
Dünya
Telekomünikasyon Günü
ULUSLARARASI sistemde 17 Mayıs,
“Dünya Telekomünikasyon Günü” olarak değerlendirilmekte ve kutlanmaktadır. Genel
olarak telekomünikasyon, “haber ya da her çeşit bilginin, çeşitli iletişim
araçlarıyla iletilmesi ve yayımı” olarak tariflenir.
Beşer
münasebetlerinde hayatımızın bütününü kaplayan bu çok önemli husus, her geçen
gün önemini gittikçe arttıran bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. İlk defa
17 Mayıs 1865 yılında 20 devletin katılımıyla “Uluslararası Telekomünikasyon
Birliği” (ITU, International Telecomunication Union) adıyla Paris’te kuruldu.
Osmanlı Devleti de kurucular arasındaydı.
Uzaktan
seri iletişimin ilk aleti olan telgrafın mucidi, Samvel Morse’dir. Amerika’da
1837 yılında patentini aldı. New Jersey şehrine çektiği 3 kilometrelik hatta
ilk tatbikatını yaptı. Sonraları çalışmalara 1839 yılında arkadaşı Chamberlein
ile Paris’te devam etti. Telgrafın önemi o yıllarda ne Amerika’da, ne de Avrupa’da
anlaşıldı. İki mucit arkadaş, gösterilen ilgisizlik karşısında büyük hayâl
kırıklığına uğradı. Başvurdukları devlet adamlarından destek alamadılar.
Osmanlı
Devleti’ne de başvurmaya karar veren Profesör Morse, zamanın hükümdarı Sultan
Abdülmecid’den “Olur” cevabını alınca çok sevindi. Denemeye izin verildi.
Beylerbeyi Sarayı’nda iki oda arasına hat çekilerek istenen mesaj iletildi.
Çalışmalardan memnun kalan Sultan, bir taltif beratıyla çeşitli hediyeler ihsan
etti. Daha sonraları denemenin yenilenmesi istendi. İkinci deneyde istenen
başarı sağlanamadı. Çünkü sabotaja uğramıştı. Hattın kesilerek iletişimin engellendiği
sonradan anlaşıldı. Hükûmet içinden hain bir el, teli keserek deneyi sabote
etmişti. Bu mecburî başarısızlık, telgrafın Osmanlı’da kullanımının
gecikmesine, Avrupa’da yaygınlaştıktan sonra kabul edilmesine imkân tanımıştı.
Osmanlı’nın
yıkılışının iç ve dış birçok sebebi var. Bunların başını içerideki hainler
çekmektedir. Gündemimizin de önemli problemlerinden biridir içimizdeki hainler.
Onlar etkisiz hâle getirilmeden sosyal ve ekonomik meselelerin düzeleceği
düşünülmemelidir. Kalkınmış devletler seviyesine erişmek ise söz konusu olamaz.
Uluslararası
yazılı ve görsel iletişimin, sosyal medyanın, gelişmesi ve yaygınlaşması,
beraberinde iki olumsuz neticeyi doğurdu: Propaganda ve bilgi kirliliği... Bu
durum bize haberin doğruluğuna, bilginin gerçekliğine dikkatimizi çekmektedir.
Aynı zamanda “sürpriz” bir mevzuyu da çağrıştırmaktadır: “Vahy”...
Vahy;
en doğru, en önemli, en zaruri “haber ve bilginin” en güvenilir aracılarla
beşere (insanlığa) ulaşma şeklidir.
Vahy
Fen
ilminin inkişafıyla hayatı, çevremizi, eşyayı yani tabiatı daha iyi anlamaya
başladık. Birdenbire ortaya çıkarak kitlelerin ölümüne yol açan salgın
hastalıkların gözle görülmeyen çok küçük canlıların sebep olduğunu biliyoruz. Toplu
taşıma araçlarının en büyüğü diyebileceğimiz Yer gezegeninin Güneş Sistemi’ndeki
yerini ve hareketlerini hesaplayabiliyoruz. Samanyolu galaksisinin
yıldızlarından biri olan Güneş’i, diğer yıldızları, hatta ışıklarının bize
varması milyon, hatta milyar sene süren uzak galaksileri ve sistemleri teknik aletlerimizle
gözlemleyebiliyoruz. Bütün bu başarı ve gelişmelere rağmen hakikati tam anlaşılmayan,
fizik imkânlarla çözümlenmeyen cevapsız sorular var: Kâinattaki canlı ve cansız
maddeler nasıl meydana geldi?
