The Book Thief: Kitap Hırsızı

Film, dönemin Alman toplumunun yozlaşmasını derinlikli olarak işlemiyor. Zaten filmin konusu da doğrudan bu değil ama filmin alt metninde, yozlaşan bir toplumun ne tür felâketlere yol açabileceğini çok iyi anlatılıyor.

SAVAŞ, insanlığa çok fazla acı mîras bırakıyor. Yıkım, trajedi, gözyaşı, ayrılık ve yitip giden onca hayat... Yani savaşın hayata düştüğü o kadar çok dipnot var ki, hepsi birer ders niteliğinde.

O nedenle savaş dönemlerini yazmak, hikâyeleştirmek ve beyaz perdeye aktarmak zordur. Fakat aktarım iyi olduğunda, ortaya kalıcı eserler çıkar. 

Avustralyalı yazar Markus Zuzak’ın “Kitap Hırsızı” adlı kitabı ve bu kitaptan aynı adla uyarlanan film de bunlardan biridir.

Bugünkü yazımızın konusunu “Kitap Hırsızı” kitabının kendisi değil de filmi oluşturuyor. Film, Hitler döneminin yıkıcılığını bir çocuğun dünyasından bizlere aktarıyor.

Yönetmen koltuğunda Brian Percival’ın oturduğu filmin başrollerinde Sophie Nelisse, Emily Watson ve Geoffrey Rush yer alıyor. Dramatik bir başlangıçla sahne alan film, daha başta savaşın yıkıcılığını zihnimize kazımayı başarıyor.

Küçük kahramanımız Liesel, komünist annesinden koparılıp koruyucu aileye verilen küçük bir çocuktur. Liesel, yeni ailesinde babasıyla iyi anlaşabiliyorken yeni annesine çok ısınamaz. Liesel okula gittiğinde okuma yazma bilmediği için dalga konusu olur. Ama yeni babası Hans’ın (Geoffrey Rush) yardımıyla okumayı öğrenir ve kitaplarla derin bağlar kurar.

Bu arada tüm aileyi tedirgin eden bir olay yaşanır. Nazilerden kaçan Max isimli Yahudi bir genç, Hans’ın evine sığınır. Hans, kendisine sığınan bu genci saklar. Çünkü zamanında Max’ın babasından çok iyilik görmüştür.

Max’ın eve gelmesiyle birlikte Liesel yeni bir arkadaş edinir. Filmi izlerken bazen boşluk hissine kapılsanız bile savaşın ortaya çıkardığı dramı bir bütün olarak zihninizde resmedebiliyorsunuz.

Bodrum katta saklanmak zorunda kalan Max’ın dışarıda olan biteni, güncel yaşamı, doğayı ve hattâ güneşi anlatmasını küçük kahramanımız Liesel’den istemesi, filmde beni en çok etkileyen detayların başında geliyor. Bu noktada Liesel’in imdadına kitaplar yetişiyor. Liesel kitap okuya okuya edindiği tasvir gücü sayesinde Max’ın umudunu korumasına yardımcı oluyor.

Nazi dönemi Alman toplumunun Hitler’in tezlerine ve Nazilerin işlediği onlarca insanlık suçuna nasıl rızâ gösterdiğini filmle tahayyül edebiliyorsunuz.

Filmi izlerken en sıcak karakterleri dahi soğuk bulabilirsiniz. Ama hikâyenin işlenişindeki detaylar hem içinizi ısıtıyor, hem de derin duygulara kapılıyorsunuz. 

Film, dönemin Alman toplumunun yozlaşmasını derinlikli olarak işlemiyor. Zaten filmin konusu da doğrudan bu değil ama filmin alt metninde, yozlaşan bir toplumun ne tür felâketlere yol açabileceğini çok iyi anlatılıyor.

Filmdeki anlatımlar ve hikâye örgüsü, filmin uyarlandığı kitaba göre biraz yavan kalmış. Ayrıca kitaptaki anlatım gücü filme yeterince yansımamış. Fakat kurgunun yakaladığı ritim ve bu ritmin oluşturduğu büyü, dengeyi sağlamaya fazlasıyla yetiyor. 

Film, gerilim ve merak duygusunu çok fazla zirveye çıkarmıyor ama hikâyenin yalınlığı filme kolaylıkla tutunmanızı sağlıyor.

Filmde dış ses olarak yer alan anlatıcının kim olduğunu keşfetmeniz biraz zor olabilir. Ama bu keşfi, yaptığınız kurgu ile anlatıdaki ince işçiliği daha derinlikli olarak idrak edeceksiniz.

Kahramanımız Liesel daha çocuk olmasına ve toplumsal kuşatılmışlığa rağmen kitaplar sayesinde hayata o kadar olgun bakıyor ve olaylara o kadar olgun tepkiler veriyor ki, onun bir çocuk olduğunu yer yer unutuyorsunuz.

Bir dönem filmi olması nedeniyle hemen kendinizi hikâyenin ortasında bulamayabilirsiniz ama karakterlerin diriliği, ânı yaşamanızı fazlasıyla sağlayacaktır.

Eğer kitabını okumadıysanız, filmi izledikten sonra kitabı da okumayı ihmâl etmeyin!

İyi seyirler…