Tercihimiz sürünmek mi, gelişmek mi?

Dezavantajları kendimize motivasyon kaynağı yapmalı ve sunduğu fırsatları değerlendirerek avantajlarını büyütmeli, genişletmeliyiz. Her ne kadar sürünmeyi de, gelişmeyi de seçsek, ödenecek bedel aşağı yukarı aynıdır.

YAŞADIKLARIMIZ kaderimizin gereği mi, yoksa tercihlerimizin sonucu mu? Tercih yapmamıza engel oluşturmayan kaderimizin bir sonucu olduğuna tam ve bütün olarak inanıyorum. Bu cümleyle kader konusuna değil, tercih konusuna girmek istediğimi umarım hissettirebilmişimdir. Ayrıca, yaşadıklarımızın sorumluluğunu kendi üzerimize almanın da psikolojik faktörler dışında bize zararlı olmadığını düşünüyorum. Gelin, şimdi bu ağır ve derin tercih cümlelerini biraz açalım. Hem de siyâsî hayatımdaki özel bir hatıra ile…

2002’nin son aylarında yeni milletvekili olmuşum ve hızlı bir şekilde bütçe görüşmelerine başlamışız. Bir başka ifadeyle, “artık Türkiye’yi biz yönetiyoruz”. Biz, Hazreti Ömer’in “Dicle’nin kenarında bir kuzunun başına bir şey gelse, ülkeyi yöneten olarak bundan ben sorumluyum” düsturunu duya duya, buna inana inana büyümüş insanlarız. Bu noktadan bakınca, çok acı üç haber geldi.

İlk olay, İstanbul Beşiktaş’taki bir bankanın ATM kabinine sığınmış hâlde tekerlekli sandalye kullanan bir engellinin haberiydi. O soğuk kış gününde oraya sığınmış, insanlarsa para çekemiyorlar. Para çekmek önemli, çünkü o zamanlar bankacılık bugünkü kadar gelişmiş değil. Polisler o engelliyi kabinden çıkarırken, üstüne örttüğü battaniyeyi de çekiyorlar. Bir de ne görelim? Engellinin pantolonu falan da yok. Bunu televizyon haberlerinde izleyince moralim felâket bozuldu.

Aynı günlerde İstanbul Gaziosmanpaşa’da bir yaşlı amca, yakacağı olmadığından dolayı soğuktan donarak öldü. Bu da yetmezmiş gibi, Samsun’un Bafra ilçesinden gelen haber iyice yüreğimizi yaktı. Annesi ruhsal rahatsızlığı olan, babası da çatıdan düşme sonucu beli kırılıp hastanede yatan bir zihinsel engelli kardeşimiz kayboluyor ve evlerinin yakınındaki okulun bahçesinde donarak ölüyor…

Dicle’nin kenarındaki kuzuları bırakın, şehirlerin merkezlerinde insanlar ölüyor!

O bitkin ruh hâliyle, o zamanki Sosyal Yardımlaşma Fonu ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü bütçelerine ilâve katkı yapılmasını önerdim. Plân Bütçe Komisyonu’nda oturum sonuna doğru bana konuşma sırası geldi. Dinleyenlerin çok beğendiği bir konuşma yaptım. Bir sonraki oturumda önerim oylandı. 40 kişilik komisyondan 15’i kabul, 25’i ret oyu verdi. Yani benim ilâve ödenek önerim reddedildi. Bu sonucu aklım almadı. Hani konuşmam beğenilmişti? Meğer oturum sonu olduğu için sadece 5 kişi dinleyebilmiş, 10 kişi de muhalefetten olmak üzere 15 kişi kabul yönünde oy kullanmış.

Bu sonuç, benim kabullenebileceğim bir sonuç değildi! İnsanlar ölecek ve biz ilâve 2 milyonu çok göreceğiz… Odama gittim ve bilgisayarımı açtım. AK Parti’den istifa dilekçemi yazdım. İnsan ömrünü hiçe sayan insanlarla bir arada yürüyemezdim. Tam dilekçeyi kaydedip çıktı almak üzereyken aklıma şu cümlem geldi: “Arzu ettiğim şey olmamışsa acaba nerede eksik yaptım?”

