Tiryak

Medeniyet şarkıları söylenir bu diyarda her sabah. Medeniyetimiz mavi şarkılar söyletir her gece, gecenin çöktüğü her yarda. Bizim gönül ehli Yunus kuşlarımız var dağların yamaçlarında aşkını dillendiren, bizim el açıp dönen duruşlarımız var Mevla'sına hasretle koşan ve girdaplar açarak gökyüzünü yere çeken sözler söyleyen...

GENÇLER, “siz” zaten bunu anlamazsınız… Böyle bir cümle ile başlamak istemezdim ama anlamazsınız, ne yapalım... Kana karışmış bir zehirdir bu, gençliğimizi anlamaz hale getiren büyük bir tuzaktır!

O “Leylâ”sında şöyle diyor Akif: “'Barındırmaz mısın koynunda ey toprak?’ derim, yer pek;/ Döner, imdadı gökten beklerim, heyhat, gök yüksek!/ Bunaldım kendi kendimden, zaman ıssız, mekân ıssız./ Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde tek yıldız./ Cihet yok, Sermedî bir seddi var karşında yeldânın,/ Düşer hüsrana, kalkar yese çarpar serseri alnın./ Ocaksız vahalar, çöller; sağır vadiler, enginler./ Aran! Beynin döner boşlukta… Haykır! Ses veren cinler…/ Şu viran kubbe yıllardır sadâdan dûr, ışıktan dûr;/ İlahî! Yok mu afakında bir ferdaya benzer nur?/ Ne bitmez bir geceymiş, nerden etmiş Şark'ı istila?/ Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten; bunun hâlâ/ Ezer kâbusu üç yüz elli, dört yüz milyon imanı,/ Boğar girdabı her devrinde milyarlarca samanı./ Asırlardır ki, İslam'ın bu her gün çiğnenen yurdu,/ Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferda-yı mev'ûdu./ O ferda, istemem, hiç doğmasın ferda-yı ferda-yı mahşerse,/ Hayır, kudretli bir varlıkla müminler mübeşşerse,/ Bu kat kat perdeler bilmem, neden sıyrılmasın artık,/ Niçin serpilmesin hâlâ ufuklardan bir aydınlık?/ O aydınlık ki, sönmek bilmeyen ümmîd-i işrâkı,/ Vücudundan peşîman ölmek ister sandığın Şark'ı/ Füsünkâr iltimâ'atiyle döndürmüş de şeydaya,/ Sürükler bunca yıllardır o sevdadan bu sevdaya./ Hayır, Şark'ın o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın/ Bütün dünyada bir Leylâ'sı var: Âtîsi İslam'ın./ Nasıldır masivâ bilmez, onun fanisidir ancak./ Bugün yâdiyle müstağrak, yarın yâdında müstağrak…/ Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın canan, uzaklaşma!/ Senin derdinle canlardan geçen Mecnun'la uğraşma!/ Düşün, bîçarenin en kahraman, en gürbüz evladı/ Kimin uğrunda kurbandır ki doğrandıkça doğrandı?/ Şu yüzbinlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?/ Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?/ Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?/ Kimin uğrundadır Leylâ o makteller, o zindanlar?/ Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar! Tek sen ey Leylâ,/ Görün bir kerrecik, ye's etmeden Mecnûn'u istila…/ Niçin hilkat zemininden henüz yüksekte pervazın?/ Şu topraklarda şayet yoksa hiç imkân-ı i'zâzın,/ Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sadıklar çerağındır,/ Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş otağındır,/ Ezanlar nevbetindir, inletir eb'âdı haşyetten,/ Cihazındır âlemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten./ Cemaatler kölendi, Kâbe'ler haclen... Gel ey Leylâ!/ Gel ey candan yakın canan ki gaiblerdesin hâlâ…/ Bu nazın elverir Leylâ, in artık in ki bâlâdan,/ Müebbed bir bahar insin şu yanmış yurda Mevla'dan.”

Sözün üstadı “Leyla”mızın nazına Kâbe'yi gelin odası yapıyor ve “Yeter ki gelsin!” diyor. Akif ile “en azından” sözcüklerde aynı çağı yaşayan bir nesil gerek.

Sözler, gönül deryalarımıza bağlanan kanallardır. Görsellerin, işitilen seslerin ruhaniyetini yeniden inşa etmediğimiz sürece Yusuflarımızı kuyularından kurtarma imkânımız yoktur. Sultan Alparslan'ı şehirlerimizin sokaklarında, mahalle aralarında gezdirebilmek için, zamanın tapınakları olan kapitalin vitrinlerinin önünden geçerken "Burası benim mabedim değil" dedirtebilmek için, Ertuğrul Gazi'yi bütün bir gençliğin fark edebilmesi için kutsî nidaları anlayabilen bir nesle ihtiyacımız var.

Daha düz bir ifade ile bu neslin artık anlamasına ihtiyacımız var. Tarık Bin Ziyad’ın sîretini her civanın suretinde görebilmemiz gerek. Yağmur taneleri nasıl ki her bahar gökten meleklerin avuçlarında bize emanet ediliyorsa, rahmeti indiren Rabbim şahit olsun, ecdadını anlayan bir nesil inşa edildiği gün, Selimiye'nin minareleri Bilallere ezan okusun diye emanet edilirken, bir ba’sü ba’de’l-mevt namına biz de gençlerimize baharı emanet edeceğiz.

