GENÇLER, “siz” zaten bunu
anlamazsınız… Böyle bir cümle ile başlamak istemezdim ama anlamazsınız, ne
yapalım... Kana karışmış bir zehirdir bu, gençliğimizi anlamaz hale getiren
büyük bir tuzaktır!
O
“Leylâ”sında şöyle diyor Akif: “'Barındırmaz mısın koynunda ey toprak?’ derim,
yer pek;/ Döner, imdadı gökten beklerim, heyhat, gök yüksek!/ Bunaldım kendi
kendimden, zaman ıssız, mekân ıssız./ Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde
tek yıldız./ Cihet yok, Sermedî bir seddi var karşında yeldânın,/ Düşer hüsrana,
kalkar yese çarpar serseri alnın./ Ocaksız vahalar, çöller; sağır vadiler,
enginler./ Aran! Beynin döner boşlukta… Haykır! Ses veren cinler…/ Şu viran
kubbe yıllardır sadâdan dûr, ışıktan dûr;/ İlahî! Yok mu afakında bir ferdaya
benzer nur?/ Ne bitmez bir geceymiş, nerden etmiş Şark'ı istila?/ Değil canlar,
cihanlar göçtü hilkatten; bunun hâlâ/ Ezer kâbusu üç yüz elli, dört yüz milyon imanı,/
Boğar girdabı her devrinde milyarlarca samanı./ Asırlardır ki, İslam'ın bu her
gün çiğnenen yurdu,/ Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferda-yı mev'ûdu./ O ferda,
istemem, hiç doğmasın ferda-yı ferda-yı mahşerse,/ Hayır, kudretli bir varlıkla
müminler mübeşşerse,/ Bu kat kat perdeler bilmem, neden sıyrılmasın artık,/ Niçin
serpilmesin hâlâ ufuklardan bir aydınlık?/ O aydınlık ki, sönmek bilmeyen
ümmîd-i işrâkı,/ Vücudundan peşîman ölmek ister sandığın Şark'ı/ Füsünkâr
iltimâ'atiyle döndürmüş de şeydaya,/ Sürükler bunca yıllardır o sevdadan bu
sevdaya./ Hayır, Şark'ın o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın/ Bütün dünyada bir
Leylâ'sı var: Âtîsi İslam'ın./ Nasıldır masivâ bilmez, onun fanisidir ancak./ Bugün
yâdiyle müstağrak, yarın yâdında müstağrak…/ Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın
canan, uzaklaşma!/ Senin derdinle canlardan geçen Mecnun'la uğraşma!/ Düşün, bîçarenin
en kahraman, en gürbüz evladı/ Kimin uğrunda kurbandır ki doğrandıkça doğrandı?/
Şu yüzbinlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?/ Şu milyonlarca öksüz, dul
kimin boynundadır şimdi?/ Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?/ Kimin
uğrundadır Leylâ o makteller, o zindanlar?/ Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar! Tek
sen ey Leylâ,/ Görün bir kerrecik, ye's etmeden Mecnûn'u istila…/ Niçin hilkat
zemininden henüz yüksekte pervazın?/ Şu topraklarda şayet yoksa hiç imkân-ı
i'zâzın,/ Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sadıklar çerağındır,/ Hilâlim, göklerin
kalbinde yer tutmuş otağındır,/ Ezanlar nevbetindir, inletir eb'âdı haşyetten,/
Cihazındır âlemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten./ Cemaatler kölendi, Kâbe'ler
haclen... Gel ey Leylâ!/ Gel ey candan yakın canan ki gaiblerdesin hâlâ…/ Bu nazın
elverir Leylâ, in artık in ki bâlâdan,/ Müebbed bir bahar insin şu yanmış yurda
Mevla'dan.”
Sözün
üstadı “Leyla”mızın nazına Kâbe'yi gelin odası yapıyor ve “Yeter ki gelsin!”
diyor. Akif ile “en azından” sözcüklerde aynı çağı yaşayan bir nesil gerek.
Sözler,
gönül deryalarımıza bağlanan kanallardır. Görsellerin, işitilen seslerin
ruhaniyetini yeniden inşa etmediğimiz sürece Yusuflarımızı kuyularından
kurtarma imkânımız yoktur. Sultan Alparslan'ı şehirlerimizin sokaklarında,
mahalle aralarında gezdirebilmek için, zamanın tapınakları olan kapitalin
vitrinlerinin önünden geçerken "Burası benim mabedim değil"
dedirtebilmek için, Ertuğrul Gazi'yi bütün bir gençliğin fark edebilmesi için kutsî
nidaları anlayabilen bir nesle ihtiyacımız var.
Daha
düz bir ifade ile bu neslin artık anlamasına ihtiyacımız var. Tarık Bin
Ziyad’ın sîretini her civanın suretinde görebilmemiz gerek. Yağmur taneleri
nasıl ki her bahar gökten meleklerin avuçlarında bize emanet ediliyorsa,
rahmeti indiren Rabbim şahit olsun, ecdadını anlayan bir nesil inşa edildiği
gün, Selimiye'nin minareleri Bilallere ezan okusun diye emanet edilirken, bir
ba’sü ba’de’l-mevt namına biz de gençlerimize baharı emanet edeceğiz.
