Tetris oynar gibi

O oyuncağın hangi oyununa girerseniz girin, aynı oyunu oynayacaksınız. Ancak boşluk bırakmazsanız oyunun (hayatın) hakkını verirsiniz. Değilse, “Gerçek” yazıp boşluk bırakın, aklınızdan geçen numaraya gönderin, biz o boşluğu dolduralım!

1990’lı yılların en özel oyuncaklarından biriydi tetris. Öyle zevkliydi ki atari ve bilgisayarlara dahi yüklenerek her yaştan insanın vakit geçirdiği bir oyun oldu.

Oyunun amacı, “boşlukları doldurmak” olarak bilinirdi. Fakat asıl amaç boşlukları doldurmak değil, “boşluk bırakmamak” idi. Zira boşluk bırakılmadığında oyunun yazılımı oyuncuya yeni alan açardı. Yukarıdan gelen şekli birbirinden farklı tuğlalar ne kadar sık ve boşluksuz dizilirse o kadar puan kazanılır, aşağıdan yapılan eksiltme ile oyun sahası genişlerdi. Eğer öylesine, gelişigüzel bir yerleştirme yapılırsa alan dolar, oyunu oynayacak ve gelen tuğlaları sıralayacak yer kalmazdı. Dolayısıyla oyun biterdi. Yani oyunun kuralı, ne kadar az boşluk bırakılırsa o derecede oyuna devam edileceği yönündeydi. Kazanmak isteyen, boşluk bırakmamalıydı.

Günümüze dek tetris oynayarak büyüyen bir nesil var artık elimizde. O günlerde doğanı bile bugünlerde 30’lu yaşları gördü. O günlerden bugünlere bir motto dahi belirginleşti: “Hayat boşluk kabul etmez!”

Fakat insanın boşluklardan faydalanmak gibi bir huyu vardı. Adeta bile isteye boşluk bırakır gibi davranıyordu. Ancak bırakılan her boşluk başına belâ oluyordu. Örneğin hukuk alanında bırakılan her boşluk, sözde kazanç olarak değerlendiriliyordu. İyi de, hani tetriste boşluk bırakmazsan kazanırdın? Kendisine boşluk bırakmamaya dayalı bir eğlence bulan toplum, neden boşluk arar olmuştu. Yoksa kendi kurgusuyla doldurmak için mi? Boşluk araya araya boşluk mu bulur olmuştu? Ne de olsa arayan Mevlâ’sını da bulurdu, belâsını da. Biz de belâmızın peşine düşmüştük…

Uygun olmayan arazileri imara açtık meselâ. Sonra hakkını vermedik mimarın, hakkını vermedik mühendisin, hakkını vermedik işçinin, hakkını vermedik malzemenin, hakkını vermedik temelin, hakkını vermedik çatının, hakkını vermedik altyapının. Altın hakkını vermesek de, üsttekilerin üstte kalabileceklerini düşündük. Kazanacaktık. Sözde… Ama tetris bir süre sonra öyle hızlandı ki sürekli dikine çubuk şeklindeki tuğlaları gönderdi yukarıdan. Peş peşe dikine çubuk hâlindeki tuğlaları dikmek zorunda kalınca oyun hemen bitti. Ve yandık!

Boşluk dolduracaktık sözde, fakat hızına yetişemez olduk oyunun. Tıpkı zamanın hızına yetişemediğimiz gibi… Zaten zamanla yarışa girmekten imtina etmeli, hâddimizi bilmeliydik. Fakat bilmedik. Ne zaman emaneti teslim edeceğimizi düşünmediğimiz gibi, yere yakın olmak yerine göğe yakın durmaya heveslendik. Dikine diktik evlerimizi. “Doğa” denen kulun hakkına girip, onun hakkını gasp edip, onun hakkını yiyip doğanın Rabbine meydan okuduk. Kendi fıtratımıza düşman kesildiğimiz gibi, doğanın fıtratını da tanımazlıktan geldik. Ne ölçü tanıdık, ne mantık, ne matematik.

Yıllarca “Depremle yaşamaya alışmalıyız” dedik durduk. “Alışmak mı, o da ne? O doğa kusura bakmasın ama ben ona alışamam, o bana alışsın! Hem beni böyle kabul etsin!” demekten geri kalmadık. Bu cümlenin geçtiği sesi bizim kulağımız işitmedi. Zira öyle kibirliydik ki dolayısıyla frekansı da çok yüksekti sözlerimizin. E insan kulağı yüksek şiddete sahip frekansları işitmiyor ne yazık ki…

Ama hani o tuğlaları dizdikçe puan toplayacaktık? Evet, oyunun kuralını ve amacını anlamayınca, oyunu kendimize uydurmaya cehdettik. Kusura bakmayalım, bizim olmayanı gasp etmeye kalkışınca, yağmacıdan farkımız kalmadı. Sonra boşluğunu aradığımız hukukun bizi korumasını istemişiz, ne fayda?  

O oyuncağın hangi oyununa girerseniz girin, aynı oyunu oynayacaksınız. Ancak boşluk bırakmazsanız oyunun (hayatın) hakkını verirsiniz. Değilse, “Gerçek” yazıp boşluk bırakın, aklınızdan geçen numaraya gönderin, biz o boşluğu dolduralım!