buruşturan ekşi, genzimizi yakan acı, damağımızı
ballandıran tatlı… Neticede sığınılacak bir şehir olur ömrümüz.
Güvercinler
selâmlar sabahı kubbelerde, ezanla dağılır uykuların sessizliği. Bir bebek
kokusu uçar gelir omzumuza cennetten. Taze süt akar umudu çizdiğimiz nehirden.
Emeklersen hedef uzakta değildir. Emek verirsen sana doğru açılır yollar. Sen
bir tohumsun, dalında tomurcuk olmak için toprağı yarmalısın.
Bir
tohumun topraktan çıkışını kolay sanmayasın. Nasıl ki gün sevinçle doğar, insan
da öyledir. Gün batımı ise yorgunluk taşır havzasında. Gece karanlığı ölümün
sessiz adımlarını tırmalar ense duvarlarında.
Bazı
ağrıların bedelleri peşin olur hayatta; doğuştandır. Bazı yokluklar çetin olur.
Yuvarlanır bazen insan onulmaz dağların eteğine. Tutunacak bir dal da yoktur ya
hani vahalarda… Kül rengi bulutlar yürek yangınlarını taşır semada. Böylesi bir
yolculukta ancak kendi yağmurunda ıslanmak söndürür insanı. Hayat Safa ve Merve
arası bir şavt. Zemzemle yıkanır huzura koşanlar.
Kendi
hastalığımızın dermanını boynu bükük yetimde aramalıyız. Kendi sancımızın
şifasını öptüğümüz yaralarda bulmalıyız. Darda kalanla bir doymalı gönlümüz.
Yuvası olmalıyız göçmen kuşların, aç yavruların. Bir öğrencinin başını
okşamalı, bir garibin elinden tutmalıyız. Ancak o zaman iyileşir nasır tutmuş
kalbimiz. Hayırla yâd edilecek bir geçmiş bırakmalıyız ömür hanemize. Çilemizi
tamamlamadan dirilmeliyiz. Biz diri olursak, karşımızdakini diriltebiliriz.
Diri
olmak için bir derdi olmalı insanın, bir dâvâsı, bir hedefi olmalı. İnsan derdi
kadardır. Dert ettiği şey ile kıymet kazanır ya da kaybeder. Dünya derdi
bedbahtlığa götürürken, gönül derdi dirilişe götürür.
Biz,
bir yapbozun aranan parçası olmalıyız. Bir romanı tamamlayacak cümle olmalıyız.
Yokluğumuzda yıkılmıyorsa anlam, varlığımızın da bir anlamı yok demektir. Var
oluşumuz bir şeyi değiştirmiyorsa, yok oluşumuz da bir şeyi değiştirmeyecektir.
Bize
düşen, bir gönlün rahlesine baş koymaktır. Nefs-i emmareden arınmak ve ağır
adımlarla yol almaktır. Beşikten bastona kadar geçen zamanda saçlarımızı
ağartmak değil, yüzümüzü ağartmaktır. Mutlu bahçelerde gonca açıp mutsuz
pençelerden sıyrılmalı, gaflet örtülerini üzerimizden kaldırmalıyız. Önce
kendimizi tanımalı, kendimizi bağışlamalı, değer görmeyi beklemeden kendimize
değer verebilmeliyiz. Şükürle, sabırla ve duayla geçen zamanımızı geleceğe
taşıyabilmeliyiz.
Göğüs
kafesinden müteşekkil bir sermayenin taşıdığı soluğa mazhar olan insan, ömrünün
ancak son sahnesinde zaman bilincine ulaşır. Oysa ne tekrarı vardır tükenip
giden günlerin, ne de muadili. İyi bir anlam yüklemediğimiz sürece, korku
filmlerinde yer alan kalp sesi efektleri gibi saatin atan her tik takı içimizde
öylesi bir kaygı uyandırır. Nasıl ki Cahiliye döneminde Arapların zamana
yüklediği anlam “sivri dişlerini
merhametsizce insana geçiren vahşi bir hayvan” gibiyse, bize de zaman öyle
ürkütücü gelir. Oysa nabzımızın her atışı bir ölümdür. Niye korkalım ki? Mühim
olan, emaneti zayi etmeden, mümince bir hayat yaşayabilmektir.
İnsan,
vazgeçemediğinin kuludur. Ölçüye böyle bakarsak, Asr-ı Saadet’ten bir şule
damlar önümüze. Madde ve mânâ ayrımını yapabilme bilinciyle kuşanır ve
neslimizi Rahmânî temeller üzere inşâ edebiliriz.
Ömür,
insanın kendi varlığından başlar. Rabbimizle olan ünsiyeti ve tekrar O’na olan
dönüşümünü kapsar. Verilmiş bir mücadelenin sonunda elinde kalan ne varsa odur
götürdüklerin. “Doğrusu biz Allah’a aitiz
ve muhakkak O’na döneceğiz.” (Bakara,
156)
Musallaya
serilen cansız bedenimizden daha ağır olmalı amelimiz. Kılınacak cenaze
namazının ardından, “Merhumu/merhumeyi nasıl
bilirdiniz?” sorusunun canlı örneği
olmalı geride bıraktıklarımız. “İyi bilinmek” için iyi başlamalı ve iyi
bitirmeli zaman eriştiğinde son heceye…
Dağların
dahi yüklenmediği yeryüzünü imar etme görevini üstlenen insan, geçmişten
geleceğe varlığını sorgulamış, harekete geçirmiş ve kendisine alanlar
çizmiştir. İnsanın varlığı ve devamı sonsuzluğa açılan mukaddes kapının eşiğine
varmakla mülhemdir.
İnsan
kendini arayandır. Anlam dünyasının bilinmezliği onu yutar. “Tabiat boşluk kabul etmez” kaidesince,
manevî değerleri ruhuna giydiremeyenler açıkta kalır, kalbi hissiyatları
buzlanır ve donar. Donmuş bir insandan daha tehlikelisi de yoktur sanırım.
İbadet şuuru, namaz sevgisi, nefis terbiyesi bizi boşluklardan kurtarır. Manevî
temizliğin doğuracağı iklimler bizi Rabbe yakınlaştırır. Nefs merhalelerinin
kat edilmesi ile ömür hayırla neticelenir. Umulur ki, bu dâvâ yolculuğu erken
uyananlara, ihlâs ve samimiyetle yol alanlara huzur olsun.