Tencere dibi

Dalında kirazlar bizi beklermiş, sıcak kumlar ayağımızın altında oynaşır, dans edermiş. Bir çınar ağacı gölgesinde içimize su serpermiş. Çay severler muhabbetin demiyle koyulaşırmış. Ateş böcekleri gecenin şarkısını besteler, ay ışığında yakamozlar sevdalıları ağırlarmış. Güneş tüm hücrelerimize kımıl kımıl yayılırken, güvercinler kubbelerden bize duâ taşırmış.

GÜNEŞE susamış, uyandım yine bugün. İki kent arasında yolcuyum, biri evim, diğeri düşlerim. Babamın atıyla gider, annemin yelkeniyle dönerim. Gurbet kuşları konar dallarıma, ben türkü söylerim, onlar muştular.

Memleket resimleri çizeriz bir yılı aşkındır sıkışıp kaldığımız duvarlara. Dillerimizde hep aynı teselli: “Sağlık olsun…”

Sokağa taşınamayan umutları pencerelere astık. Kaldırımlar uzaktan selâmladı gökyüzünü. Dilimize pelesenk olmuş mesafeye inat, bugünlerin de geçeceği inancı düşlerimize salıncak kurdu. Diyet tablosu veyahut alışveriş listesi astığımız panoda yerini alan “Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve dinginlik yeri yaptı” ayeti bizi tebessümle kucakladı. Pandeminin arka sokağında solmuş, kurumuş çiçekler de vardı; “Keşke” diyorum, “Onlar da bir nefeslik can bulsalardı”.

Sağlık erlerimizin Koronavirüs ile mücadelesi süregiderken, motivasyonu yükseltecek etkinliklerle evlerimizde kalmayı sever gibiydik önce. Evde ekmek yapımı ile başlayan meydan okumalarda ekmeği bölüşmeyi öğrendik. Kitaplarla birlikte gönül okumayı, temizlik savaşlarında ruhumuzu arındırmayı öğrendik. Dikiş tutmayan ellerimizle sabrı ördük, diğerkâmlığı nakışladık. Yaşama sevincinin yanında yaşatma sevincinin de olduğunu anladık. Evimize yeni köşeler yaptık; sanat atölyesi, fen-doğa köşesi, kış bahçesi… Çiçekli halılarda yuvarladık çocuklarımızı. Evlerimizin ortasına izci kampları yaptık, ırmak çağıltıları hayâl ettik. Kelebeklerin toz kanatlarından rengârenk cümbüşler kurduk…

Lâkin yorulduk, usandık! Turnalar niye severmiş gökyüzünü, anladık. Tavanlar çok puslu ve karanlık. Evimizin iklimi artık çok dağınık.

Dalında kirazlar bizi beklermiş, sıcak kumlar ayağımızın altında oynaşır, dans edermiş. Bir çınar ağacı gölgesinde içimize su serpermiş. Çay severler muhabbetin demiyle koyulaşırmış. Ateş böcekleri gecenin şarkısını besteler, ay ışığında yakamozlar sevdalıları ağırlarmış. Güneş tüm hücrelerimize kımıl kımıl yayılırken, güvercinler kubbelerden bize duâ taşırmış. Rüzgâra teslim atlar deniz kıyısında dörtnala koşar, ateşte yanan kuru odunların cızırtısı, rutubet tutan bağrımızı ısıtırmış. Ormana çıkan yollarda pedal çevirir, rotamız hep sevinç olurmuş. Çocuk sesleri kuş sesleriyle yarışır, gökyüzü başımızı okşarmış. Düş bu ya, tatil bizi bekler, bizi özlermiş…

Muhaciri miydik geçip giden ayların, yoksa ensarı mı mesken tuttuğumuz takvim yapraklarının? Zaman hesabı yapmakla vaka çetelesi tutmak rutin işlerimiz arasındaydı artık. Sektirdiğimiz taşlar denizden geri mi dönüyordu yoksa? Bir piknikte ip atlayan çocukların şarkısı gibi uyumluyduk oysa. Maske, mesafe, temizlik; amenna! Bir de şu tohum gibi büyüyen hayâller olmasa…

Balkon çiçeklerini sularken ayaklarımda denizin tuzlu serinliğini duyuyorum. Mimoza çiçekleri asıyorum güneşin rengine boyansın diye odalar. Mangal merakıma yenildiğim bir gün yangın ihbarıyla burun buruna geliyorum. Bir odadan diğerine zıplayan yavru çekirgelere çiğdem ayıklıyorum. Binaların arasında sıkışıp kalan umutlarımı ısıtıp ısıtıp sürüyorum ortaya. Betonlaşmış hislerimden sıyrılıp, koşa koşa çıkmak istiyorum artık dağlara. Sarılmak istiyorum bir incir ağacına. Kır bahçelerini süsleyen papatyalara özendikçe biraz daha ağırlaşıyor hafızam. Açık unuttuğum ütünün fişi gibi açık unutuyorum tahayyül manzumesini.

Tatil broşürleri arasında kıtalar dolaşırken gözlerim, ellerimde bir tencere. Dibinin karası umutlarıma bulaşmakta. Bir yaramazın ikramlık böreğe sessizce uzanması gibi biraz muzip, biraz sevimli tatiller düşlediğimde, karşı komşunun vefat edişinin üzerinden daha kırk gün bile geçmemiş olması çarpıveriyor zihnime. Salgın sebebiyle yaşanan acılardan sonra düşler sofrası kurmaya da utanır olmuştuk. Biberlerin sap kısımlarını başka yemekte kullanmak üzere ayırırken dolaba, biteviye iç çekişlerimi izliyorum hazırladığım dolma içinde.

Şehir ve insan birbirine mutat. Bir yanda pandemi, bir yanda imbat. Toprağın bereketini suyun nimetiyle boca edip çamurdan kalelerde saklıyorum tatil hayâllerimi. Esmanın yansımasını soluyorum her tespih tanemde, sabırla. Ekmek poşetiyle şehir turuna çıkanlara inat, Ege’nin pırıl pırıl koylarında iyot kokulu mavinin huzuruna ve şifa dolu yemyeşil bir ormana hazırlıyorum kendimi. Pek çok medeniyetin yuvası olmuş kıyıların tarihî güzelliğini bir gelin gibi süslüyor altın kumsallar. Taş evler, şık mekânlar, Ege’nin meşhur otlarının ve enfes lezzetlerinin sunulduğu festivaller, sakız reçelleri, enginar günleri… Alaçatı’da yüzmek yetmez sadece, bir rüzgâr sörfüyle yaklaşmalı iyice dalganın kalbine. Ve derinlere inmeli. Daha derinlerdeki mavi mercana hediye edeceğim takamadığım inci küpelerimi. Daha nice adaklar bağlıyoruz gönlümüzün kayalıklarına. Hele bir çıkalım da sağlıkla…

Ben bu tencere dibini niye ovaladım şimdi bu kadar? Alıştık mı buna da?