Tezkirelerde mizah figürü bir şair: Revânî

Şairliği yanında hattatlık hüneri de olan şairin mûsikîde de salim bir zevki vardır. Akıcı, açık, anlaşılır ve sade üslûbuyla döneminin önde gelen şairlerinden biri olan Revânî’nin mürettep bir Dîvân’ı, Sâkinâme türünün ilk örneği olan İşretnâme’si ve henüz ele geçmeyen Hamse-yi Rûmî adlı bir mesnevî külliyatı vardır.

DÎVAN edebiyatına ait mizahî veriler, bazı kısmî araştırmalar dışında, henüz tam anlamıyla ele alınıp değerlendirilmemiştir. Oysa bu edebiyatın ürünü olan manzum-mensur pek çok eserde mizah, lâtife, nükte, yârenlik, mutâyebe, hezil, ironi, şakalaşma, mizahî yergi ve hicve kapı aralayan oldukça renkli ve zengin bir malzeme vardır. Bu zengin verilerin ele alınarak içerdikleri mizah türlerine göre tasnif edilip incelenmeleri, meraklılarına klasik Türk edebiyatının başka bir boyutunu göstermesi açısından son derece faydalı olacaktır.  

Bu bağlamda tezkirelerdeki verilerden hareketle, yaşadığı dönemin edebî muhiti içerisinde mizahtan mizahî yergi hudutlarına, alay ve şakalaşmadan trajikomik sınırlarına gidip gelen bir Dîvan şairi olan Revânî’den bahsedeceğiz.

Revânî (1470/?-1524), 15’inci asrın ikinci yarısıyla 16’ncı asrın ilk çeyreğinde yaşamış bir şairdir. Edirneli olan Revânî, 1500 yılı civarında İstanbul’a gelerek 1501’de kâtiplik görevine başlar. 1509 yılında Surre emini olarak gittiği hacda, Surre akçalarının bir kısmını zimmetine geçirdiği iddiaları üzerine hac dönüşü İstanbul’dan kaçarak Trabzon’da Şehzade Selim’e sığınır. Şehzade’nin 1512’de tahta geçmesi üzerine Revânî, önce matbah kâtibi, ardından matbah emini ve sonunda da geliri oldukça yüksek olan Ayasofya mütevellisi olur.

Yavuz’un Mısır Seferi’ne katılan şair, sefer dönüşü sunduğu “berf” redifli bir kasidenin Sultan tarafından tenkit edilmesiyle Ayasofya mütevelliliğinden uzaklaştırılarak Bursa kaplıcaları mütevellisi olur. Yavuz’un ölümünden sonra Kanunî döneminde 1521 yılındaki Belgrad Seferi’ne katılan şair, 1524 yılında İstanbul’da ölür.

Revânî; zeki, hoşsohbet, nüktedân, girişken ve neşeli bir insandır. Şairliği yanında hattatlık hüneri de olan şairin mûsikîde de salim bir zevki vardır. Akıcı, açık, anlaşılır ve sade üslûbuyla döneminin önde gelen şairlerinden biri olan Revânî’nin mürettep bir Dîvân’ı, Sâkinâme türünün ilk örneği olan İşretnâme’si ve henüz ele geçmeyen Hamse-yi Rûmî adlı bir mesnevî külliyatı vardır. Şairin bu erdemlerinin yanında yeme-içmeye aşırı düşkünlüğü, mâkâm ve mevki zaafı, bazı şairlerin buluşlarını kendi şiirlerinde kullanması, zevklerinin aykırılığı ve elinin fazla sıkı oluşu da kusurları arasında sayılır. İşte şairin bu kusurları, dönemin cârî edebî ortamında onun etrafında bir mizah ve lâtife silsilesi oluşmasına yol açar.

Revânî-Sehî Bey

Dönemin tezkirelerinde Revânî’nin bir mizah ve ince alay figürü  olarak boy gösterdiği ilk belge, Anadolu sahasında, 1538 yılında, Ali Şir Nevâyî tarzı ilk tezkire olan Sehî Bey’in Heşt Behişt’inde yer alır. 

