Teokratik esaret

Osmanlı Devleti’ne karşı rekabette mezhebi bir unsur olarak kullanmak isteği ile Şiîliği zorla kabul ettirmeyi bir devlet politikası hâline getiren Şah İsmail’in açtığı yolda İran’ın geldiği nokta, burasıdır! Teokrasinin tutsağı hâline gelmiştir ülke ve bu teokrasi idaresi, komşu ülkelere saldırısı, işgalleri, sivil hedefleri vurması nedeniyle artık sadece İran’ın bir meselesi değil, giderek bir insanlık sorunu hâlini almıştır.

SAFAVÎLER dönemine kadar Azerbaycan ve İran’da halkın ezici çoğunluğu Sünnî nüfustan oluşurdu. Safavîler böyle bir halkı katliamlarla Şiîleştirdiler.

Katliamın dışında, halkın zorla Şiîleştirilmesini temin eden önemli nedenlerin başında ise, Azerbaycan ve İran’da tasavvufun etkili ve yaygın olmasıydı. Tasavvuf, Şiîleşmeyi kolaylaştırmıştı. Çünkü Ehl-i Sünnet havzasında Şiîlik, etkisini tasavvuf aracılığı ile ortaya koymuştu.

Bu konuda Mehmet Çelenk’in “16-17’nci Yüzyıllarda İran’da Şiîliğin Seyri” adlı kitabı, faydalı bilgileri kapsamaktadır.

Safavîliğin kendisi de bir tarikat olarak Şeyh Safiyüddin ile 1300’lerde ortaya çıkmıştı. Tarikat, kendisini “Ehl-i Sünnet’e bağlı” sayardı. 14’üncü yüzyılın sonunda bu tarikatın üçüncü şeyhi Hoca Ali döneminde ise artık tarikat içinde Şiîleşme tamamlanmıştı. Bunu, tarikatın beşinci lideri olan Şeyh Cüneyd zamanında, 15’inci yüzyılın ortasında, siyâsî hedefler için tarikatın seferberliği takip etti. Böylece 100-150 yıllık bir zaman içinde Sünnî bir tarikat, tümüyle Şiîleşerek siyâsî hedefler üzerinde yoğunlaşmıştı.

***

Safavîlik bir tarikat idi ama bağlıları Türkmenlerden oluşurdu. Türkmenlerin çoğunluğu göçebe idi. Yaygın kabul gören dinî anlayışın dışında (Heterodoks) bir tahayyülleri baskındı: Onlar Safavî tarikatının telkinleri üzerine kendi din anlayışları ile Şiîliği harmanlamışlardı.

Şiîliği İran’da yaymaya çalışan, bunun için Moğolların sarayına hizmetten geri durmayan Türk asıllı Nasreddin Tusi’nin (Ö. 1274) çabaları sonuçsuz kalmıştı.

Azerbaycan ve İran’da Moğol-İlhanlı-Timur-Karakoyunlu-Akkoyunlu mücadelelerinin yol açtığı siyâsî ve sosyal çatışma ve de kargaşanın sonunda, Safavî tarikatının sekizinci şeyhi olan Şeyh İsmail, 1502’de Tebriz’i ele geçirerek Şahlığını ilân edip resmîleştirdi. Böylece bir şeyh, “şah” olarak ortaya çıkmıştı.

Azerbaycan’ın ve İran’ın tarihinde bir daha geri dönüşü mümkün olmayan bir kırılma, bir değişim yaşanmıştı böylece. Nasreddin Tusi’nin Moğollar eliyle Azerbaycan ve İran’ı Şiîleştirme çabası başarısız kalsa da İsmail’in (Ö. 1526) eliyle gerçekleşmiş oldu.

***

İsmail, Azerbaycan ve İran’ı Şiîleştirmek için benzeri görülmemiş zulüm ve katliamlar yaptı. Ancak onun sosyal tabanını oluşturan Türkmenler, Şiîliği kalıcı hâle getirecek bir yapıya sahip değillerdi. Bu yüzden İsmail, Irak ve Lübnan’dan Arap mollalar getirerek onlar için medreseler ihdas ederek Şiîliğin tezlerini telkin etmeye çalıştı. Onun bu çabaları ise nihayet oğlu Tahmasb döneminde (Ö. 1576) tamamlandı.

