
BENİ bu makaleyi
yazmaya teşvik eden temel saik, düşünce ufku ve düşünce dünyası zengin olan,
sürekli olarak bu ufuk ve dünyada gezinerek yeni arayışlar içinde bulunan, aynı
zamanda da bir akademisyen olarak akademi ve tefekkür dünyasının gün geçtikçe kuraklaşan
ve çoraklaşan ikliminde ilim-bilim, düşünce-fikir mecralarında açılım yapacak
yeni düşünce ve fikirlerin istihsal edilememesinin samimi olarak sancılarını
çeken, bu meyanda yeni fikirler peşinde koşarak bu sancılara şifa bulmaya
çalışan değerli insan Prof. Dr. İsmail Güvenç Hocamın, ünlü mütefekkir ve
sosyolog merhum Ali Şerîatî’nin özel bir sözünü bir sosyal medya grubunda
paylaşmasıdır.
Ali
Şerîatî der ki, “Tercüme edilmiş düşünceyle aydın olunmaz”.
Aslında
bilim, üretilen fikir ve düşünceler insanlığın ortak malıdır. Bilim tarihi ile
düşünce tarihine bakıldığı zaman, değişik milletlerin zaman içerisinde
yetiştirdikleri nice düşünür ve bilim insanları sayesinde ve bu insanların
ürettikleri orijinal düşünce ve bilimsel bulgular marifetiyle insanlık medeniyet
tarihine damga vurdukları görülür.
Bu
insanlar ve bu milletler bunları yaparken elbette ecnebi memleketlerdeki
âlimlerin ve mütefekkirlerin fikirlerinden ve buluşlarından, onların eserlerini
tercüme ederek istifâde etmişlerdir. Her millet ve her memleket için elbette
bunun örnekleri çoktur. Ama burada asıl olan mesele, bununla yetinilip
yetinilmemesidir.
Yetinmeyen
insanlar ve o memleketin eli kalem tutanları, mürekkep yalayanları boş
durmamışlar, tercüme eserlerden de yararlanarak zaman içinde kendi telif
eserlerini üretmişlerdir. İşte bu andan itibaren bunu yapmayı becerebilen ve
başarabilen milletler, diğerlerini fersah fersah geçerek arayı açtıkça açmışlardır.
Bir
zamanlar bizler bu rolü ve misyonu üstlenerek gereğini yaparken, son
yüzyıllarda yarıştan kopmuş ve geriye düşmüşüzdür. Batı dünyası ise bizim
boşalttığımız alanları doldurmasını bilmiş, bıraktığımız rolü ve misyonu
üstlenerek bilim ve düşünce adına gereğini yapmıştır ve hâlen yapmaya devam
etmektedir.
İşte
burada asıl olan mesele, tercüme eserlerle yetinilmemesi, bunun yanında mutlaka
özgün düşünce ve fikirleri içeren telif eserlerin üretilerek ortaya konulması mecburiyetinin
olmasıdır. Yoksa Ali Şerîatî’nin dediği gibi, salt tercüme edilmiş düşünce ve
fikirlerle ne bir yere varabiliriz, ne de aydın olabiliriz. Olsak olsak, ancak
iyi bir taklitçi ve bukalemun oluruz. Mâmâfih gerçek mânâda aydın, münevver,
mütefekkir ve âlim olmak istiyorsak, mutlaka telif eserler vücûda getirmek
zorunda olduğumuzu bilmemiz gerekir.
Salt
tercüme ile edinilmiş fikir ve düşünce, başkasının davulunu çalmaya benzer.
Keşke kendi davulumuzu çalabilseydik… Tercümelerden tabiî ki yararlanacağız ama
tercümelere teslim olmayacağız. Özellikle eğitim bilimlerinde ve eğitim
dünyasına tamamen tercümeler ve onlarla oluşmuş düşünce ve fikirler hâkimdir.
Terminolojisi de böyledir. Bu durum, ecnebilerin ağzıyla konuşmaktan başka bir
işe yaramıyor maalesef! Sosyal bilimlerin ve sosyal konuların neredeyse tamamı
da bu minvâl üzeredir. İşte insanın kendi toplumuna, kendi kültürüne, kendi
değerlerine yabancılaşması böyle başlamaktadır.