Kendisi de bir şair olan ve Revânî ile aşinalığı bulunan Sehî Bey, eserinde şairin biyografisi üzerinde dururken şöyle der: “Revânî’nin bazı şairlerin rengîn sözlerini ve parlak hayâllerini alması ve yüce Ka’be hademesinin Surrelerinden belli bir miktar akçayı zimmetine geçirmesi söylentileri nedeniyle latîfe yollu şu beyti söyledim: ‘İlün ma’nîsin almasın Revânî/ Ana hayr itmez âhir Ka’be hakkı.’ (Revânî’ye söyleyin, başka şairlerin şiirlerindeki anlamları almasın, Kabe’de yediği hak, akıbet ona hayır etmez.)”

Sehî Bey, burada dostuna dikenli bir gonca sunarak, şiirlerinde başka şairlerin güzel söz ve hayâllerini kullanmamasını tembih eder ve Kâbe’de yaptığı yolsuzluğun akıbetinin acı olacağı konusunda uyarır. Ancak Revânî’nin Surre akçasının dağıtımında yolsuzluk yaptığına ilişkin dedikodu, rakiplerine çok zengin bir mizah ve hiciv alanı açtığı için, dönemin şairlerinden bazıları, bu olayın üzerine mahlaslarını gizleyerek giderler. Üstelik tam bu sırada Revânî’nin bir göz iltihabına yakalanarak bulanık görmeye başlaması, muarızlarına arayıp da bulamadıkları kadar verimli bir sataşma ortamı sunar. Bunlardan birisi şöyle der: “Müselmânlık mıdur bu kim Revânî/ Unutdun Ka’beye varalı Hakkı/ Ne gam ger dînüne noksân gelürse/ Hele dünyâna  itdürdün terakkî/ İçüne kan olup turdı gözüne/ Seni âhir onarmaz Ka’be hakkı.”

(Revânî, bu yaptığın Müslümanlığa sığar mı? Kâbe’ye gittiğinden beri Hakk’ı ve hakkaniyeti unuttun. Yaptığın işten dolayı dinine noksan gelirse gam yok, zira dünyalığını tuttun. Ancak zimmetine geçirdiğin bu mallar, içine kan olup gözüne durdu. İyi bilesin ki, Kâbe hakkı yemek seni iflah etmez.)

Revânî-Gazâlî (Deli Birâder)

“Deli Birâder” lakabıyla anılan Gazâlî (ö.1534-36), Bursalıdır. Bohem bir hayat tarzı olan şair, hiçbir görevde uzun süre kalmaz. Sivrihisar müderrisliğine başladıktan kısa bir süre sonra tayin isteyince, “Süreni doldurmadan niye tayin istiyorsun? diyenlere “Sivri bir yer olduğu için oturup huzur bulamadım, bana düz bir yer ihsan edin” cevabını verir. Akşehir’e atanıp buradan da memnun olmaz. Tayin isteme gerekçesi şudur: “Akşehir kara bahtıma münasip değildir.”

Emekli olunca İstanbul’a gelir. Beşiktaş’ta bir hamam yaptırır. Bu hamam İstanbul zariflerinin toplanma yeri olur. Diğer hamamlar bu yeni mekânla rekabet edemez hâle gelince, rakipleri hamamla ilgili nahoş dedikodular yayarak hamamı yıktırırlar. Bu hâdiseden sonra şair, her şeyini satarak Mekke’ye gidip orada bir mescit ve bahçe inşâ ettirir. Fakat hiçbir zaman İstanbul muhitini unutamaz. Mekke’de ölür ve yaptırdığı mescidin avlusuna gömülür.

