ÖTEDEN beri ağırlıklı
olarak İslâmcı, zaman zaman da milliyetçi câmiada şöyle bir yaklaşım gördüm:
Osmanlı
Devleti’nin yıkılış sürecinde yaşananlar ve bu süreçte rol alan Yahudi ve
Ermeni kökenli aktörler, daha sonra kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş sürecinde ve sonrasında rol alan Yahudi ve Ermeni kökenli aktörlerle
ilgili olarak hep olumsuz ifâdelere ve suçlayıcı sözlere tanık oldum. “Osmanlı’yı
yıkan bunlardı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ve kurumlarıyla oluşum
sürecinde rol alan yine bunlardı” gibi…
Evet,
yaşanan bütün bu süreçlerde onların payı çok büyüktü ama salt olarak onları
suçlayarak da bir yere varılamazdı. Nitekim varılamadı da. Çünkü böyle bir
yaklaşım tepkiselci (reaksiyoner) bir yaklaşımdı ve sorunları halının altına
süpürmekten başka bir işe yaramazdı. Nitekim yaramadı da.
Böyle
bir yaklaşım, olsa olsa ideolojik bakış açımızı tatmin ederdi ve bu şekilde
avunur dururduk; nitekim yıllar yılı böyle avunarak kendimizi tatmin etmeye
çalıştık.
Şikâyet
ettiğimiz, rahatsız olduğumuz konuların ve sorunların hiçbirini doğru dürüst çözemedik.
Çünkü hep karşı tarafı suçladık, kendimizi hiç eleştirmedik. Çuvaldızı
kendimize, iğneyi onlara batıracağımıza bunun tersini yaptık. Çuvaldızı onlara
batırdık ama iğneyi bile kendimize batırmayı çok gördük. İşin kolay tarafına
kaçtık. Çünkü işin kolay tarafı buydu. Aksiyoner olamadık, hep reaksiyoner
olduk. Yâni aktif değil, pasif olduk.
Meselâ
son yüzyıllarda dünya çapında onlar gibi kaç düşünür, kaç bilim insanı
çıkarabildik? Kaç sanatkâr, kaç zanaatkâr çıkarabildik? Hangi keşif ve icatları
yapabildik? Yahudi kökenli olup da düşünceleriyle, bilimsel bulgularıyla dünya
kamuoyunu etkileyen Albert Einstein, Karl Marx, Sigmund Freud, Spinoza, Emile Durkheim
ve benzerleri gibi düşünür ve bilim insanlarını neden yetiştiremedik? Nerede
hata yaptık? Kendimize bu soruları hiç sormadık ve gerçeklerle yüzleşmekten hep
kaçtık.
Allah
Yahudi’ye, Ermeni’ye akıl, fikir, zekâ, imkân verdi de sana mı vermedi ey Müslüman?
Miskin miskin, tembel tembel yatarsan olacağı işte budur! Onlar örgütlü, tutkun,
eğitimli ve çalışkan olduklarından tabiî ki devletin idâresini de, her şeyini
de ele geçirir. Allah kimsenin emeğini zâyi etmediğine göre, sonuç neden başka
türlü olsun ki? Sen de işte böyle ah vah ederek ancak zaman öldürürsün ey
Müslüman!
“Zenginin
parası züğürdün çenesini yorarmış” derler. İşte “Şu Yahudi asıllı, bu
Ermeni asıllı” diye diye senin de çenen böyle yoruldu. Hâlbuki inandığını
iddia ettiğin dinin Allah’ı sana da “Oku, çalış, öğren, aklını kullan”
demişti ama sen ne yaptın? Yan geldin yattın, sahte şeyhlerin peşine düştün, “Benim
oğlum bina okur, döner döner yine okur” anlayışına sahip oldun. “Mars’ta
et mi var?” diyen bilimden habersiz câhil insanlara râm oldun. Ondan sonra
da “Yahudiler şöyle yaptı, Ermeniler böyle yaptı” diye bağırıp çığırıp duruyorsun.
Hiç boşuna ağlama, suçlu sensin! Suçlayacaksan önce kendini suçla bre akılsız!
Sen
de çalış, yap, senin de olsun. “Ama bize imkân vermediler” diyorsun. Bu
anlayış İslâm’a aykırıdır, bilmiyor musun? İman varsa imkân da vardır. Kendi
imkânını kendin yaratacaksın. Yahudiler o zor ve sürgün günlerinde nasıl imkân
buldular ve bugünlere geldilerse sen de bulacaksın.
Aranızdaki
temel fark şu: Onlar pes etmedi, mücâdele ettiler. Müslümanlar ise mücâdele
etmedi, pes ettiler. İşte temel mesele ve işin püf noktası burasıdır! Gerisi
ise âmiyâne tâbirle “fasa fiso”dur. Aliya İzzetbegoviç’in çok güzel bir
sözü vardır: “Mâzeret üretmek, insanın kendine söyleyebileceği en büyük
yalandır.”
Hayatta
başarılı olamayanlar zâten hep mâzeret üretirmiş. İşi gücü olmayanlar da başkalarının
şeceresini araştırarak vakit öldürürmüş.
Hâlbuki
İslâmiyet’te aklı kullanmak da, ilim de farz imiş. İki günü birbirine eşit
olansa zararda imiş. Şimdi sinirlenmeden, öfkelenmeden, sakin bir şekilde ve
zihninde biriktirdiğin bagajlardan, tortulardan ve önyargılardan kurtularak
-tabiî başarabilirsen- objektif bir şekilde söyle bakalım, asıl suçlu ve asıl
sorumlu kimmiş? Tabiî ki senmişsin, değil mi?
Bir
zamanlar biz de akla, ilme çok değer verirmişiz. Âlimlere saygı duyar, onları
korurmuşuz. İşte bu dönemlerde biz de dünya çapında âlimler yetiştirmiş,
medeniyetler inşâ etmişiz. Ama son yüzyıllarda İslâm âlemi olarak bu vasfımızı
kaybetmişiz. Aktif iken pasif duruma düşmüşüz. Yönetirken yönetilen olmuşuz. Bu
hakikatleri kabullenmenin ne sakıncası var? Bilakis ibret almasını, ders
çıkarmasını becerebilirsek faydası bile var.
Bir
ülkede, bir ülke yönetiminde âlimlerin tescilli sanatçılar (!) kadar değeri
yoksa o zaman o ülke dünya çapında nasıl âlim ve bilim insanı yetiştirecek de
kalkınabilecek, söyler misiniz bana?
Nasıl,
gerçekler biraz acıttı, değil mi?