
SON dönemlerin güzide mesleği, “komisyonculuk”. Komisyonculuk aslında bir meslek değil. Tarih boyunca böyle bir meslek tanımı yapılmadı. Çünkü komisyonculuk bir işlem. Bu işlemi her meslekte ve her çevrede görmek mümkün. Öyleyse söze başlarken niçin “güzide meslek” şeklinde bir sıfat verdiğimizi anlatmaya başlayalım…
Kur’ân-ı Kerim, içerisinde “Kıssaların en güzeli” diye tanımlanan Yûsuf Sûresi’nde şu ayetlere (19-20) yer verir: “Bir kervan gelmiş, sakalarını-sucularını kuyuya su almaya göndermişlerdi. Su kovasını dibe saldığında Yûsuf’u görünce, ‘Hey, müjde! İşte bir erkek çocuk!’ dedi. Onu ticaret malı olarak gizleyip korudular. Allah onların ne yapacaklarını biliyordu. Onu düşük bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Onlar da Yûsuf’u önemsemeyenlerdendi.”
Yûsus Sûresi’nde Hazreti Yûsuf üzerinden, insanların dahi pazarlandığını yani adına “kölelik” denilen bir sistemin insanlık onuruna yakışmamasına rağmen işletildiğini ve bu kölelik sistematiğinin birinci evresinin köle edilecek insanın önce esir edilmesi olduğunu görüyoruz.
Tarihî olaylardan anlaşılıyor ki, bir fetih, muharebe yahut işgal sonrasında değerlendirilen hukuk anlayışlarına göre insanlar esir alınabilirler. Bu anlamda tasarruf, esir alan tarafa bırakılır. Esir alan taraf hakkı gözeten ve adaletle hükmeden bir ahlâka sahipse esaretin sonrası hürriyet ve huzur olabilir. Esir alan taraf zulüm zihniyetine sahipse, o esaret bitmez, bitmeyeceği gibi daha da dallanan kapılara çıkabilir. Bu anlamda esir sahibi zalim taraf, esiri yahut esirleri, üzerlerinden bedel de elde ederek kendi tasarrufundan çıkarabilir. Bu kez tasarruf, aynı zalim zihniyete sahip bir başkasındadır. O kimse, devlet organizasyonuna hükmeden bir hükümdar ya da bir kamusal yapıyı yönlendiren idareci değil, kendi kesesini düşünen bir muhteristir.
Yûsuf Sûresi’nden ele aldığımız iki ayet, Hazreti Yûsuf’u henüz bir çocukken kuyuda bulan kervandan bahsederken, kervan sahibinin niyetinden doğrudan bizi haberdar eder. Ayet, sadece bir peygamberi değil, yeryüzünde Allah’a halife olsun diye bulundurulan insanın hazin hikâyesini çarpar yüzümüze. Allah indinde insan satılıp alınamaması gereken bir varlıkken, insanın bizzat kendisi insan satmakta ve almaktadır. Üzerine paha biçilmeyen insan için verilen milyonlarca dirhemlik bedel dahi ne ucuzdur.
Onun bir peygamber olduğundan habersiz olmak bir yana, onu basit bir maldan farksız bir gözle izlemek insanî değildir. Daha insanî olmayan manzara ise, onu satanın mühim bir adam olarak hürmet görmesi, “ticaret yapan” anlamında “tüccar” diye unvan kazanıyor olmasıdır.
Tarihte kölelik olarak bilinen söz konusu tampon ve alçak müessesenin kurucularının torunlarını yakın dönemde de görürüz, içinde bulunduğumuz dönemde de. Af buyurun, bir zamanlar “amele pazarı” diye bilinen duraklarında zenginlerin işlerini görmek için insan toplayan çavuşlar, işleri görülen zenginlerin işçilere verdikleri ücretten ayrı, işçilerin ellerine geçenden de ayrı ücret keserlerdi kendileri için. Bu ücreti kendilerine hak gören çavuşların torunları bugün aynı mantaliteyi yürütmektedir.
Sözünü ettiğimiz zihniyetin ürünü, insanın hayatını sürdüğü her alana taşınmış vaziyettedir. İşte bu vaziyetin adı komisyon, bu vaziyetten ikramiye devşirmekse komisyonculuktur.