Gazâlî’nin en tanınmış eseri, Osmanlı hezil ürününün zirvesi sayılan Dâfi’ul-Gumûm adlı eseridir. Topladığı cinsel içerikli fıkraları nazmen kaleme aldığı bu eser, bir bahname özelliği taşır. Ana kurgusu gülmece olan bu eser -sonra pişman olup nüshaları toplatmak istese de- şairin peşini bırakmaz. Gazâlî, tezatların adamıdır. Dâfi’ul-Gumûm ne kadar rindane bir eserse, diğer çalışmaları aksine ciddî dinî eserlerdir. Bunlardan Misbâhu’l-Hidâye adlı eseri, Hanefî fakihlerinden Mergînânî’nin Hidâye Şerhu Bidâyetü’l-Mübtedî isimli eserinin manzum tercümesi olup, Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Gazâlî ile Revânî arasında geçen lâtifelerden bir kısmı tezkirelere yansımıştır. Gazâli, Revânî’nin Surre akçalarını zimmetine geçirdiğine dair mizah ve hiciv furyasına değişik tipte bir şiirle katılır. Şair, bu şiirinde Revânî’yi suçlamak yerine, onun ağzından bu işi yaptığını itiraf eder nitelikte bir şiir kaleme alır. Gazâlî’nin bu yöntemi o kadar başarılı olur ki dönemin kaynakları bu şiiri Revânî’nin itirafnamesi zannederler. Gazâlî, bu işi yaparken Revânî’nin âşıkane tarzda yazdığı aşağıdaki matla ile başlayan gazelini tahrif ederek tehzilî bir kıtaya dönüştürür. 

Revânî’nin matlaı: “Lebüñ içün baña neler dirler/ Bal tutan barmagın yalar dirler.”

Gazâlî’nin tehzilî kıtası: “Be Revânî gör’e neler didiler/ Bal tutan barmagın yalar didiler/ Ka’beyi böylece ziyâret iden/ Dîn ü dünyâsını yapar didiler.”

Revânî, Gazâlî’nin bu kıtasından haberdar olunca Deli Birâder’e hiciv üslûbunda bir cevap verir. Tezkirelerde bu hicvin metni yoktur. Lâkin hicve yatkın bir kişilik sahibi olmayan Revânî’nin bu zayıf hicvini gören Gazâlî, onun saray mutfağında kâtip olmasından da hareketle şu cevabı verir: “Gazeli eyce dir Revânî Beg/ Hicvi ammâ ki ol kadar diyemez/ Matbah iti lute toyum olıcak/ İştihayla inence b.k yiyemez.”

(Revânî Bey, gazeli oldukça güzel söyler ama hicivde o kadar başarılı değildir. Malûm, mutfaktan beslenen köpek yala doyunca o kadar iştahlı b.k yiyemez.)

Gazâlî aracılığıyla Revânî’nin gizlemek istediği bir sırrını daha öğreniriz. Revânî matbah kâtibiyken, matbah emîni de Abdüssamed adlı bir zattır. İkisi arasında beraber yiyip içmekten kaynaklanan sıkı bir dostluk vardır. Bir gün araları açılır ve birlikte içerlerken Abdüssamed sarhoşluğun da etkisiyle Revânî’yi bir güzel döver. Revânî bu dayaktan sonra ayılır ve amirine “Efendim, olan oldu, ne olur bu olayı başkaları duymasın diye” ricada bulunup elini öper. O sırada sipahi oğlanı olan Duhânî Bey’in gereksiz bir konuşmasından dolayı ağası tarafından dövüldüğünden herkesin haberi olur. Abdüssamed bu olay vesilesiyle övünmek için, kendisinin de Revânî’yi aynı şekilde dövdüğünü bir yerde anlatır. Bu anlatıyı duyan Gazâlî, her iki dayak olayını şu kıtada birleştirerek bu sırrı fâş eder: “Yaramaz oldı hayli yaranlar/ Agası dögdügi Duhanî Begi/ Korkaram kakıyı gele bir gün/ Döge Abdüssamed Revani Begi/ Başına kakmanız dögüldügini/ İtiraz eyleyüp Duhânî Bege/ Degenek kıssasın anman ki/ Tokunur bir ucı Revânî Bege.”

