Tersyüz olan değerler

Kuantum verilerin “sonuçların sebeplerden ortaya çıkamayacağını” ortaya koymasıyla birlikte, sadece değişkenler üzerine bağlı medeniyetin sürdürülebilir olmasının da mümkün olamayacağı aşikâr olmuştur. Batılılarca tanımlanan bilim; ilerleme, akılcılık ve nicelik odaklı kazanımların sadece sayılabilir şeylerden oluşmasını öngörmüştür. Böylece insanlığın bütün değerlerini “beşerî olana” ve sadece “akla” indirgemesi insanlığı da aşağılara çekmiştir. En azından “ahlâk” kavramına giren değerler birer birer buharlaşmıştır.

EBEVEYN için en büyük üzüntülerden biri, hiç şüphesiz evlât acısıdır. Allah (cc) böyle bir acıyı kimseye vermesin!

Alman fizikçi Max Planck, oğlunun Hitler tarafından idam edilmesiyle böyle bir acıyı yaşamıştır. Ve Planck, böyle büyük bir acı sürecinde kendini bilime adayarak “ışığın mahiyetini” anlamaya çalışıp kuantumu keşfetmiştir.

Evlât acısıyla yanan bir gönül, kuantumun keşfiyle dinmiş midir dersiniz? Bu zamana kadar mekanik, elektrik, optik ve istatistik gibi olaylar Newton fiziği, Maxwell denklemleri ve termodinamik gibi klasik fizikle izah ediliyor ve Batı dünyası da bunlar üzerine yükseliyordu.

Kuantumun keşfiyle birlikte determinizm, deizm, ateizm ve nedensellik gibi nicelik eksenli düşünceler yerle yeksan oldu. Bu anlamda karmaşık bir düşünce algoritmasına sahip olan Hitler, aslında fikir açısından Planck’a yenik düşmüştür.

“Yeni olan, baskındır” avantajına karşın kuantuma ilk destek mahiyetindeki çalışmayı yapan Einstein bile klasik görüşten ayrılmamıştır. Hitler’in Planck’a gidip özür dilemesi ve bütün akademisyenleri Planck’ın emrine vermesi, Hitler’in de Einstein’a verdiği bir ahlâkî ders olarak yorumlanabilir.

Batı, Yunan medeniyeti üzerine yükselmeyi hedef koysa da kuantumun keşfiyle böyle bir medeniyetin hakikî bir medeniyet olamayacağını görmüştür. Batı’nın kutsallaştırdığı “bilim”, akış yolunu değiştirme mecrasına girmiştir. Bu ayrımda özellikle bilim insanlarının da ikiye ayrılması tamamen yorumdan ibarettir.

Kuantumun keşfiyle birlikte sebeplerin sonuçlar üzerinde hiçbir etkisi olmadığı da ortaya konulmuştur. Böylelikle evrende belli olayların bir kısmını deney ve gözlemlerle açıklamaya çalışan bilim; ilim, hikmet ve marifet yolunun bir üyesi olduğunu sır olmaktan çıkarmıştır.

Herkesin “kendi doğrusu” olması niceliğin bir sonucu olup, hakikatten uzak bir gerçekliktir. Bilimsel çalışmalar ve elde edilen veriler sadece bireysel birer ürün olup, ilim, irfan ve hikmet yolculuğuna çıkmadıkça sahte bir hiyerarşiden öteye geçemezler.

Bireysel veya küçük bir grubun çalışmalarına bağlı olarak gelişen bilimsel çalışmalar ve bunların sonuçlarındaki değişkenlik, Batı’nın hakikî bir medeniyet üzerine yükselmediğinin göstergesidir. Bilimsel çalışmalar birer araçtır, amaç değil. Buradan hareketle, bilimsel sonuçlar felsefenin de bir verisi hâline gelmiş olup, felsefenin gerçek bir bilim statüsünde olduğu tartışılır durumdadır. Diğer bir ifadeyle, felsefenin bir sonuç olduğu ve etkinliğinin olmadığı da söylenebilir.  

