Tepkiselci Müslümanlar

İslâmiyet’te aklı kullanmak da, ilim de farz imiş. İki günü birbirine eşit olansa zararda imiş. Şimdi sinirlenmeden, öfkelenmeden, sakin bir şekilde ve zihninde biriktirdiğin bagajlardan, tortulardan ve önyargılardan kurtularak -tabiî başarabilirsen- objektif bir şekilde söyle bakalım, asıl suçlu ve asıl sorumlu kimmiş? Tabiî ki senmişsin, değil mi?

ÖTEDEN beri ağırlıklı olarak İslâmcı, zaman zaman da milliyetçi câmiada şöyle bir yaklaşım gördüm:

Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde yaşananlar ve bu süreçte rol alan Yahudi ve Ermeni kökenli aktörler, daha sonra kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde ve sonrasında rol alan Yahudi ve Ermeni kökenli aktörlerle ilgili olarak hep olumsuz ifâdelere ve suçlayıcı sözlere tanık oldum. “Osmanlı’yı yıkan bunlardı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ve kurumlarıyla oluşum sürecinde rol alan yine bunlardı” gibi…

Evet, yaşanan bütün bu süreçlerde onların payı çok büyüktü ama salt olarak onları suçlayarak da bir yere varılamazdı. Nitekim varılamadı da. Çünkü böyle bir yaklaşım tepkiselci (reaksiyoner) bir yaklaşımdı ve sorunları halının altına süpürmekten başka bir işe yaramazdı. Nitekim yaramadı da.

Böyle bir yaklaşım, olsa olsa ideolojik bakış açımızı tatmin ederdi ve bu şekilde avunur dururduk; nitekim yıllar yılı böyle avunarak kendimizi tatmin etmeye çalıştık.

Şikâyet ettiğimiz, rahatsız olduğumuz konuların ve sorunların hiçbirini doğru dürüst çözemedik. Çünkü hep karşı tarafı suçladık, kendimizi hiç eleştirmedik. Çuvaldızı kendimize, iğneyi onlara batıracağımıza bunun tersini yaptık. Çuvaldızı onlara batırdık ama iğneyi bile kendimize batırmayı çok gördük. İşin kolay tarafına kaçtık. Çünkü işin kolay tarafı buydu. Aksiyoner olamadık, hep reaksiyoner olduk. Yâni aktif değil, pasif olduk.

Meselâ son yüzyıllarda dünya çapında onlar gibi kaç düşünür, kaç bilim insanı çıkarabildik? Kaç sanatkâr, kaç zanaatkâr çıkarabildik? Hangi keşif ve icatları yapabildik? Yahudi kökenli olup da düşünceleriyle, bilimsel bulgularıyla dünya kamuoyunu etkileyen Albert Einstein, Karl Marx, Sigmund Freud, Spinoza, Emile Durkheim ve benzerleri gibi düşünür ve bilim insanlarını neden yetiştiremedik? Nerede hata yaptık? Kendimize bu soruları hiç sormadık ve gerçeklerle yüzleşmekten hep kaçtık.

Allah Yahudi’ye, Ermeni’ye akıl, fikir, zekâ, imkân verdi de sana mı vermedi ey Müslüman? Miskin miskin, tembel tembel yatarsan olacağı işte budur! Onlar örgütlü, tutkun, eğitimli ve çalışkan olduklarından tabiî ki devletin idâresini de, her şeyini de ele geçirir. Allah kimsenin emeğini zâyi etmediğine göre, sonuç neden başka türlü olsun ki? Sen de işte böyle ah vah ederek ancak zaman öldürürsün ey Müslüman!

“Zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış” derler. İşte “Şu Yahudi asıllı, bu Ermeni asıllı” diye diye senin de çenen böyle yoruldu. Hâlbuki inandığını iddia ettiğin dinin Allah’ı sana da “Oku, çalış, öğren, aklını kullan” demişti ama sen ne yaptın? Yan geldin yattın, sahte şeyhlerin peşine düştün, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” anlayışına sahip oldun. “Mars’ta et mi var?” diyen bilimden habersiz câhil insanlara râm oldun. Ondan sonra da “Yahudiler şöyle yaptı, Ermeniler böyle yaptı” diye bağırıp çığırıp duruyorsun. Hiç boşuna ağlama, suçlu sensin! Suçlayacaksan önce kendini suçla bre akılsız!

Sen de çalış, yap, senin de olsun. “Ama bize imkân vermediler” diyorsun. Bu anlayış İslâm’a aykırıdır, bilmiyor musun? İman varsa imkân da vardır. Kendi imkânını kendin yaratacaksın. Yahudiler o zor ve sürgün günlerinde nasıl imkân buldular ve bugünlere geldilerse sen de bulacaksın.

Aranızdaki temel fark şu: Onlar pes etmedi, mücâdele ettiler. Müslümanlar ise mücâdele etmedi, pes ettiler. İşte temel mesele ve işin püf noktası burasıdır! Gerisi ise âmiyâne tâbirle “fasa fiso”dur. Aliya İzzetbegoviç’in çok güzel bir sözü vardır: “Mâzeret üretmek, insanın kendine söyleyebileceği en büyük yalandır.”

Hayatta başarılı olamayanlar zâten hep mâzeret üretirmiş. İşi gücü olmayanlar da başkalarının şeceresini araştırarak vakit öldürürmüş.

Hâlbuki İslâmiyet’te aklı kullanmak da, ilim de farz imiş. İki günü birbirine eşit olansa zararda imiş. Şimdi sinirlenmeden, öfkelenmeden, sakin bir şekilde ve zihninde biriktirdiğin bagajlardan, tortulardan ve önyargılardan kurtularak -tabiî başarabilirsen- objektif bir şekilde söyle bakalım, asıl suçlu ve asıl sorumlu kimmiş? Tabiî ki senmişsin, değil mi?

Bir zamanlar biz de akla, ilme çok değer verirmişiz. Âlimlere saygı duyar, onları korurmuşuz. İşte bu dönemlerde biz de dünya çapında âlimler yetiştirmiş, medeniyetler inşâ etmişiz. Ama son yüzyıllarda İslâm âlemi olarak bu vasfımızı kaybetmişiz. Aktif iken pasif duruma düşmüşüz. Yönetirken yönetilen olmuşuz. Bu hakikatleri kabullenmenin ne sakıncası var? Bilakis ibret almasını, ders çıkarmasını becerebilirsek faydası bile var.

Bir ülkede, bir ülke yönetiminde âlimlerin tescilli sanatçılar (!) kadar değeri yoksa o zaman o ülke dünya çapında nasıl âlim ve bilim insanı yetiştirecek de kalkınabilecek, söyler misiniz bana?

Nasıl, gerçekler biraz acıttı, değil mi?