(Şu sıralar dostlar oldukça fenalık yapıyorlar, (Duyduk ki) ağası Duhanî Bey’i dövmüş. Korkarım ki bir gün öfke ve hışımla gelip Abdüssamed de Revanî Bey’i döver. Sakın itiraz ederek Duhanî Bey’in dövüldüğünü başına kakıp da değnek olayını dile getirmeyin, çünkü bu olayın bir ucu da Revânî Bey’e dokunur.)

Gazâlî muhtemelen bir yaz günü hummaya tutulur ve hummanın hararetinden kurtulmak için uşak göndererek, o zaman matbah emîni olan Revânî’den kar veya buz ne varsa göndermesini ister. Eline böyle bir fırsat geçen Revânî, işi anlamazlığa vurarak şair dostuna iki karpuzla beraber, onun hastalığından duyduğu sahte üzüntüyü içeren şu kıtayı gönderir: “Şol harâret ki şöyle dûr etdi/ Cism-i cânânı istirâhetden/ Komadı cânumuzda rahat hiç/ Biz de mahrûruz ol harâretden.”    

(Şu humma ateşi, demek dostun nazik bedenini oldukça sarstı. Onun bu hâlini duyunca bizim canımızda da rahat kalmadı, biz de o hararet ile kavruluyoruz.)

Deli Birâder, kar ve buz talebinde Revânî’nin işi yokuşa sürdüğünü anlayınca, bu kez soğuk şerbetle yüreğine su serpilsin ve humma ateşini soğuk şerbet kessin diye şu kıtayı gönderir: “Hararet aşdı hadden anı def’e/ Bize kar buz gerek, karpuz gerekmez/ Eger matbahda yah kalmadı ise/ Sovuk şerbet gerek, kar buz gerekmez.”

(Hararet hâddi aştı, onu teskin etmek için bize karpuz değil, kar veya buz lazımdır. Eğer mutfakta buz kalmadıysa, kar veya buza gerek yok, soğuk şerbet de kâfidir.)


Revânî-Sücudî

Revânî ile Sücûdî’nin tanışıklığı, Yavuz Sultan Selim’in Trabzon şehzadeliği döneminden gelir. Şehzadenin maiyetindeki şairlerden biri de Sücudî’dir. Priştine veya Kalkandelenli olduğu söylenen Sücudî, Yavuz Selim ve Kanunî dönemlerinde silahtar kâtipliği yapmış ve bu görevde iken Hacca giderken Hac yolunda ölmüştür. Yavuz’un seferlerini anlatan bir Selîm-nâme’si vardır. Tezkire yazarı Âşık Çelebi’nin belirttiğine göre, içki düşkünlüğü sebebiyle dönemin şairleri mahlasını Sücûdî yerine “Süci iti/Sucı iti” şeklinde söylerlermiş. Sücûdi ise buna pek alınmaz, “Ne yani, bunlar Tâcîzâde’ye bilmem ne biti diyorlar, bana Süci iti demelerine şaşılır mı?” diye mukabele edermiş.

Tezkirelerin bildirdiğine göre Revânî, Mısır Seferi’nde Yavuz Sultan Selim’e “berf” (kar) redifli bir kaside sunar. Bu kasidenin bir yerinde Padişah’ın cömertliğiyle kar arasında ilişki kuran ve Padişah’tan söz ustalığıyla kar bulutu renginde bir sincap kürkü talep eden şu beytin yani “Sincab-ı ebri bana bagışlardı şübhesiz/ Cûdun gibi bulaydı eger i’tibâr berf” (Sultanım, eğer kar cömertliğin gibi itibar görseydi, şüphe yok ki bana bulut renkli bir sincap kürkü bağışlardı) mesajı, Padişah’ın mizacına hoş gelmez ve “Berf övülesi bir nesne midir ki bunun gibi soğuk bir sözü benim cömertliğimi tarif kastıyla kullanarak kaside sunarsın” diye şairi azarlar. Hatta bununla da kalmaz, şairi hem padişah nedimliğinden, hem de Ayasofya mütevelliliğinden azleder. Padişah’ın Revânî’nin sunduğu kasideye karşı takındığı bu sert tutum, rakip şairler tarafından kaçırılacak bir fırsat değildir elbet. Nitekim aynı mecliste bulunan Sücudî, bu olay üzerine derhâl şu mizahî yergi kıtasını söyler: “Sovuk sözlerle tondurdun cihânı/ Başuna tolular yağsun Revânî/ Bürûdetden cahîmi ide yahdân/ Sovuk eş’ârın okursa zebânî/ Umarken çarhdan sincâb-ı ebri/ Devirdi kürkini  gel gör zamânı.”