Fen
ilminin son merhalesi, maddenin bir infilak (Big Bang) neticesinde yoktan var
olduğudur. Varoluş anından yani o zamandan itibaren devam eden fizik
kanunlarının kim tarafından konulduğu ve devam ettirildiği de sorgulanmaktadır:
Başlangıç anından itibaren zaman ve mekân birlikte yaratıldıysa, öncesinde ne
vardı?
Fen
ilmi, verileri bize kâinatın bir karadelik hâline dönüşerek yok olabileceğini
söylüyor. Peki, bugünkü varoluşun anlamı ne? Yaratılıştan yok oluşa kadar geçen
süre içinde yapılan zulümler, haksızlıklar, ihanetlerin hesabı (karşılığı) ne
olacak? Adaletin sağlanabilmesi için gösterilen çabaların, fedakârlıkların,
sarf edilen alın terinin (enerjinin) bir değeri yok mu? Bütün bunlar, var
olmayı “düşünüyor” olmaya bağlayan aklın cevabını araştırmaktan imtina
edemeyeceği (kaçamayacağı) sorulardır. Nietzsche gibi “boş vermek” ise basite
kaçmaktır. İptidaî bir düşünce tarzıdır.
Teknik
imkânlarımızla gözlemleyemeyeceğimiz, tasavvur hudutlarımızın dışında kalan
hakikatlerle nasıl yüzleşeceğiz? Nefis bataklığında bocalayıp duran, bâtıl
yollardan medet uman insanlığın kurtuluşu nasıl olacaktır? Bu aşamada devreye,
yoktan var edici Rahmân ve Rahîm Yaratıcı’nın girdiğine şahit oluyoruz.
Vahy, Esma-i
Hüsna sahibi Allah-u Teâlâ’dan kullarının kurtuluşu için inen nurlu bir yoldur.
Sonsuz olanın sonlu olanla buluşması gibidir. Bu özelliğiyle en büyük mucizenin
bizatihi kendisidir vahy. Bunu görmeyenler, görmek istemeyenler, reddedenler
gerçek körün ta kendileridir: “Kim bu (dünyada) kör olursa, o ahirette de kördür,
yolca da daha şaşkındır.” (İsrâ, 72)
Yeryüzüne yerleşen
ilk insandan itibaren âdemoğullarına zaman zaman, dalga dalga yayılan (İlâhi
bir frekans) sestir vahy. Kalp düğmesinin ayarını uygun hâle getirenler bunu
hissetmiş, duymuş, iman etmiş ve hidayete ermiştir. Ayarlamaya tenezzül etmeyenler,
cihazını bozmuş ve köreltmiş olanlar serap olarak addetmiş, burun kıvırmış,
alay etmiş, esfel-i safilîn listesine namzet olarak oyalanıp durmuşlardır.
Son olarak
inzal olunan vahy, sanki bütün öncekilerin hülâsası (özeti) özelliğinde, tüm
insanlığa kıyamete kadar cari olmak üzere, bahsedilmiş ilim ve hikmet dolu
İlâhî bir manzumedir. Adı “Kur’ân” olarak zikredilmiştir: “Gerçek bu Kur’ân (insanları)
öyle bir şeye (yola) doğrultup götürür ki, o en âdil ve en doğru bir(yol)dur.
Güzel güzel amel ve hareketlerde bulunan müminlere kendileri için muhakkak bir
ecir olduğunu müjdeler o.” (İsra, 9)
“Ki ne
önünden, ne ardından ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelemez; (o) bütün kâinatın hamd
ettiği, yegâne hüküm ve hikmet Sahibinden (Allah) indirilmedir.” (Fussilet, 42)
Neden Kur’ân-ı Kerîm?
Hiç
düşündünüz mü? Geçmiş çağlarda binlerce peygamber, Kelime-i Tevhîd tebliği
yapmak ve insanları doğru yola koymak üzere mücadele vermiştir. Bazen peşi sıra
peygamberler geldiğini de görüyoruz. Peygamberimizin (sallallahu aleyhi
ve’s-sellem) son peygamber olduğunu biliyoruz. Aradan bin 400 küsur sene geçti.
Kıyametin zamanını Allah-u Teâlâ bilir, farz edelim ki bin sene daha var; bu
kadar uzun zaman aralığında insanlara tebligatı kim yapacak? Şaşırmışlara,
aldanmışlara ve sırtını dönmüşlere “doğru yolu” kim gösterecek?
