Tiyatro oyunu: Adalet ve denge

Kişi kendisine karşı da adaletli olmalıdır. Bazen insan en ağır mahkemeleri kendisi için, kendi iç dünyasında kurar. Kurduğu bu mahkemede kendine en ağır ceza ve hükümleri lâyık görür. Veya kurduğu bu mahkemede kendine hiç toz kondurmaz.

ADALET, hayatımızın tamamını kuşatan çok geniş bir kavramdır. İnsanın Allah ile olan ilişkisinden tutun, insanın insanlarla olan ilişkisi, insanın doğayla olan ilişkisi ve en son olarak da insanın kendisiyle olan ilişkisini de içine almaktadır.

Adaleti, kısaca “her konuda yapmamız gereken işe uygun davranmak ve o işin gereklerini yerine getirmek” olarak tanımlayabiliriz. Allah mutlak adalet sahibidir ve biz yarattığı kullarının da adaletli olmalarını ister. “Adalet” kavramının “terazi” ile sembolize edilmesinin nedeni, adaletin bir anlamda da denklik veya denge olarak nitelendirilmesindendir.

Adalet, soyut ve somut yönüyle çok da ölçülebilir bir kavram değildir. Özellikle soyut kavramlarda adaletli olmak kolay değildir. Adalet, en çok bilinen tanımıyla “bir şeyi olması gereken yere koymaktır”. Evrende her şey zıddıyla kaim olduğu için bazı şeyleri kolayca anlayabilmek adına ona zıddından bakmalıyız. Adaletin zıddı zulümdür. Zulüm ise “bir şeyi olması gereken yere koymamak yani bir anlamda o işin gereğini yapmamaktır”.

Adaletten uzaklaşmak her şeyden önce insanın kendisine, sonra da etrafındakilere yaptığı en büyük zulümdür. Adalet, ancak kesin ve gerçek bilgiyle ortaya çıkabilir. Onun için mahkemelerde her iki taraf dinlenir, gerekirse şahit ve delillere de başvurulur. Adaletin karşısındaki en büyük engel ise cehalettir. Bu nedenle bilmek, öğrenmek ve ilim çok kutsaldır. Cehalet, beraberinde adaletsizliği yani zulmü ve akabinde de kaosu getirir. Mutlak adalet sahibi ise, her şeyi gören,  duyan, işiten ve bilen Yüce Yaratıcı’dan başkası değildir. O’nun adaletini kâinatın ihtişamında da gözlemleyebiliriz. Biz kullara düşen ise bu minvâlde elimizden geldiği kadarıyla adil olmaktır.

Adalet konusu çoğumuzun idrak etmekte oldukça zorlandığı bir kavramdır. İnsanlar çoğu zaman yaşanan bunca zulüm ve haksızlıkların nedenini soruyorlar. Etrafına bakıp anasız babasız çocuklar, zenginlik ve fakirlik, savaşlar ve yaşanan birçok musibetin nedenini anlamakta zorlanıyor kimi insan. Bu sorulara en basit hâliyle, öncelikle mülkün sahibinin Allah ve O’nun mutlak adalet sahibi olduğunu unutmamamız gerektiği üzerinden cevap verebiliriz.

Dünya ve ahiret hayatını toplamda iki perdelik bir tiyatro oyunu gibi düşünürsek, sadece oyunun birinci perdesi olan bu dünyada olup bitenle ilgili veya bu oyunu kurgulayanla ilgili bir hüküm ve yargıda bulunmak bizim için adaletli bir tutum ve karar olmasa gerek. Hiçbirimizin “ahiret âlemi” dediğimiz o yerle ilgili bir kuşkusu olmadığı gibi, adaletin tam ve mutlak şekilde tecelli edeceği yer olan oyunun ikinci perdesi ile ilgili de bir endişesi olmamalı.

Mülk Allah’ın olduğu için, bu oyunda bizlere istediği rol ve görevleri verme yetkisi de O’na ait olduğu gibi, hiçbir şeye gücü yetmeyen bizlerin bunu sorgulama lüksü olmamalı. Bu, kendi cüzi aklımızla olup biteni beğenmemek ve “Ben olsaydım böyle yapmazdım” demek şaşkınlık ve gafletinden başka bir şey değildir. Önemli olan, bizim bu rol ve görevlerle ne yaptığımız ve başımıza gelen iyi veya kötü olayları nasıl karşılayıp karşılık verdiğimizdir. Dünya hayatı içerisinde insanların iyi ve kötü koşullarla sınandıklarını görmek mümkün olduğu gibi, başlangıcı ve sonucuyla değişen hayatları da görmek mümkündür. Elde edilen imkân ve nimetlerin kişinin kendi çaba ve gayretlerine de bağlı olduğu gerçeğini göz ardı etmemeli, sorgu ve sualin insanların elde ettiği imkân ve nimetlerin miktarı ile orantılı olacağı gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız.