(Dünyayı soğuk sözlerle dondurdun, Revânî, başına dolular yağsın. Zebanî soğuk şiirlerini okusa cehennem bile soğuktan buz kesilir. Felekten bulut rengi sincap kürkü umarken, gel gör ki zamane kürkünü devirip seni soyup soğana çevirdi.)  

Revânî, Sücudî’nin bu mizahî yergisinden haberdar olunca şairin ihtiyarlıktan dolayı belinin bükülüp adeta dört ayak üzerine gelme durumunu, lakabı olan “Süci iti” imajıyla birleştirerek şu karşılığı verir: “Yüzün tokınmaduk yir yok Sücudî/ Anunçün didiler sana Süc’iti.”

(Ey Sücudî, köpek gibi, ağzının burnunun dokunmadığı yer kalmadığı için sana Süci iti demeleri boşuna değildir.)

Revânî-Basîrî

Basîrî (1466/67, 1534/35), Horasanlıdır. Bu yüzden “Acem Basîrî” ve abraş hastalığından dolayı “Alaca Basîrî” olarak da tanınır. İkinci Bayezîd tahta çıkınca Akkoyunlu elçisi olarak İstanbul’a gelen Basîrî, geriye dönmeyerek İstanbul’da kalır. Bu esnada pek çok devlet adamıyla yakından görüşen şair, İskender Çelebi’nin yakın arkadaşı ve nedimi olur. 70 yaşında iken İstanbul’da ölür. Tezkireler hem Türkçe, hem de Farsça şiirlerini takdir ederler.

Kaynaklar Basîrî’yi güleç yüzlü, konuşkan, sohbeti hoş, zarif bir adam olarak tanıtırlar. Özellikle mizaha düşkün ve lâtife üretme konusunda hünerli biridir. Bu özellikleri yönünden kendisine çok benzeyen Revânî ile kısa zamanda dost ve ahbap olur. Onun lâtife üretme konusundaki maharetini gösteren şu olay çok ilgi çekicidir: Basîrî, bir gün Revânî’nin yanına varıp bir kaside sunarak caize almak ister. Şairin şaire kaside sunması alışılmış bir şey değildir. Basîrî’nin maksadı, bu durum karşısında Revânî’nin nasıl davranacağıdır. Zira nüktedan bir insan olan Revânî, aynı zamanda eli sıkı biridir. Ancak Basîrî’nin bu davranışı üzerine ilk tepki, tezkire yazarından şu kıta ile gelir: “Cerr içün şâ’ire kıt’a ya kasâyid ileden/ Beñzer aña sata bostancıya terhûn u tere/ Eblehi gör iledür Hinde biber Mısra şeker/ Bir şeyi tuhfe ider kopdugı bitdügi yire.”

(Caize almak için bir şaire kıta ve kaside sunan, tereciye tere satan birine benzer. Hindistan’a biber, Mısır’a şeker götüren şu şaşkına bak, bir şeyi tutup üretildiği yere hediye götürür.)

Basîrî’nin oyununu gören Revânî de karşı bir oyun kurarak usulden olmadığı hâlde derhâl on akçe caize hazırlayarak kâhyası ile Basîrî’ye gönderir. Ancak Revânî’nin gönderdiği akçaların beşi altın, beşi de kurşundur. Bu hileli caizeyi alan Basîrî, aslında Revânî’nin böyle bir oyun kuracağını tahmin etmektedir. Onun asıl maksadı ise dostunun hareketine bozulmuş gibi yaparak abartılı bir dille cimriliğini diline dolayıp onu gülünç duruma düşürmektir. Kendisine hileli caize gönderen Revanî’ye, eli sıkılığını Pinti Hamid’e benzeten şu kıtayla sataşır: “Revânî’yle meger Pinti Hamîd’ün/ Bir aradan yaradılmış revânı/ Birinüñ vasf-ı nânı lâ-yezûkûn/ Birinüñ na’t-ı âbı len-terânî/ Ne denlü nânı var Pinti Hamîd’ün/ İki ol denlüdür âb-ı Revânî.”