Veda
Hutbesi’nde bildirildiği gibi, yegâne kurtuluş kaynağı, mutlak kitap “Kur’ân-ı
Kerîm”dir. Önceki vahiylere nazaran bunda farklı birtakım özellikler vardır ki
şeksiz ve şüphesiz onun yegâne rehber olduğuna işaret etmektedir.
-Önceki vahiy
bilgileri (kitapları) yerel idi. Yani belirli coğrafyalara, belirli kavimlere
has idi. Kur’ân-ı Kerîm ise bütün yeryüzünü, buradaki bütün ırkları yani tüm
beşeri ihata etmekte, kucaklamaktadır.
-Geçmiş
çağlarda kavimler belirli “mekân” ve “zaman” aralığında hüküm sürdüklerinden,
bunlara cari olan vahiyler kendileriyle birlikte tarih olmuştur. Kur’ân-ı
Kerîm, inzal olduğu andan itibaren (çift yönlü olarak), yaratılıştan kıyamete
kadar tüm mâsivâya nüfuz ederek yankılanmakta, hatta (yok oluştan sonra) yeni
bir yaratılış müjdesiyle bambaşka bir zamana ve harikulâde bir mekâna kapı
aralamaktadır.
-Ekvator
civarındaki çöl ikliminden Himalaya dağlarındaki göçebelere, yemyeşil ova ve
vadilerden Okyanusya’daki adalar sakinlerine, kutuplardaki “iglo” sahiplerine
kadar her dil ve her gönle hitap eder Kur’ân-ı Kerîm.
-Deve ve at
sırtından inen insanlardan lokomotif ve motorlarla taşınanlara, uçaklarla kıta
atlayanlara kadar, uzay araçlarıyla gezegenlere, seyyah olanlara kadar tüm
insanları alâkadar eder Kitab-ı Mutlak. Onun lisanı (bugünkü konuşulan değil)
Arapçadır. Ondaki bazı kelimeler, cümledeki tertibine göre 10-15 (daha da çok)
ayrı mânâ ifade eder. Onun her zaman ve her mekâna intibak eden ifade tarzı,
Kâbe duvarlarına asılan Muallâkat-ı Seb’a (Yedi Askı) şairlerine dudak
uçuklattırır.
-Ondaki o
mündemiç fen bilgisi, çağımıza ve gelecek asırlara ışık tutmaktadır. Bu
bilgilerin bir kısmı ancak yakın zamanda anlaşılabilmiştir. Aletlerimizin
inkişafıyla diğerleri de anlaşılacaktır yavaş yavaş. Bu tedricîlik ve gizlilik,
kapasitemizle alâkalıdır. Zira zamanla anlaşılacak bir fen bilgisi açık olsa,
cahil için inkâra, inkâr da felâkete sebep olur. Fennin inkişafıyla yeni yeni
anlaşılmakta olan bu ilimler, zamanla fen ilmi dünyasını istilâ edecek, Batılı
fen adamlarını ve mütefekkirleri hayretten hayrete şok ederek Kur’ân-ı
Kerîm’in, her şeyi yaratan sonsuz İlim Sahibinden yeryüzüne inzal edilen
mesajlar bütünü olduğunu itirafa mecbur bırakacaktır.
Kur’ân-ı
Kerîm’in bu özelliği göz önüne alındığında, sanki 20’nci, 21’inci ve peşi sıra
gelen yüzyıllar için vahyedildiği hissi vuku bulacaktır. “İnsanlara afakta (dış
âlemlerinde), enfüste (iç âlemlerinde) ayetlerimizi göstereceğiz ki onun
(Kur’ân’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.” (Fussilet, 53)
İmam Gazâli (İhyâ-u Ulûmi’d-Din’in Kur’ân okuma âdâbı babında) şöyle bildiriyor: “Doğru düşünenler Kitab-ı Kerîm’in içindeki kıssa ve haberlerden ibret ve öğüt almasını bildiler. Hakk Teâlâ orada tafsilden beyân ettiği ahkâm ve ayırdığı helâl ve haram sayesinde gidilecek doğru yolu açıkladı. Onunla sırat-ı müstakime, hak yoluna hidayet olundu. O, ışık veren bir ziya, aydınlık saçan bir nurdur. İnsanı aldatan, mağrur eden her şeyden kurtuluş onunla olur. Gönüllere şifa ondadır. Ona muhalefet eden cebbarların (zorbaların) belini Allah kırar. Onu bırakıp ilmi başka yerde arayanları Allah dalalette bırakır. Kur’ân, Allah-u Teâlâ’nın sağlam bir ipi ve parlak bir nurudur. O kopmayan bir halka, koruyucu bir sığınaktır. Az-çok, küçük-büyük, her ne varsa her şeyi içine almıştır. Acai bâtına nihayet ve garibelerine son yoktur. Anlayanlar için onun faydalarını hiçbir çerçeve kuşatamaz. Okuyanlar ne kadar tekrarlarsa onu eskitemez. Geçmiş ve geleceklere ışık tutarak, insanları doğru yola hidayet etmiş ve edecek olan O’dur.”