İsmail ve Tahmasb döneminde Safavîler, merkezileşmeye başladılar. Merkezileştikleri oranda, kendilerini iktidara taşıyan Türkmen tabanından uzaklaştılar. Yavuz Sultan Selim’e Şah İsmail’in gönderdiği mektuplar Türkçe yazılmasına karşılık, zamanla Safavî Devleti, bir Fars devleti hâline dönüştü.

Anadolu’dan Azerbaycan’a göç eden Türkmen aşiretleri bile bu dönemde acımasız bir şekilde kılıçtan geçirildiler. Yine de Azerbaycan’da, Safavî bağlıları büyük ölçüde Şiîleşmişken, Anadolu’da kalan bağlıları arasında benzeri bir Şiîleşme yaşanmadı.

Günümüzde Türkiye’de “Alevî, Sıraç, Tahtacı” gibi adlarla bilinen topluluğun baskın özelliği, geçmişte Safavî bağlısı olmalarıdır.

Alevîlerin “Yedi Ulu Ozan” (Seyyid Nesimî, Yemînî, Fuzûlî, Şah İsmail, Virânî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet) diye adlandırdıkları ve dinî hiyerarşilerinde en üst sırada bulunan isimler de bu bağlılığın açıklayıcısıdır. (Bu konuda A. Yaşar Ocak’ın “Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler” adlı kitabından faydalanılabilir.)

***

Günümüzde İran yönetimine bağlılık duyanların, Alevîlerden çok daha fazlasının Sünnî kökenli olması da dikkat çekicidir. Her ne kadar bu bağlılık Sünnî kökenliliği Şiîliğe dönüştürüyor ise de benzeri dönüşüm Alevîler arasında çok daha azdır.

Safavîlerin merkezî otoriteyi temin için yaptıkları büyük zulümlere karşılık, Şiî ulemaya özel ayrıcalıklar vermeleri, zamanla onları büyük ölçekli vakıfları ile zengin ve dokunulmaz bir ruhban sınıfına dönüştürdü. Şiî ruhbanın ayrıcalıklarını sınırlandırma girişimleri hep sonuçsuz kaldı. Adları Türk ama Fars özelliklerine sahip olmayı tercih eden Safavî ve Kacar Hanedanlıklarından sonra İngilizlerin müdahalesi ile 1924’te başlayan Fars Pehlevî Hanedanlığı da, kendi dönemindeki Batılılaşma çabaları ile “ulus devlet” özelliklerini tahkim etmesine rağmen ruhbanın ayrıcalıklarını ortadan kaldıramadı.

***

1979 Devrimi ile birlikte artık ruhban sınıfı, uzaktan Şahlığı denetleyen bir kurum olmaktan çıkarak doğrudan iktidarı kendi tekeline almayı başardı.

Ruhban, kendi iktidarını “Velâyet-i Fakih” diye adlandırdı.

Velâyet-i Fakih idaresi doğrudan bir “ruhban idaresi, teokrasi” olarak teşekkül etti.

1979 İran Anayasası’na göre Rehber ya da Velâyet-i Fakih denilen teokrasinin başındaki kişiyi, özel yetkili bir meclis, “ömür boyu” olarak seçecekti. O meclis, seçimle oluşacaktı ama kimlerin aday olacağına ise Rehber karar verecekti.

Elbette muhalefet yoktu! Basın ise zaten ya doğrudan teokratik devletin ya da onun takdirini kazanmış olan kişilerin elinde olacaktı…

Velâyet-i Fakih aynı zamanda, “gayb imamın da vekili” idi. Aslında yetkilerini ondan almaktaydı. Her ne kadar seçilmiş gibi yapılıyor idiyse de gerçekte onu seçen, gayb imamdı.

Her şeye müdahale edecek yetkileri vardı ama kullandığı yetkiler nedeniyle sorumsuzdu. Günümüzde Velâyet-i Fakih unvanlı Hamaney’in yetkileri, tarihteki şehinşahlardan ya da papaların yetkilerinden fazladır, az değildir!

***

İran’daki teokrasi idaresi, anayasal metinleri ve uygulamaları ile şahlık döneminden daha çok ulus devlet özelliğini tahkim etmiştir. Bunun yanında şahlık döneminden daha çok totaliter bir içeriğe sahiptir.

Fars olmayan unsurlar azınlık haklarına sahip olmadıkları gibi, Farsların haklarına da sahip değillerdir.