Dünyada insanın alın teri ve fikir emeğiyle ürettiği pek çok iş, bu işlerin tanımlanarak kategorilendirildiği pek çok meslek vardır. Komisyonculuk, dünyanın hiçbir noktasında meslek değildir. Zira komisyon için yapılan hiçbir eylem iş değildir. Dilerseniz buna Yûsuf Sûresi üzerinden tekrar bakabiliriz. Göreceğiz ki, bir insanı satılacak bir mal niteliğinde köle yapmak, o insan üzerinde konuşturulan bir meslekle mümkün olamaz. Hiçbir hür iradeyi hiçbir güç zorla, üzerinde işlenen bir meslek eylemiyle kendi egemenliğine alamaz. O hür irade buna meylederse başka. Hazreti Ali’ye (ra) hasredilen “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” ifadesi, ilme düşkünlüğün naif ve lâtif bir tercümesidir, o kadar.
Peki, bu temelden bakınca ticareti nasıl okumalı, nasıl tanımlamalı ve ticaretteki ahlâkı nereye koymalıyız?
“İflâs eden kardeşinizin haraç mezat satılığa çıkarılan evini satın almanız yasal hakkınız olabilir, ama helâl değildir. İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin hakkına tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı iş helâl değildir. Yeni ve çok daha ucuz olan bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alan ve sumen altı eden bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı iş helâl değildir. Raf ömrünü uzatmak için ekmeğin içerisine kanserojen madde koyan fırıncının yaptığı, formülü ambalajın üzerine koyduğu sürece yasal, dolayısıyla suçsuzdur, ama helâl değildir.” (Alev Alatlı)
Ticareti okumak
Ticaret, bir almak ve vermek eylemi. Bunun yanında, kaynağa erişmede kolaylık sağlama işi. Öyle ya, herkes her kaynağa kolaylıkla erişemez. Öyleyse kaynaktan ürün getirecek bir müessese olmalı.
Her insan, ihtiyaç duyduklarına doğrudan cevap veremez. Her insan kumaş üretemez, her insan temizlik yapamaz, her insan buğday yetiştiremez, her insan alet edevat yapamaz, her insan duvar öremez, her insan yemek yapamaz, her insan icat çıkaramaz, her insan hayvandan anlamaz, her insan sanat icra edemez. Öyleyse insanın bu saydığımız örneklerin bulunduğu ürünler tezgâhından dilediğinde dilediğini seçip alabilmesi için bir mekanizma şart.
Bu mekanizmanın önkoşulu, tezgâhta resmini gördüğü fakat cismine bizzat kabiliyetinin yetmediği şeyi kendisi için tedarik edenden satın almaktır. Fakat komisyon iştahı ve komisyonculuk, ahlâk santralinin yanına açgözlülük akümülatörü takmaktır.
Oysa “ticaret” diye bilinen mekanizmanın ayrıntılarını ve şartlarını hukuk kendisine gündem edinmiş. Ortaya “ticaret hukuku” adı verilen bir bilim çıkmış. Bu demektir ki, hakların bulunduğu yerde bilim işlemeli fakat bilimi ahlâk ile işletmeli. 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü konuşmasında kıymetli ve devletli büyüğüm Alev Alatlı ne de özel aktarmıştı bu meseleyi:
“Günümüzde, helâl olsun olmasın, haklı olma durumu yasalarca belirlenen bir durum hâline gelmiştir. Aslolan, hakkın helâl edilmesi ve helâlleşmek olmalıdır. Helâlleşmek, mahkemede dâvâ kazanmaktan daha üstün olmalıdır. Çünkü her yasal hak helâl değildir ve olamaz.
İflâs eden kardeşinizin haraç mezat satılığa çıkarılan evini satın almanız yasal hakkınız olabilir, ama helâl değildir. İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin hakkına tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı iş helâl değildir. Yeni ve çok daha ucuz olan bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alan ve sumen altı eden bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı iş helâl değildir. Raf ömrünü uzatmak için ekmeğin içerisine kanserojen madde koyan fırıncının yaptığı, formülü ambalajın üzerine koyduğu sürece yasal, dolayısıyla suçsuzdur, ama helâl değildir. Bir kalem darbesiyle atar ve lümpen ergenleri sokağa döken yazar, alevler afakı sardığında suç mahallinde değilse, olayları evinden seyrettiğini ispat edebiliyorsa, yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı helâl değildir.
21’inci yüzyılın en yaman toplum projesi, helâl olanı yasal olanla örtüştürmek olsa gerektir. Kadim değerlerle rabıtası zedelenen özgürlüklerin, şerden yana bükülmelerini önlemek durumundayız. Yasaların tanıdığı haklardan insanlık ve Allah adına feragat etmenin garipsenmediği bir düzen getirmek zorundayız...”