Futbolcu
olamayan ilâhiyatçı
Son
zamanlarda ilâhiyatçılara bir hâller oldu. İlâhiyatçı enflasyonun bolluğundan
mı, bir köşede kalıp meşhur olamamanın ezikliğinden mi, yoksa mâkâm ve parayı
bastıran birilerinin papağanlığını yapmak istemelerinden mi veya çağımızın
hastalığı aklî dengeyi kaybetmelerinden mi pek bilinmez, saçmalama, sapıklaşma
furyasına gark oldular. Profesörlük payesi olanlardan biri, Kur’ân-ı Kerîm’in
tarihselliğinden dem vururdu. Okuduğu tarih kitaplarıyla karıştırarak ayet-i
kerimelerin geçersizliğini söylüyordu. Sonunda cüretini daha da arttırdı da
bazı ayetlerin Tanrı tarafından gelmediğini iddia etti.
Milletimiz
her ne kadar ilim sahibi değilse de iman sahibi. Haklı itirazlar karşısında,
soluğu yurtdışına firar etmekte buldu bu ilâhiyatçı. Hayat hikâyesini anlatan
bir videosunu seyrettik. Gençliğinde futbola çok meraklıymış. Top koşturup
dururmuş. Fakat babası buna razı olmuyor, ilâhiyat fakültesine gitmesi için
zorluyor. “Etme peder, futbolcu olmak istiyorum” dese de nafile, illâ ilâhiyat!
Mecburen, istemeye istemeye ilâhiyata gidiyor. Baba, belli ki dinini diyanetini
öğrensin diye ısrar ediyor. İyi de baba, gördün mü sonunda yediği haltı?
Eğitim
sistemini bir türlü düzeltemedik. Bilhassa ilâhiyat alanını. Eskiden medrese
tahsilinde talebelere nefis terbiyesi (ıslahı) öğretilirdi. Aday ilk önce
nefs-i emmareyi tanır, onun afetlerinden korunma usullerini bilirdi. Sonra ilim
tahsiline sıra gelirdi. Nefse hâkim olmadan bilgi çoğaltmak, yerine göre
yüktür. Ağırlığı, sahibine ve çevresine zarar verebilir. Günümüzde şahit
olduğumuz, mevki ve şöhret sahibi zevatın sebep olduğu nahoş hâdiseler
sözümüzün ispatıdır.
Meslek
seçimi, kişinin kendi tercihi olmalıdır. Ebeveynleri veya başkalarının
zorlamasıyla ilim tahsili, akla ziyan, enerjinin ve zamanın israfıdır.
Misalimizdeki gibi istemeye istemeye öğrenim yapılırsa şuur altında o ilme
karşı nefret birikir. Nefis, ilmin faydasını değil, açıklarını kollar.
Biriktirir. Bulduğu açıklar, kendi aklının seviyesine göre yanlış tespitidir.
Tespitinin doğru olup olmadığı önemli değil. Nefsinin onu yanlış olarak
kabullenmesi yeterlidir. Şuur altında depolanan nefret, intikam saati
geldiğinde gün yüzüne çıkar. Volkan gibi içindeki ateşi kusar.
Açıklama
yapıyor ilâhiyatçı profesör. Ne açıklama! Of aman of! “Orion takımyıldızına
bak. Andromedaya bak, Samanyolu’na bak, kutuplara bak, çiçeğe bak, bir de Kur’ân’a
bak. Kur’ân’da öyle küfürler var ki… Bu Allah dili olabilir mi? İnsanın dili
olabilir mi, olabilir.”