Bütün bunlar, içerisinde yaşadığımız ve “dünya hayatı” dediğimiz bu yerin de bir anlamda özetidir. “Hayat” dediğimiz bu şeyin yarısı sabır, diğer yarısı da şükürdür. Ahiret hayatında mutlak adaletin olduğu ve hesaplaşmaların mutlak adalet ölçüsü ile yapılacağı inancı bu dünyayı daha yaşanabilir bir yer hâline getirdiği gibi, dert ve sıkıntılarımızı, adaletsizlik karşısındaki yüklerimizi çok büyük oranda hafifletmektedir. Oyun ve eğlenceden ibaret bu dünyada bize düşen, taksim ve takdire rıza gösterip, oyunu kurallarına göre oynayıp ve oyunun hakkını vermek olmalı. En nihayetinde ise takdir Yüce Rabbimizin olacaktır.

İnsanın adaletli olabilmesi Allah’ı tanımak, bilmek ve kullukla başlar. Allah’ı tanımayan, bilmeyen ve O’na karşı kulluk vazifelerini yerine getirmeyen bir insanın adaletli olduğundan söz etmek mümkün değildir. İnsanın kendini yaratan Allah’ı tanımaması ve O’nun gösterdiği yolda gitmemesi, yapabileceği en büyük adaletsizliktir. Aslında insanın adaletli olması, yaratılışının bir gereğidir. İnsanın en önemli görevi, kendisinin ve evrenin yaratıcısı olan Allah’ı tanımak, bilmek ve ona karşı olan görev ve sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmeye çalışmaktır. Bunları yapıp yapmamakta Yüce Yaratıcı’nın bir kaybı ve zararı olmayacağı gibi, bundan zarara ve kayba uğrayacak olan biz insanlardan başkası olmayacaktır.

Kişi Allah ile kurduğu ilişkide adaletli değilse, diğer kurduğu bütün ilişkileri gözden geçirmelidir. İnsanın diğer insanlara karşı adaletli olması da oldukça geniş bir kavramdır. İçerisinde aileyi, eşi, çocukları, komşuları, işi, akrabaları, kısaca hayatın neredeyse tamamını kuşatır. Herkese hakkını vererek ve lâyık olduğu şekilde davranabilmeliyiz. Yeterince adaletin olmadığı yer ve ortamlarda huzur ve mutluluktan söz etmek mümkün değildir. Başkalarının hakkını gasp etmek, eksik vermek, çocuklar arasında adaletli davranmamak, dürüst olmamak ve yaptığı işin sorumluluklarını yerine getirmemek, zulüm içeren duygu ve davranışlardır. Aynı şekilde, konuşurken, yazarken ve şahitlik ederken de adaletten ayrılmamalıyız. Nasıl ki güneş mümin ve müşrik ayırt etmeden herkesin üstüne eşit şekilde doğuyor veya rahmet bulutları ayırt etmeden yağmurunu her şeyin üstüne yağdırıyorsa, bizler de aynı oranda adaletli olmaya çalışmalıyız.

Mutlak adaletin ortaya çıkacağı günün bilincinde ve farkında olan insan, bu dünyaya ait basit menfaatler için ahiretini feda etmeyecek kadar da bilinçli olmalıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan ve dağların taşların yüklenmediği o ağır yükü sırtlanan insan, yaptığı ve yaşadığı her olayda adaletli olmanın idraki ve şuuru içerisinde olmalıdır. Bu şuurda olan insan, kendisinden başka yaratılmış mahlûkattan bitki ve hayvan ne varsa hak ve adalet konusundaki hassasiyetini onlar için de göstermelidir. Yaratılanı Yaratan’a hürmetinden dolayı sevmek ve korumak müminin şiarı olmalıdır. Nitekim doğaya savaş açmış, evrenin dengeleriyle oynayan, doğayla uyum içerisinde yaşamak yerine onu kendi kötü emellerine alet eden insanın yaşadığı musibetler, kendi hata ve kusurlarından başka şey değildir. Dere yataklarına evler yapmak, hayvanlara eziyet etmek, onları gerçek yaşam alanlarının dışında yaşamaya zorlamak, orman alanlarını yok etmek bunlardan sadece bazılarıdır. Kâinatın yaratılışındaki dengeyi ve adaleti bozma yönündeki eylemlerdir. İnsanın Allah ile kurduğu hak ve adalet ilişkisi, yaratılmış ne varsa onlar ile de kuracağı tüm ilişkilerin temelini oluşturur.

Kişi kendisine karşı da adaletli olmalıdır. Bazen insan en ağır mahkemeleri kendisi için, kendi iç dünyasında kurar. Kurduğu bu mahkemede kendine en ağır ceza ve hükümleri lâyık görür. Veya kurduğu bu mahkemede kendine hiç toz kondurmaz. “Böyle bir durumda Allah bizlere ne der veya nasıl davranmamızı ister?” sorusunu kendimize sormalıyız. Kendimize karşı haksızlık yapmış veya geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarıyla gereğinden fazla aklayıp paklamış olabiliriz.