İşte komisyonu ve komisyonculuğu, bu erdem ve ilke dolu hakikate inat yaşamaya, hatta kendisini hukuk kurallarının içine sızdırarak koruma altına almaya çalışırken yakalıyoruz.
Ticaret hukukunun bu anlamda ele aldığı başlıklardan biri de komisyon ve komisyonculuk. Peki, komisyonu nasıl irdelemeli?
Emlakçı da, galerici de sadece ve sadece kendisine hizmet ediyor. Şöyle ki; emlakçı, satış sırasında konutun satış fiyatından toplamda yüzde 4 oranında kazanç sağlıyor. Yüzde ikisi satıcıdan, yüzde ikisi alıcıdan. Alıcıya karşı hiçbir sorumluluğu yok. Hatta o kadar rahat ki, satıcının sorumluluğu var ama onun yine yok.
Ahlâkı süpürmek, hakkı helâlden üstün görmek ve “Ben komisyonumu alırım” densizliği
Ticaret gündemindeki “komisyon” başlığı, “aracılık hizmeti vermek” olarak ele alınıyor. Başlangıçta bir iyi niyete sahip. Ulaşamayana ulaştırmak, göremeyene göstermek, birbirinden habersiz olan alıcı ile satıcıyı buluşturarak ikisine de kazandırmak sonucunda, kazananların kendi iradelerince arz ettikleri ücreti komisyon olarak tarif edebiliriz.
Ancak bugünün Türkiye’sini ekonomik plânda çatlatmaya ve hatta bölmeye adeta yeminli bir güruhun, komisyoncular eliyle piyasaya müdahalelerini izlemek, konunun hiç de iyi niyet taşımadığına işarettir.
Daha fazla kazanmak hırsı, komisyonu sözde hukuka bağlanan bir komisyoncuyu şu iştaha iter: “Madem kazanacağımız miktar oran bağlamında sabit, öyleyse tarafları birbirinden habersiz hâle getirerek satın alınacak metanın ücreti yükseldiğinde bizim de kazancımız artacaktır. Öyleyse bunu yükseltecek tek mekanizma olarak (sözde) oranla kısıtlanan hakkımı metanın fiyatına hükmederek alırım.”
Örneğin bir konut, müteahhidi tarafından inşâ edilmiştir ve söz konusu konutu edinmek isteyenler doğrudan müteahhitle diyaloga girebilirler. Çünkü meta ortadadır. Ulaşılmayan yahut görülmeyen, hakkında bilgi edinilemeyecek bir durum yoktur.
Yahut bir otomobil, üreticisi tarafından önce distribütöre, distribütör aracılığıyla da tüketiciye arz ediliyor. Mal ortada. Ulaşılamayan yahut görülmeyen, hakkında bilgi edinilemeyecek bir durum yok.
Fakat bir de bakıyoruz ki, konut hususunda “emlakçı” diye biri, otomobil hususunda ise “galerici” diye biri karşımıza çıkıyor. Bu ikisi, gözümüzle görüp elimizle tutabileceğimiz iki şey için, bizim kendisi olmadan bilgi sahibi olamayacağımızı söylüyor. Bu durum son dönem Türkiye’sinde öyle ileri gitti ki, distribütör bizzat tedarikçiyken, ihaleyi alan inşaat firmasının götürü iş vererek taşeron hizmet alması gibi, bizzat kazanacağı ve sorumlu olacağı otomobili galericiye satıyor, o da bizzat piyasayı belirleyerek fiyatları yükseltiyor. Peki, sorumluluk? Distribütör, “sıfır” diye tanımlanan ilk satış sonrasında üretici firmanın kurallarına göre 100 bin kilometre yahut 5 yıl gibi sürelerle tüketiciye karşı sorumluyken, galeriye doğrudan satılmış ve artık ikinci el olmuş araca dair bütün sorumluluklarından kaçmış oluyor. Galericininse neredeyse hiçbir sorumluluğu yok. Neymiş, kilometre garantisi varmış. Müthiş hizmet, muazzam kalite, ileri sorumluluk(!).
Müteahhit ise henüz binasını tamamlamadan dahi konutları ve dükkânları satmaya başlıyor. Satış işlemini yürütense kendi şirketi değil, emlakçı.
