HADİ Özışık’ın sosyal medya kanalındaki
programına konuk olan Abdurrahman Uzun, AK Parti ile halk arasındaki kopukluğu
anlatan bir anekdot paylaştı. Burada uzun uzun anlatmayacağım hikâyeyi. Ancak
bir seçmenin gözünden anlatılan hikâye, 2002’de zemin katta oturan AK
Parti’nin, her yıl biraz daha üst katlara taşınarak sokağın sesini duymaktan
nasıl uzaklaştığını anlatıyordu.
AK Parti, sokağın sesini duyarak geldi iktidara. Hatta sadece
duyarak değil, vatandaşına temas ederek, birebir konuşarak, dinleyerek…
Kimse zannetmesin ki o günlerde Tayyip Erdoğan sokağa çıkıp
bütün gün dolaşıyor, milyonlarca insanla kontak kurup her birini kendi
dinliyordu. Hayır, bunun için kurulmuş mükemmel bir sistem vardı ve Erdoğan’ın daha
1985 yılında İstanbul İl Başkanlığı görevini üstlendiği dönemde temelleri
atılmıştı. Bu sistem hem kendisine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı
hem de mensubu olduğu Refah Partisi’ni iktidara taşımıştı. Teşkilât,
ulaşabildiği her eve giriyor, özellikle sesini duyurmakta zorlanan kesimlerde,
kendilerine kıymet verildiği hissini aşılıyor. Bunu, canını dişine takarak
yapıyor ve sonuç almak konusunda bir umutsuzluk yaşamıyordu. Erdoğan tarafından
programlanan, teşkilâtlar tarafından uygulanan bu sistem, AK Parti’nin kuruluş
aşamasında aynı şevk ve hırsla işletildi. Hatta ilk 8-10 yıllık dönemde de ilk
senelerdekine yakın bir azim vardı teşkilâtta. Bu azim, her seçimde yükselen
bir grafikle zaferler kazanılmasını sağlamıştı.
Erdoğan’ın, daha sonra “metal yorgunluğu” diye tarif edeceği
dönem, 2010 gibi başladı sanki. Teşkilâtını kırmamak adına, bence çok hafif bir
ifadeyle buna “yorgunluk” diyen Erdoğan, muhakkak ki altında yatan diğer
sebepleri biliyordu.
Aslında bugün, AK Parti’nin teşkilât yapısındaki sorunu
yazmak değil murâdım. 1985-2010 arası sorunsuz çalışan sistemin nasıl olup da
AK Parti ile sınırlı kaldığını anlamaya çalışıyorum. Öyle ya, ortada bir şablon
var. Ama bu, sanki bir siyâsî partinin tekelindeymiş gibi, diğer partiler
tarafından kullanılamıyor. Neden?!
Öncelikle kitleleri harekete geçirmek için önlerine gerçekçi
hedefler koymanız gerek. Peki, bir siyâsî parti için bu kışkırtıcı hedef ne
olabilir? Elbette ki iktidar olmak... Şimdi şöyle bir bakalım: Son 20 senede
iktidar hedefi olan kaç parti var acaba elimizde? Soldan sağa da saysanız,
yukarıdan aşağıya da, AK Parti’nin yanında sayacağınız ikinci bir parti yok. “CHP yüzde 25’i ne kadar geçerse başarılı
olur? İYİ Parti barajı aşma korkusu yaşar mı? HDP’yi Meclis’e sokmak için neler
yapılmalı? SP’den kaç kişi CHP’den vekil olsun?” gibi sorularla geçiyor
seçim muhabbetleri. Neredeyse hiçbirinin, Vatan Partisi kadar bile vatan-millet
meselesi konuştuğunu görmüyoruz.
Herkes önüne “Erdoğan’ı devirmek” adında bir hedef koymuş.