Tüm
bunlar için biraz emek vermek lazım. “Ecdadın şakıyan revnaktar kuşları neden mazide
öttüğü gibi ötmüyor?” diye dertlenmek kadar, dertli gönüller de lazım. Şehirlerin
suretini kandiller, sîretini münevverleri aydınlatır; biz bugün münevverleri
dört duvar arasına sıkıştırıp, bir araya getirip, birbirlerini aydınlatmalarından
öteye gidemiyoruz. Şehrin kandillerini sokaklardan toplayıp koca bir salona
dizerek salonun her yanını ışıl ışıl yapmışız da sokakları karanlığa teslim
etmiş gibiyiz. Münevverlerimizi tüm sosyal dokumuza yeni bir neslin imarı için
seferber etmemiz gerek. Münevverlerimizin birbirine değil, tüm toplumsal
katmanlara nüfuz ederek fert fert cemiyetin ciğerine işlemesini sağlamak gerek.
Yeni Türkiye’nin işçiliği ancak bu şekilde mümkündür. Gerçekçi çözümlere
ihtiyacımız var artık!
Karartıdan
şekil almış bir çağı yaşıyoruz. Efsaneleşmiş yürekli adamlar tanıyor, farz etmekle
kalıyoruz. Münevver bir neslin imarı, mazisi ile bağları güçlü, mirasını bilen,
ecdadının vasiyetnamesini okuduğunda anlayan, kandilleri sokaklarda,
münevverleri halkın arasında, babası hikmetli, annesi mümbit ve feraset sahibi
bir gençlikle ancak ve ancak ruh dünyamızın inkişafı mümkündür.
Bizlerle
yeniden Erzurum'da Murat Paşa vücut bulacak, yeniden Sülaymaniye'nin bahçesine
melekler yağacak, yeniden Bursa'da Ulu Camii var olacak; Orhan Gazi'nin evinin
bacasından duman tütecek yeniden. Hisarlar yapılmaya yeniden başlanacak.
Köprüleri Sinanlar yapacak kimsenin yapamayacağı kadar güzel. Ve Akşemseddinlerle
bir arada olacak Fatihler. Sonra Akif bir söz söyleyince anlayacağız; önce biz
anlayacağız, sonra dünya bizi anlayacak.
Bizim
dünyamız, özgün bir eksende yerini almış, apayrı yörüngede dönmeyi bilen bir
dünyadır. Onlar semaya diklenmek için göğe yükseldikçe alçaldıklarını bilmeseler
de, biz göğü delen mimarinin içine acziyetimizi abideleştirecek kadar kul olmayı
biliriz. Onların dünyası tanrılar tasarlarken insanlığı aldatmak için, bizler
put devirmeyi, putlara karşı direnmeyi ve dik durmayı da kulluk biliriz. Onlar
sürüler icat ederler altından ve değerli kavramlardan oluşan, bizlerse
saltanattan vazgeçer, İbrahim Ethem olur ve damda deve aramaktan Allah'a
sığınmayı da kulluk biliriz.
Buna
mukabil, bizim gönlümüz o denli sağanak yağmurlarda kalır ki, dünyanın bereketini
sayılarla oynamak yerine, bünyemize yüklenen sayısız ulviyette arar ve bulur, bereketi
aramayı da kulluk biliriz.
Benzer
özelliklere sahip insanların yaşadığı bu has bahçede, karşılaştıkları sorunlara
benzer tepkiler veren, fiziksel ve kültürel bir devamlılığı olan bu coğrafyada
dalı budağı yükselen, derinlere kök salmış asil bir mavi çınarız biz. Kültürel
merkezini İslamiyet’in belirlediği, öz benliği ile küreselleşme arasına
sıkışmış ve uhrevi olan, onlara göre irrasyonel tutkuların ve firavunlaşmış aklî
çıkarların önüne geçtiği, bolca çay, kahve ve nargile içilen bir yerde büyüdü kanıksadığımız
kalıtsallığımız.
Medeniyet
şarkıları söylenir bu diyarda her sabah. Medeniyetimiz mavi şarkılar söyletir
her gece, gecenin çöktüğü her yarda. Bizim gönül ehli Yunus kuşlarımız var
dağların yamaçlarında aşkını dillendiren, bizim el açıp dönen duruşlarımız var
Mevla'sına hasretle koşan ve girdaplar açarak gökyüzünü yere çeken sözler
söyleyen...
Anlayacaksınız,
anlaşılacak elbet "Medine şarkıları" ve medeniyet söylemi!
Biz
dünyayı başka yaşıyor, ona başka bakıyoruz...
Muhammed
İkbal ile yola çıkarız Armağan-ı Hicaz'da bir tur atarak. Her dakika bir
denizde yol alır, bir şahsiyetin gönül sarayına misafir olur, sohbet ederiz. Ve
ruhanî sarnıçlarımızı tıka basa doldururuz bu şekilde. "İnsan bir mesut
zalim, insan bir mağrur cahil;/ Tekne kırık, su azgın ve kayıplarda sahil"
der Necip Fazıl, biz de duracağımız yeri öğrenir, imsak şarkılarımıza güfte
yaparız bu sözleri.
Medeniyetimizin
görselleri sadece görsel olmamalı, ruh dünyamıza, gönül evrenimize uzanmalı. Bizi
biz olmaktan çıkaran zehrin büyüsü ancak bu şekilde bozulur. Bir şehrin aynısı,
o şehrin kendisi kadar olamaz. Bu kör büyüsü günlerde aynısını gördüğümüz
mirasımızın aslını arayalım. Tiryakımız, medeniyet şarkılarını anlamını bilerek
söyleyebilmek ve yeniden Süleymaniye'yi inşa etmektir.
“Allah'ım!
Bizi meleklerin tebriklerine erenlerden eyle…” (Gönenli Mehmed Efendi)