Soru şu: Emlakçı ve galerici kime hizmet ediyor?
Emlakçı da, galerici de sadece ve sadece kendisine hizmet ediyor. Şöyle ki; emlakçı, satış sırasında konutun satış fiyatından toplamda yüzde 4 oranında kazanç sağlıyor. Yüzde ikisi satıcıdan, yüzde ikisi alıcıdan. Alıcıya karşı hiçbir sorumluluğu yok. Hatta o kadar rahat ki, satıcının sorumluluğu var ama onun yine yok. Alıcının iddia edeceği, bekleyeceği hiçbir hizmet yok. Satıcının şartlarını dile getiriyor ve karşı taraf kabul ederse satış gerçekleşiyor, bu kadar. Kiralamada ise bir yıllık sözleşmede bir aylık kira bedelini kiralayandan alıyor. Kiralayan bu ücreti ödediğine göre bir hizmet var olmalı. Ama ne sorumluluk var, ne hizmet. Mülk sahibiyle bir tartışma olduğunda emlakçı devreye giriyor mu? Hayır. Öyleyse emlakçı bu kiralama işleminde ücretini kiralayandan alıyorken kime hizmet etmiş oluyor?
Galerici ise arabasını aldığı kişiye karşı tek taraflı bir kârla işe girişiyor. Daha ucuza alacak ve daha pahalıya satacak.
Bu iki manzaraya bakınca hemen soru geliyor: Alıcı ile satıcı neden doğrudan bir araya gelmiyor?
Bu sorunun cevabı maalesef şöyle: “Satan yahut mülk sahibi olan kişi insanlarla muhatap olmak istemiyor…”
İşte bu, insanlığın doğrudan yarasıdır. Ve bu yara kanayarak büyümeye devam etmektedir.
Emlak ve galeri komisyonu, çalışmayı ilke edinmesi gereken gence daha kolay ve daha rahat imkânlarla çalıştığına denk yahut ondan daha fazla para kazanabileceğini gösteriyor. Bunu gören genç ise meslek alanlarından kaçıyor ve kendisine kolay ve sıcak para imkânı sunarak müthiş (!) bir iyilik yapan emlakçı/galerici abisinin yanından ayrılmıyor. Karşımıza böylece yepyeni bir tampon kurum çıkıyor.
İnsanla muhatap olmak
Herhangi bir alışveriş merkezinde bulunan herhangi bir mağazaya girdiniz. Sizi karşılayan, hasbelkader verdiğiniz selâmı alıyor. O selâmdan sonra size yardımcı olunmasını istiyorsunuz fakat böyle bir girişime şahit olamıyorsunuz. Eskiden “tezgâhtar” gibi muazzam bir derinliğe sahip olan mesleğin ismi bile değiştirilmiş, “satış danışmanı” olmuş. Ortada meslek bırakılmamış. Satış elemanı, o mağazanın sahibi değil. Satılan malın üreticisi de değil, satılan mala dair hikâyeye de hâkim değil. Ama kendisine vaat edilen şey, satış yapması durumunda alacağı asgarî ücrete ek primin ödenecek olması. Ve prim, adeta bir komisyon zihniyetiyle işliyor.
Satış danışmanı, çekirdekten yetişme bir tezgâhtar değil. Mağazada satılan ürünle hiçbir duygusal bağı yok. En az liseye kadar tahsil görmüş. Fizik, kimya, matematik, dilbilgisi, yabancı dil, psikoloji, felsefe derken, hatta bir de üniversite görmüşse, karşısına çıkan müşteriye, “Benim burada ne işim var? Ah memur olsaydım” der gibi bakıyor. İşte burada muhatap alınacak bir insan kalmıyor. Hele müşteri de görgüsüzse, ne ahlâk kalıyor, ne keyif.
Bu anlamda ülkemizde “zorunlu eğitim” şeklinde tanımlanarak yasalaştırılan sistemin daha başlıktan itibaren yanlışlığı yüzümüze çarpıyor.