Tüm bunlar için biraz emek vermek lazım. “Ecdadın şakıyan revnaktar kuşları neden mazide öttüğü gibi ötmüyor?” diye dertlenmek kadar, dertli gönüller de lazım. Şehirlerin suretini kandiller, sîretini münevverleri aydınlatır; biz bugün münevverleri dört duvar arasına sıkıştırıp, bir araya getirip, birbirlerini aydınlatmalarından öteye gidemiyoruz. Şehrin kandillerini sokaklardan toplayıp koca bir salona dizerek salonun her yanını ışıl ışıl yapmışız da sokakları karanlığa teslim etmiş gibiyiz. Münevverlerimizi tüm sosyal dokumuza yeni bir neslin imarı için seferber etmemiz gerek. Münevverlerimizin birbirine değil, tüm toplumsal katmanlara nüfuz ederek fert fert cemiyetin ciğerine işlemesini sağlamak gerek. Yeni Türkiye’nin işçiliği ancak bu şekilde mümkündür. Gerçekçi çözümlere ihtiyacımız var artık!

Karartıdan şekil almış bir çağı yaşıyoruz. Efsaneleşmiş yürekli adamlar tanıyor, farz etmekle kalıyoruz. Münevver bir neslin imarı, mazisi ile bağları güçlü, mirasını bilen, ecdadının vasiyetnamesini okuduğunda anlayan, kandilleri sokaklarda, münevverleri halkın arasında, babası hikmetli, annesi mümbit ve feraset sahibi bir gençlikle ancak ve ancak ruh dünyamızın inkişafı mümkündür.

Bizlerle yeniden Erzurum'da Murat Paşa vücut bulacak, yeniden Sülaymaniye'nin bahçesine melekler yağacak, yeniden Bursa'da Ulu Camii var olacak; Orhan Gazi'nin evinin bacasından duman tütecek yeniden. Hisarlar yapılmaya yeniden başlanacak. Köprüleri Sinanlar yapacak kimsenin yapamayacağı kadar güzel. Ve Akşemseddinlerle bir arada olacak Fatihler. Sonra Akif bir söz söyleyince anlayacağız; önce biz anlayacağız, sonra dünya bizi anlayacak.   

Bizim dünyamız, özgün bir eksende yerini almış, apayrı yörüngede dönmeyi bilen bir dünyadır. Onlar semaya diklenmek için göğe yükseldikçe alçaldıklarını bilmeseler de, biz göğü delen mimarinin içine acziyetimizi abideleştirecek kadar kul olmayı biliriz. Onların dünyası tanrılar tasarlarken insanlığı aldatmak için, bizler put devirmeyi, putlara karşı direnmeyi ve dik durmayı da kulluk biliriz. Onlar sürüler icat ederler altından ve değerli kavramlardan oluşan, bizlerse saltanattan vazgeçer, İbrahim Ethem olur ve damda deve aramaktan Allah'a sığınmayı da kulluk biliriz.

Buna mukabil, bizim gönlümüz o denli sağanak yağmurlarda kalır ki, dünyanın bereketini sayılarla oynamak yerine, bünyemize yüklenen sayısız ulviyette arar ve bulur, bereketi aramayı da kulluk biliriz.

Benzer özelliklere sahip insanların yaşadığı bu has bahçede, karşılaştıkları sorunlara benzer tepkiler veren, fiziksel ve kültürel bir devamlılığı olan bu coğrafyada dalı budağı yükselen, derinlere kök salmış asil bir mavi çınarız biz. Kültürel merkezini İslamiyet’in belirlediği, öz benliği ile küreselleşme arasına sıkışmış ve uhrevi olan, onlara göre irrasyonel tutkuların ve firavunlaşmış aklî çıkarların önüne geçtiği, bolca çay, kahve ve nargile içilen bir yerde büyüdü kanıksadığımız kalıtsallığımız.

Medeniyet şarkıları söylenir bu diyarda her sabah. Medeniyetimiz mavi şarkılar söyletir her gece, gecenin çöktüğü her yarda. Bizim gönül ehli Yunus kuşlarımız var dağların yamaçlarında aşkını dillendiren, bizim el açıp dönen duruşlarımız var Mevla'sına hasretle koşan ve girdaplar açarak gökyüzünü yere çeken sözler söyleyen...

Anlayacaksınız, anlaşılacak elbet "Medine şarkıları" ve medeniyet söylemi!

Biz dünyayı başka yaşıyor, ona başka bakıyoruz...

Muhammed İkbal ile yola çıkarız Armağan-ı Hicaz'da bir tur atarak. Her dakika bir denizde yol alır, bir şahsiyetin gönül sarayına misafir olur, sohbet ederiz. Ve ruhanî sarnıçlarımızı tıka basa doldururuz bu şekilde. "İnsan bir mesut zalim, insan bir mağrur cahil;/ Tekne kırık, su azgın ve kayıplarda sahil" der Necip Fazıl, biz de duracağımız yeri öğrenir, imsak şarkılarımıza güfte yaparız bu sözleri.

Medeniyetimizin görselleri sadece görsel olmamalı, ruh dünyamıza, gönül evrenimize uzanmalı. Bizi biz olmaktan çıkaran zehrin büyüsü ancak bu şekilde bozulur. Bir şehrin aynısı, o şehrin kendisi kadar olamaz. Bu kör büyüsü günlerde aynısını gördüğümüz mirasımızın aslını arayalım. Tiryakımız, medeniyet şarkılarını anlamını bilerek söyleyebilmek ve yeniden Süleymaniye'yi inşa etmektir.

“Allah'ım! Bizi meleklerin tebriklerine erenlerden eyle…” (Gönenli Mehmed Efendi)