(Meğer Revânî ile Pinti Hamid’in ruhları birlikte yaratılmış. Birinin ekmeğinin vasfı, tadanı yoktur, diğerinin suyunun niteliği, göreni yoktur. Pinti Hamid’in olmayan ekmeği ne kadarsa, Revânî’nin suyu da o ekmeğin iki katı kadardır yani yok oğlu yoktur.)

Basîri bununla da yetinmez, yemek için Revânî’nin evine gidip aç kaldığı algısıyla edebî ortamda dilden dile gezen şöyle bir kıta daha üretir: “Vardum Revânî matbahına tu’me isteyü/ Gördüm harânîsini acından köper kusar/ İmsâk içün riyâzât ider çok zamân lîk/ Bir müftce lût bulsa velî rûzesin sınar.”

(Yemek için Revânî’nin evine gittim, gördüm ki ev halkı açlıktan kusar. Revânî, pintiliğinden dolayı çok zaman oruç tutar görünür lâkin beleş bir yemek bulsa derhâl tuttuğu orucu bozar.)

Revânî’nin cevâbı: “Ey Basirî katı göñli karadur şûhınun/ Gel’e insâf idelüm sen de biraz alacasın/ Ben didüm bu ikisinden ‘acabâ kangısı yeg/ Didi biri toñuzuñ alacasın karacasın.”

(Ey Basîrî, tutalım ki şu neşeli ve şen dostunun gönlü fazla karadır. Gel, biraz insaf edelim, sen de alacasın -yüzü çopur ve fitnekâr-. Ben ‘Acaba bu ikisinden hangisi iyidir?’ dedim. Domuzun birisi -yani Basîrî- alacasını da söyledi, karacasını da.)

Basîrî ile Revânî bu tip tariz ve lâtifelerle atışsalar da aralarındaki ilişki pek kopmaz. Basîrî, Revânî’yi daima cimrilikle, Revânî de onu sürekli abraş hastalığıyla karikatürize eder. Bir gün bir mecliste Revânî, “Molla, çoğu şiirinde bizi cimrilikle zikredersin” diye sitem edince, Basîrî cevabı yapıştırır ve “Kerem eyle medh ideyüm” (yani “Sen cömertlik gösterdin de ben mi övmedim?”) der. Revânî ise onun o günkü mecliste büyük bir şevkle okuduğu şiirlerini över görünüp, aslında abraşlığına vurgu yaparak mizahî yergi fırsatını kaçırmaz: “Germ ile şi’rini meclisde Basîrî okuyup/ ‘Arz iderdi bize ma’nîlerini ikide bir/ Câbecâ ma’nîlerin ‘arz idicek meclisde/ Ehl-i diller yüzüñ ag ola didiler yir yir.”

(Basîrî mecliste şiirlerini aşk ve şevkle okuyarak ikide bir şiirindeki anlamlar üzerinde dururdu. Onun şiirindeki mânâları ara sıra açıklaması üzerine meclisteki gönül erleri, yer yer, “Var ol Basîrî, yüzün ak olsun” dediler.)

Revânî, burada “Yüzün ak olsun” tabirini bir iltifat gibi sunmakta olsa da muradı, şairin yüzünün alalığını ince bir alay ile göz önüne getirerek muhataplarını Basîrî’nin durumuna güldürmektir. 