Öyle olunca da sahaya inip, “Ben iktidar
olursam…” diye anlatacak bir ortam oluşamıyor. Kılıçdaroğlu’nun “Dostlarımızla…” dediği iktidar plânına
tepedekiler “Olur” gözüyle baksa da ne teşkilât ne de seçmen bazında el ele
tutuşma ortak hayâli kurulamıyor. Teşkilâtın, inanmadığı bir iktidara seçmeni
ikna etmesi de düşünülemez elbette. Dolayısıyla şablon belli olsa da hedef
olmayınca sistemi çalıştırmak mümkün olmuyor işte. Evet, teknik olarak mümkün
olmasa da sıralama olarak iktidara en yakın görünen partinin genel başkanı,
Türkiye’yi yönetmeye talip olmazsa, teşkilâtı ne yapsın ki?
Sonuçta, AK Parti’nin başarısının ardında yatan ve “3D”
olarak isimlendirebileceğimiz “Dinle, dokun, değiştir” formülüne iştahla
bakanlar, sosyal medya organizasyonları ile günü kurtarmaya çalışıyorlar.
Muharrem İnce farkı
Yukarıda saydığım muhalefet ittifâkından farklı bir yol
izliyor Muharrem İnce. “1000 Günde Memleket Hareketi” diye yola çıkan İnce,
sistemin bir bölümünü çözmüş gibi görünüyor. “Ankara’da oturarak iktidar olunmaz” lâfının içini doldurmaya
çalışıyor. Demirel’in “Yürümekle yollar
aşınmaz” deyişini günümüze uyarlıyor. Pandemi şanssızlığını bir kenara
koyarsak, çok gezip çok kişiyle temas kurma çabası kayda değer. Gerçi, pandemi
koşulları şans mı şanssızlık mı, bunu da bilemiyorum şimdilik. “Başlarken zaten büyük kalabalıkları toplama
şansı yoktu. O yüzden bu başlangıç, moral bozukluklarının da önüne geçer.
Toparlanmak için zaman tanır…” diye düşünürsek, dönemi şans olarak da
değerlendirebiliriz.
Liderin vatandaşla bir araya gelmesi çok önemlidir tabii.
Günün koşullarında tokalaşamasa bile dirsek tokuşturduğu, birlikte selfie
çekebildiği, aynı masada çay içebildiği, sohbet edebildiği birini sahiplenir
sokaktaki insan. “Adam bizden biri gibi”
algısı oluşturur ve varsa bile kişinin içindeki önyargıları kırar. İyi ama kaç
kişi? Sonuçta bu bir teşkilât işidir. Daha kendi partisinin teşkilâtından bile
geçer not alamamış bir müstakbel liderin, tek başına 780 bin km2’yi
dolaşması ne ifade edebilir ki? Kaç kişinin derdini birebir dinleyebilir,
projelerini kaçına birebir anlatabilir? Dolayısıyla, Muharrem İnce için en
büyük handikap, kullanabileceği bir teşkilât olmamasıdır, şimdilik…
Şimdilik, bir parti teşkilâtı yok ardında. Cumhurbaşkanı
adayı olduğu dönemden kalma popülaritesiyle CHP üyesi olan bir genç kitle ile
yürüyor bu yolu. Hem İnce’nin hem de ardındaki gençlerin hedef tahtasında ise
CHP genel merkezi ve AK Parti aynı yerde yer alıyor. İlk amaç, İnce’yi CHP’nin
başına geçirebilmek. Olmazsa yeni bir parti kurmak ya da 2023’e 100 bin imza
ile aday gösterip Erdoğan’ın karşısında ikinci sırayı alabilmek. Ama AK
Parti’nin “3D” formülünün tam olarak işler hâle gelebilmesi, sayısal olarak
ancak CHP çatısı altında gerçekleşebilir. Bu da, olağanüstü bir durum olmazsa
2022’den önce mümkün olmayacağında, ilk seçim için gene geç kalınacak.
Velhâsıl, AK Parti’nin bugün mumla aradığı, girilmeyen ev, dinlenmeyen dert bırakmayan o teşkilât yapısı gene sadece AK Parti ile hayat bulabilir gibi görünüyor.