Kuantum verilerin “sonuçların sebeplerden ortaya çıkamayacağını” ortaya koymasıyla birlikte, sadece değişkenler üzerine bağlı medeniyetin sürdürülebilir olmasının da mümkün olamayacağı aşikâr olmuştur.

Batılılarca tanımlanan bilim; ilerleme, akılcılık ve nicelik odaklı kazanımların sadece sayılabilir şeylerden oluşmasını öngörmüştür. Böylece insanlığın bütün değerlerini “beşerî olana” ve sadece “akla” indirgemesi insanlığı da aşağılara çekmiştir. En azından “ahlâk” kavramına giren değerler birer birer buharlaşmıştır.   

Batı’nın hem kendisine, hem de bütün dünyaya giydirmeye çalıştığı deli gömleği, hakikatin yerine gerçek, niteliğin yerine nicelik, hakikî/mânevî otoritenin yerine bireysel akıl gibi ilk anda ayırt edilmesi güç olan sahte otoriteler, sahte hiyerarşiler ve sahte mâneviyatçılık getirmiştir ve bu, günümüzde talep görmektedir.

Doğru değerler ayrımını yapamayan Batılı ve Doğulu ne kadar birey varsa hepsi aynılaştırılarak birer plâstik insan derecesine indirilmiş ve hiçleştirilmiştir. Özellikle dijital teknolojinin ilerlemesiyle birlikte insan aklı, maddeyi faydalı bir alet olarak kullanmanın aksine onu kabullenilmiş bir öğreti derecesinde sıradanlaştırmıştır.

Özellikle Müslümanları altüst etme projesi olarak bilinçli bir şekilde bütün dünyaya servis edilen moda fikirler, hızlı değişimler, beşerî eserler ve modern oluşumlar tamamen “ahlâk” kavramını dünyadan silmek için canhıraş bir şekilde gündemde tutulmaktadır. Özellikle bazı büyük şirketler gelirlerinin çok büyük bir kısmını da bu iş için ayırıyorlar.

Türkiye de bu sahte değerler istilâsından payına düşeni alıyor. Batı’dan farklı olarak bilim, teknoloji, ilim, irfan ve hikmet basamaklarını idrak eden bir yapılanmanın gerekliliği çoktandır zarurî hâl almıştır. Bu uğurda bireysel olarak kafa yoran, çalışmalar yapan ve kitap yazan akıllar olsa da bunlar azınlıkta kalmaktadır. En azından akademinin bu uğurda ürün/eser vermesi kaçınılmaz bir hâl almıştır. Akşemseddinlerin olmadığı bir yerde Fatihler de yetişmeyeceğine göre, iktidar dengesi gözetilerek akademik çalışmalar yapmak gerekmektedir.

Gündelik, politik ve nicelikle uyumlu hâlleri “cazibe merkezi” olmaktan çıkaramayan hiçbir iktidar, hakikî fikrî iktidarı oluşturamaz. Mânevî, ahlâkî ve hakikat düzleminde bunca yangın varken formel adımların hızla atılması gerekmektedir.  

Nereden mi başlamalıyız?

Aklî muhakemeyi çalıştıracak ve pas tutmuş zihinleri parlatacak bilim dallarının her birinde doktoralı bireyler yetiştirmeliyiz. Bu bireyler ehliyet, liyakat ve nitelik ekseninde filiz verip dal budak salmalıdır.

Planck, çalışarak ve emek vererek fiilî duâyı yapmış, sebeplere müracaat ederek kuantumu keşfetmeyi başarmıştır. Planck’ın kuantumu keşfediş süreci, kendisinden önceki çalışmaların doğru kabulünün yanında felsefik bir durumdan ziyade evren ile doğru muhatap olunmanın bir sonucudur.