Revanî-Zâtî

16’ncı asır şairlerinden olan Zâtî (1471-1546), Balıkesirlidir. Tam bir eğitim almamış, kendisindeki şairlik yeteneğini ilerletmek için gerekli bilgileri edinmeye çalışmış, biraz Farsça öğrenmiş, Müneccimzâde’den remil kaidelerini tahsil etmiştir. Dönemin şairleri Farsçadan tercümeler yapıp kendi şiirleriymiş gibi okuduklarında, “Bu Farsçada vardır, falanın filan beytinden tercümedir” der, bir şiiri kendisi tercüme etse ve bunu fark edip söyleseler “Benim Farsça bilmediğimi bilirsiniz” diye cevap verirmiş.

Zeki, nüktedan ve neşeli biri olan Zâtî, geçimi zora düşünce Bayezid Camiî yakınında bir remil dükkânı açar. Bu dükkân bir müddet sonra İstanbul’un en önemli şiir ortamlarından biri hâline gelir. Ancak onun buraya gelen şairlerin bazı şiirlerindeki mazmun ve hayâlleri zihninde tutarak kendi şiirlerinde kullandığı olgusu, genel kabul gören bir durumdur.

Zâtî’nin Dîvân’dan başka aşk ve macera konulu “Şem’ü Pervâne” adlı bir mesnevisi, Edirne Şehrengizi, edebî ve tarihî şahıslar arasında geçen karşılıklı konuşmalar ile şairin bunlara verdiği nükteli cevaplardan oluşan Letâyif’i, Gazâlî Deli Birâder’in manzum mizahî mektubuna aynı üslûpla verilen cevaptan oluşan manzum bir Mektûb’u vardır.

Revânî ile Zâtî’nin bazı şairlerin şiirlerindeki özgün hayâl ve anlamları kendi şiirlerinde kullandıklarına dair dönemin tezkirelerinde kayıtlar vardır. Bu iki şairin birbirlerini kendi şiirlerinden anlam çalma konusunda suçladıkları da olurmuş. Dönemin şairlerinden biri, bu durum üzerine şu manidar kıtayı söyler (bu kıtada sirkat işini Zâtî’nin daha alenî yaptığına dair bir ima vardır): “Ma’nîlerümi göz göre baglar yürür diyü/ Zâtî ile Revânî yine kan bıçak durur/ Zâtî’ye niçün eyle idersün didüm didi/ Uğrıdan ise bâri harâmîye hak durur.”

(Şiirimdeki mânâları göz göre göre çalıp götürür diye yine Zâtî ile Revânî kanlı bıçaklı düşmandır. Zâtî’ye ‘Neden böyle yaparsın?’ deyince, ‘Eşkıya dururken hırsızın hakkı değildir’ dedi.)

Döneminde ayyuka çıkan bu intihaller için aynı minvâlde başka bir şair de şu kıtayı söyler: “Şu’arâ-yı zamâne kim varı/ Birbirinden ugurlar eş’ârı/ ‘Aybdur bu didüm bir ehle didi/ Zî-hüner cerr iderse cerrârı.”

(Zamane şairlerinin bütün sermayeleri, birbirinden çaldıkları şiirlerden ibarettir. Bir şiir ehline ‘Bu çok ayıp bir iştir’ deyince, ‘Ne ayıbı, dilencinin dilenciden dilenmesi hünerin ta kendisidir’ dedi.)

Revânî’nin vergi toplamak için yola çıkacağını duyan Zâtî, şu kıta ile uyarı görüntüsü altında rakibini tezyif eder: “Harâca gitmek isterseñ yarar yoldaşlarla git/ Revânî b.k yidi çokdur sakın yolda seni yirler.”

(Revânî, vergi toplamaya gideceksen işe yarar adamlarla git, yolda b.k yedi çoktur, sakın, seni yerler.)

Revânî bir defasında attan düşüp ayağını kırdığında nüktedan şair, taşı gediğine şöyle koyar: “Kazâ gelmezdi nâ-ehle Revânî/ Saña geldi sıdı şeytân ayağın.”

(Revânî, senin gibi işinin erbabı olmayanlara kaza gelmezdi, ama sana geldiğine göre, desene şeytanın bacağı kırıldı.)