Hâlbuki Fütüvvet ve Ahilik sistemleriyle biz, özel bir ahlâkı yaşatıyorduk. Çalışan, çalıştığı mesleğin ilmini ustasından öğreniyordu. Bu sırada mesleğini ilgilendiren ne kadar bilim başlığı varsa ona vâkıf olmadan usta olamıyordu. Usta olduktan sonra uyduğu ileri görgünün kendisine öğrettiği bir kuralsa şunu fısıldıyordu: “Sen siftahını yaptın, komşunsa yapmadı. Öyleyse ona yönlendir…”
Bugün Türkiye’nin pek çok şehri alışveriş merkezleriyle dolu. Her alışveriş merkezi, zincir mağazaların işgali altında. Bırakalım alışveriş merkezlerini, büyükşehirlerde, bir mahallenin dört ayrı noktasında zincir bakkallar mevcut. Hem öyle bakkallar ki, hem şarküteri, hem manav, hem kasap, hem züccaciye, hem teknoloji marketi, hem tuhafiye, hem kırtasiye. İçeride çalıştırdığı kişi ne bakkal, ne de diğerlerinin ustası. Çırağı bile değil. Ama en az lise mezunu. Müşteriye karşı değil, kendisini çalıştıran şirkete karşı sorumlu hissediyor kendisini. Hepsi bu kadar.
Market, “piyasa” anlamına geldiği için bu kelimeyi kullanmıyorum; kaldı ki, bakkal küçük market değildir ve “market” dedikleri şey, bakkala haset ve düşmanlıkla bakanların icadıdır. Peki, herhangi bir zincir bakkalın çalışanının, siz ikinci sırada ödeme yapmayı beklerken şöyle dediğini duydunuz mu: “Az önce biz siftah yaptık, karşıdaki bakkal ise henüz yapmadı. Ondan alışveriş yapmanız mümkün müdür?”
Karşısındaki yahut yanındaki bakkalın varlığına mânî olan bir zincir sermaye sahibinden bahsedemiyoruz bile. Onun bir mahallede siftah konusunda yönlendirmesi gereken öyle çok esnaf var ki…
Muhatap olmaktan kaçınanların dünyasında insanlığı geliştirici tek bir medeniyet emaresi yetişemez. Fakat durum ortada. Peki, insanları komisyonculuğa yönlendiren bu manzara sadece bununla bitiyor mu?
Bugün Türkiye’nin pek çok şehri alışveriş merkezleriyle dolu. Her alışveriş merkezi, zincir mağazaların işgali altında. Bırakalım alışveriş merkezlerini, büyükşehirlerde, bir mahallenin dört ayrı noktasında zincir bakkallar mevcut. Hem öyle bakkallar ki, hem şarküteri, hem manav, hem kasap, hem züccaciye, hem teknoloji marketi, hem tuhafiye, hem kırtasiye.
Daha az çalışıp daha çok kazanmak hırsı
Önceleri mahalle abileri, mahallenin delikanlısı, gözüpek, merhametli yağızları olurdu. Bugünse bu abiler ya emlakçı, ya galerici. Bunun nedeni nedir sizce?
Komisyon, az çalışıp, daha doğrusu çalışmayıp, üretmeyip kazanç sağlamak hikâyesinin düğümüdür. Otomobil tamircisinde çalışan bir genç, aylık kazanacağı ücretin kıtlığının yanında çok zor şartlar altında iş görüyor. Bir fırın çırağı, hele yaz mevsiminde fırının ateşini, ustasının küreğini, müşterinin kahrını çekiyor. Bir terzi çırağı… Ama o yok ki, kalmadı. Netflix’te dizisi var sadece…
Neyse, örneğini verdiğimiz meslekler, evet meslekler, sanat ve bilim sahibi kültürlü bireyler yetiştirir. Fakat ortada bir meslek olmamasına rağmen kazanılan para, oldukça çekicidir. İşte emlak ve galeri komisyonu, çalışmayı ilke edinmesi gereken gence daha kolay ve daha rahat imkânlarla çalıştığına denk yahut ondan daha fazla para kazanabileceğini gösteriyor. Bunu gören genç ise meslek alanlarından kaçıyor ve kendisine kolay ve sıcak para imkânı sunarak müthiş (!) bir iyilik yapan emlakçı/galerici abisinin yanından ayrılmıyor. Karşımıza böylece yepyeni bir tampon kurum çıkıyor. Öyle ki, büyükşehirlerin taşra mahallelerinde parkların, elektrik panolarının, kaldırım taşlarının üzerine yapıştırılmış “Herkese Kredi” yazılı ilânların pek çoğunun adresi, toplumun bu yeni abilerinin mekânları çıkıyor.