Düşünebiliyor
musunuz, Türk eğitim kurumlarında geleceğin nesilleri bu baskı altında
yetişmektedir. Farkında olmadan körpe beyinlerin beyinleri yıkanmaktadır. Siz
sloganik olarak ve hamâsî nutuklarla isterseniz Allah’ın her günü Âkif’in “Âsım’ın
nesli”nden, Atatürk’ün “Gençliğe Hitâbe”sinden yahut da Necip
Fazıl’ın “Gençliğe Hitâbe”sinden dem vurun, sonuç değişmiyor ne yazık ki!
Her
sahada ve her konuda kendi özgün ve orijinal düşünce ve fikirlerimizi
üretemediğimiz müddetçe, maalesef bu olumsuzluklardan kaçmak ve kurtulmak pek
mümkün görünmüyor.
O
zaman ne oluyor? Tamamen Batı’ya endeksli, kökleri dışarıda olan, kompleks
içine düşmüş, kendi inanç ve değerlerini küçümseyen ama bir o kadar da
yabancıları yücelten, kendine, milletine ve içinde yaşadığı topluma ters düşen
ve yabancılaşan, ruh köklerinden kopmuş, kendini aydın zanneden bukalemun tipli
taklitçiler yetişiyor.
Ne
yazıktır ki, yakın tarihte ve son yıllarda biz bunlardan bol bol yetiştirdik.
Ama itiraf etmek gerekir ki, tek suçlu ve kabahatli onlar değildirler.
Bu,
madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde ise biz varız. Yâni İslâmî ve millî değerlere
bağlı olduğunu iddia ettiğimiz bizler...
“Hayat
boşluk kabûl etmez” fehvasınca siz ilim-bilim, düşünce-fikir dünyasında boşluk
bırakırsanız, elbette birileri gelir, bu boşluğu doldurur. Nitekim
doldurmuşlardır da. Onun için doğru oturup doğru konuşmak ve dahi dürüst olmak
zorundayız. Çuvaldızı önce kendimize, gerekiyorsa iğneyi de başkasına batırmak
durumundayız. Ve kendimize sormak zorundayız: “Biz nerede hata yaptık?”
Korkmadan
ve kompleks içine düşmeden kendimizle yüzleşmedikten sonra bu sorunlara çözüm
bulmamız ve bir yere varmamız mümkün değildir.
Kendimizi
sorgulamamız ve “Yiğit düştüğü yerden kalkar” misâli aslımıza rücû
etmemiz, eski hüviyetimize dönmemiz, insanlık medeniyeti hatırına eskiden
üstlendiğimiz o târihî rol ve misyonu tekrar hatırlayıp ilim, fikir, düşünce
adına vazifemizi müdrik bir şekilde sorumluluk taşıyarak insanlık âlemine
yeniden ve yenilenmiş olarak “İslâm İnsanlık Medeniyeti Projeleri”ni
sunmak zorundayız. Bunun da ön şartı, aklımızı, fikrimizi, zekâmızı kullanarak
çalışmak, çalışmak ve durmadan çalışmak olmalıdır.
Bilim
ve teknoloji üreterek, fikir ve düşünce telif ederek, derin derin tefekkür
ederek eskiden olduğu gibi nice âlimler, bilim insanları, münevverler ve
mütefekkirler yetiştirmek zorundayız. Bizde, medeniyet ve kültür târihimizde,
millet olarak genetik kodlarımızda bunların kökleri potansiyel olarak vardır.
Bunu geçmişte kaç kez ispat ettik. Üstelik aklı, ilmi, çalışmayı emreden ve iki
günü birbirine eşit olanın zararda olduğunu söyleyen bir dinin mensupları
olarak…
Bizde
eksik olan tek şey, moral ve motivasyon eksikliğidir. Yüzyıllardır üzerimize örtülen
ölü toprağını bir kenara itip yeni bir şahlanışla küllerimizden yeniden doğmalıyız.
Aynen “ba’sü ba’de’l mevt” örneğindeki gibi…
Hele
açlığa, susuzluğa, sefâlete, adâletsizliğe, ölüme mahkûm edilmiş mazlum
milletlerin hatırına bunu yapmak ve insanlığa yeniden numûne-i imtisâl ve üsve-i
hasene olmak zorundayız. Bu bizim için târihî ve onurlu bir görevdir. Nice
medeniyetler kurmuş İslâm âlemi ve Müslüman Türk milleti olarak bunu yapmalıyız.
Ki rahatlıkla yapabiliriz.
Yeter
ki bunu tercüme edilmiş düşüncelerle değil de telif edilmiş düşüncelerle yapmaya
çalışalım ve bütün kalbimizle buna inanarak başarılı olmaya azmedelim…