Şahlık döneminde, Fars olmayanların Arap, Beluç, Türk ve Kürt gibi sorunları katlanarak günümüze kadar gelmiştir. Onların her türden temel haklarla ilgili talepleri, “fitne ve fesat çıkarmakla” suçlanarak sindirilmeye çalışılmaktadır.

İdarî metinlerde “İslâm Cumhuriyeti” deyiminin kullanıldığı teokrasi döneminde, din özgürlüğü alanında Şahlık zamanına göre asla bir iyileşme yaşanmamıştır. Temelde dini etkisizleştirmek ve siyâsî ve sosyal alandan çıkarmayı hedef olarak tayin eden lâik devletlerde bile görülen din özgürlüğü İran’da yoktur.

İran’da din özgürlüğünün nasıl bir kısıtlama ve baskıya maruz kaldığını “cami” örneği dahi açıklayabilir.

İran’da nüfusun ortalama yüzde 20’sini oluşturan Sünnîlerin, başkent Tahran’da kendilerine ait bir tek camileri yoktur. Ancak bodrumlarda veya yabancı ülkelerin büyükelçiliklerinin bahçelerindeki mescitlerde namazlarını kılma hakları vardır. O mescitlerde ise ses yükseltme düzeneği ile ezan okumaları yasaktır!

Buna karşılık, kendisini anayasa metinlerinde “lâik bir devlet” olarak gören Türkiye’de böyle bir kısıtlama söz konusu değildir. Şiî Müslümanların olduğu hemen her şehirde, Bursa, Çorum, Iğdır, İstanbul, Kars veya Manisa gibi illerde camileri olduğu gibi, bu camilerde de kendi anlayışlarına göre ses düzeneği ile ezan okumaktadırlar.

Türkiye’de İslâm’a rağmen ve onun siyâsî-sosyal alandaki etkisini ortadan kaldırmak için uygulamaya konulan lâikliğin bile kısıtlamadığı temel din özgürlüğünü, İran’daki teokratik ve totaliter yönetimde bulmak mümkün değildir.

Günümüz Türkiye’sindeki “lâik devlet” yapısından pek çok toplum kesiminin şikâyeti vardır. Topluma rağmen ve onun beklentilerini yok sayarak bu yapı tesis edilmiştir. Ancak buna rağmen “lâik Türkiye”, her bakımdan “teokratik İran’dan” daha ileridir. Türkiye’de özgür seçimler yapılır. Özgür basın vardır. Özgür muhalefet vardır. Pek çok soruna ve şikâyete rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hukuk devleti özelliklerine sahiptir. Dışa açıktır. Çevresindeki ülkeler için sorun değil, çözüm ortağıdır.

Buna karşılık İran, petrol ve doğal gaz kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkelerindendir. Ancak refah seviyesi açısından Türkiye’nin çok gerisindedir. Özgür muhalefet olmadığı gibi, İran’da muhalif olmak, “münafık ve vatan haini olmak” demektir. Doğrudan idam nedenidir. İran Anayasası, devleti bir “Şiî devleti” ve seçilecek olan Rehber ve Cumhurbaşkanını da “Şiî olması” şartına bağlamıştır.

Böylece mezhepçilik, bir kurum hâlinde İran’da resmîleşmiş durumdadır. Şiî olmayan nüfus için elbette büyük bir kısıtlamadır bu.

Teokrasi, İran’ı özgürlüklerden mahrum ederek kısıtlamıştır. İçeride mezhep devleti olma özelliğini anayasa maddesi hâline getiren İran, komşuları içinde iç savaş çıkarma, işgal etme, sınırlarını Akdeniz’den başlatmak gibi yayılmacı politikaları ile doğrudan bir tehdit ve sorun kaynağı hâline gelmiştir.

Osmanlı Devleti’ne karşı rekabette mezhebi bir unsur olarak kullanmak isteği ile Şiîliği zorla kabul ettirmeyi bir devlet politikası hâline getiren Şah İsmail’in açtığı yolda İran’ın geldiği nokta, burasıdır! Teokrasinin tutsağı hâline gelmiştir ülke ve bu teokrasi idaresi, komşu ülkelere saldırısı, işgalleri, sivil hedefleri vurması nedeniyle artık sadece İran’ın bir meselesi değil, giderek bir insanlık sorunu hâlini almıştır.

İran’da hak ve özgürlüklere saygılı, komşulara saldırmayan, iç savaş çıkarmayan, sivil hedefleri vurmayan bir yönetimin olması, bütün insanlık için bir kazanç olacaktır.