Büyükşehirlerin bir üretim krizi yaşayacakları günlere doğru gidiyoruz. Bunun nedeni, gençlerimizin daha az çalışıp yahut hiç çalışmayıp kazanma hırsıyla dolmaları ve onların istihdam edilmesi gereken yerlerde mülteci kardeşlerimizin yer alıyor olması. Bu krizi daha tetiklemeye çalışan Zafer Partisi gibi oluşumların aslında toplumumuzu nasıl bir sosyolojik tuzağa çektiklerinden sanırım kendilerinin dahi haberleri yok. Doğrusu vatanperver olduklarını iddia edenlerin böyle tavırlardan kaçınmaları, vatanperverliklerinin asıl ispatı olacaktır. Fakat onların böyle bir niyetleri bulunmuyor.
Komisyon düşkünlerini ihracat ve ithalata yönlendirmek, sorunu çözme yöntemlerinden biri olabilir
Buraya kadar doğrudan hedef aldığımız bir kitle var, apaçık belli: Emlakçılar, galericiler ve zincir mağazalar. Sebebi, ilgilisinin yani çalışanının bir meslek sahibi olmayışı. Kimine göre kurye ve kuryecilik de bu listeye alınıyor. Bana göre kısmen. Zira en iyi ip kullanma sanatı bir denizcilerde, bir de hamallarda olur. “Kurye hamal değil ki” denilebilir. Sanatı yok, ama taşıyor işte. Neyse…
Madem bu hedefe aldığımız kesim ticaret yaptığını beyan ediyor, öyleyse nasıl ticaretin nasıl bir meslek olduğunu, yorulmanın, çalışmanın, kaynağa ulaşamayan insanları kaynakla buluşturmanın ve ürünü insanlara eriştiremeyenleri insanlarla buluşturanların mesleğini hatırlatalım: İhracat ve ithalat…
Son yıllarda bu komisyon müptelâsı kesim, Devlet’in ihracata olan teşvikini suiistimalde adeta yarıştı. Buna örnek, bazı eczacıların ahlâkın büsbütün dışına çıkarak, Türkiye’de arz edilmesi gereken ilaçları daha yüksek fiyatlarla satıldığı gerekçesiyle Avrupa’ya satmaları oldu. Hakikatli eczacılar, kendi sözde meslektaşlarını Devlet’e resmen şikâyet ettiler. Zira ülkemizde ilaç kalmamış, hekimden alınan neredeyse hiçbir reçete hastaya uygulanamaz hâle gelmişti. Hasta kişi sıhhate kavuşuyordu da ilaç ancak geliyordu neredeyse. Böyle ihracat olur mu?
Ülkemizin bir ihracat-komisyon problemi de fındıkta yaşanır her sene. Malûm bir manzara bu artık. Örneğin Giresun yahut Ordu’da fındık üretimi yapan bir çiftçi, fındığı 80 ilâ 90 lira arasında bir fiyata aracı/tedarikçi/komisyoncu tüccara satmak durumunda. Ve Giresun’da bile kabuklu fındık almak isteyen herhangi bir vatandaş, fındığı, kilosu en az 110 liradan alabilir. Daha ucuzunu bulmak üzere e-ticaret sitelerine girense bu yılki mahsulden olan fındığın kilosunu ancak 150 liranın altında bulamıyor.
Herhangi bir üretici, son tüketici ile doğrudan temas kurmak istediğinde algı plânındaki engele takılıyor. Yani dolandırıcılığa varan ithamlarla karşılaşıyor. Aradaki tüccarı/komisyoncuyu/tedarikçiyi çıkararak doğrudan piyasaya fındık arzı yapmak isteyerek market ve kuruyemişçilerle görüşmek de üretici için büyük bir problem. Zira son satıcı, sözde tedarik zincirini bozduğu hükmüyle piyasa içinde yargılanabilir ve dolayısıyla diğer ürünler konusunda ambargo yiyebilir. Bu yüzden son satıcı, tedarikçiyle arasını bozmamak için üreticiyi elinin tersiyle itiyor, son tüketici bu nedenle ürünü en pahalı fiyatıyla tüketmeye devam ediyor.
Yurtdışına ihracatta komisyoncunun üreticiyi dünyanın diğer ülkelerindeki tüketiciyle buluşturması anlaşılabiliyor. Fakat aynı komisyon yurtiçinde de işleyince, işin boyutu değişiyor.
Bu konuda özel bir çalışmanın Ticaret Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın ortaklığında gerçekleştirilmesi gerekiyor. Zira sistem yıkılıp ahlâk tesis edilmezse, Türkiye’de yıllarca enflasyonu konuşmaya devam edeceğiz.