Bu kuralı kendim geliştirmiştim. Eksiklerimi düşünmeye başladım. En başta 40 kişinin oy hakkı olan bir komisyonda 5 kişiye konuşma yapmak ciddî bir hata idi. Diğer tarafta ise aylarca çalışılmış bir bütçe gelmiş. Benim gibi son duyduğu haberden etkilenerek bütçenin değiştirilmesini isteyenlere göre bütçe şekillenmeye kalksa işler nasıl yürüyecek? O zamanlar hatırlarsınız, ambulans sorunu var, yoğun bakım üniteleri sorunu var. Kaza geçiren, kan revan içindeki yaralıyı koyacağınız yoğun bakım servisleri koskoca İstanbul’da üç beş tane… Anadolu’daki pek çok köyde su yok…

Sonra dilekçeyi kaydetmeden kapattım ve kendime bir iş listesi hazırladım. Haziran ayında bütçe çalışmalarının başlamasıyla beraber kolları sıvadım. Sonuca gelelim…

Rahmetli Kemal Abi (Unakıtan), Maliye Bakanı olarak bütçe sunu konuşması yapıyor ve hiç unutamadığım şu cümleyi söylüyor: “Bu sene bütçede ilk defa bir şey yaptık. Özürlüler için de bir kalem koyduk ve o kaleme koyduğumuz miktar 240 trilyon (paradan altı adet sıfır atılmamıştı).”

O gün Plân ve Bütçe Komisyonu toplantısına gitmemiştim bile. Bu konuşmayı evimde izledim. Bir önceki bütçede 2 trilyon istemiştim, vermemişlerdi. Şimdi 120 katını tahsis ettiler. Elhamdülillah!

Eğer sürünmeyi değil de gelişmeyi tercih ediyorsak, ilk önce yaklaşımımız şu olmalı: “İyi veya kötü her durumun avantajı ve dezavantajı vardır.”

Özellikle “kötü” olarak algılanan durumların avantajlarını bulmaya çalışmalı ve onu gelişmenin merkezine koymalıyız. Adeta her şerden en az bir hayır çıkarmalıyız.

1999 Depremi’nden sonra düzgün inşaat yapmaya başladık. Son Kahramanmaraş depremlerinde bu tecrübeye dayalı yapılan binalar, ayakta kalan binalar oldu. Kastamonu’daki sel felâketinden bir şeyler öğrendik. Kahramanmaraş depremlerinden de öğrendik ki “hem binalarımızı iyi yapmalı, hem de hızlı organize olabilme kapasitemizi geliştirmeliyiz”. Bunu kendimize hedef koymalıyız. Başında bulunduğum Beyazay’da bunu yapacağız.

Evet, depremde çok iyi bir imtihan vermekle beraber, yapabileceğimizin çok altında işler yaptığımızın da farkındayız.

Sonuç olarak, her olayın veya durumun hem dezavantajı, hem de avantajı olduğuna göre, dezavantajları kendimize motivasyon kaynağı yapmalı ve sunduğu fırsatları değerlendirerek avantajlarını büyütmeli, genişletmeliyiz. Her ne kadar sürünmeyi de, gelişmeyi de seçsek, ödenecek bedel aşağı yukarı aynıdır. Tek fark, gelişmeyi seçenler işin başında, kafa yorarak, araştırarak, çalışarak bedel öderler. Sürünmeyi seçenlerse hiçbir şey yapmaz, rahatsız edici, sorunlu ve de onurlu olmayan bir hayat yaşamak zorunda kalırlar. Yakınır, şikâyet eder dururlar.

Mutsuz, huzursuz, doyuma ulaşmamış ve coşkusuz günler geçer gider. Kendi hayatımda gelişmeyi sürünmeye tercih etmiş biriyim. Böyle düşününce harika bir hayatınız oluyor. Herkese tavsiye ederim.