Neymiş
efendim, Kalem Sûresi’nde “zenim” kelimesi geçiyormuş. Zenim, zina mahsulü,
gayrimeşru doğanlara verilirmiş. “Zenim” kelimesini Allah kullanmazmış. Bak
hele, ne büyük keşif! Be akıl fukarası! Ayet inzal olunurken sana mı
danışılacaktı? Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlığı muhatap almakta, bütününe hitap
etmektedir. Âlimi-cahili, adili-zalimi, yaşlısı-genci, erkeği-dişisi,
zengini-fakiri, takvalısı-günahkârı, akıllısı-sarhoşu, edeplisi-ahlâksızı,
imanlısı-imansızı, Müslümanı-müşriki, mümini-münafıkı... İyi işler yapanlar
müjdelenmiş, kötü hareketlerde bulunanlar yerilmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm’in bir diğer özelliği de ayetlerin bir sebebe binaen inzal olmasıdır.
Herhangi bir hâdisenin vukuundan sonra ayet-i kerimenin gelmesi, tefsirinin
doğru yapılmasına dair delilin bulunmasıdır. Yoksa ayet-i kerimeyi o hâdiseyle
sabitleyip diğer zamanlara ait nispeti terk etmemiz anlamına gelmez. Her ayet-i
kerime, inzal olduğu andan itibaren kıyamete kadar bütün zamanlar için caridir.
Kur’ân-ı Kerîm’de geçen şahıs isimlerinin çoğu gerçek olmayıp unvandır.
Firavun, Nemrut, haman, Leheb gibi... Ancak salih ve saliha olanların isimleri
zikredilmiştir. Peygamberlerin, bazı velilerin... Bunun hikmeti şu olsa
gerektir: Allah-u Teâlâ’nın rahmeti, affı, bağışlaması sonsuzdur. Her günah
işleyenin nasuh tövbesi karşılık bulacaktır. Salih insanlar ise mükâfatla,
ikramla müjdelenmiştir.
Misalimize
gelirsek…
İslâmiyet’in
ilk zamanlarında, Mekkeli müşrikler Tevhîd dinini kabul etmeyip Müslümanlara
eziyet etmeye başladılar. Bunlardan bir kısmı düşmanlıkta öne çıktı. Hem
Kur’ân-ı Kerîm’le alay ediyor, hem de Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi
ve’s-sellem) saldırıyorlardı. Ulemaya göre bunlardan biri de Velid Bin Mugire
kâfiriydi. Aşağıdaki ayet-i kerimenin onun hakkında olduğu naklolunur:
“(Doğruyu
da eğriyi de) alabildiğine yemin eden, şahsiyeti bulunmayan, (öteki berikini)
daima ayıplayan, (gammazlıkla) laf getirip götürmeye koşan, (insanları)
hayırdan men eden, aşırı zalim, çok günahkâr, kaba, haşin, bütün bunlardan
başka da kulağı kesik (damgalı, soysuz) olan hiçbir kişiyi mal ve oğulları
vardır diye tanıma (onlara boyun eğme)!” (Kalem, 10-14)
Müşrik
Velid bakmış ki, ayet-i kerimede bildirilen on kötü hasletin dokuzu kendisinde
mevcut. “Zenim” yani “zinadan olma” kelimesine şaşırıyor. Doğru annesinin
yanına gidiyor. Kılıcını çekiyor, “Bana hakikati söyle, yoksa boynunu
vuracağım” diyor. Anası durumun vahametini görüp, “Sus, hakikati itiraf
edeceğim. Oğlum, senin babalığın varlıklıydı. Fakat cinsi/münasebet gücü yoktu.
Ölünce malı başkalarına gidecek diye korktum. Nefsime bir çobanı davet ettim.
Böylelikle sana faydam dokundu. Mal mülk sahibi oldun” diyor. Ayet-i kerimenin
mucizesi gerçekleşmiş; sır olan, o zamana kadar bilinmeyen bir husus açığa
çıkmış.
Ayet-i
kerimenin diğer zamanlara, bilhassa günümüze hissesi nedir? Kim Peygamber Efendimizi
(sallallahü aleyhi ve’s-sellem) kötüler, iftira atar, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah-u
Teâlâ tarafından inzal olduğuna inanmaz ve alay ederse, muhakkak ayette bildirilen
kötü hasletler kendisinde mevcuttur. Ona göre davranıla! Onların zenginliğine,
mevki ve şöhretine itibar edilemez, edilmemelidir. Cümle âleme ilân olunur!
Yakın
tehlike
Görünür
sahipliğini Elon Musk’ın üstlendiği Amerikan uydu şirketi “Space X” tarafından
uydu internet sistemini sağlamak üzere geliştirilen “Starling İnternet Projesi”
bütün hızıyla devam ediyor. 2020’nin Eylül ayında 775 uydunun yörüngede olduğu
açıklanmıştı. İki haftada bir gerçekleştirilen fırlatmalarda, fırlatma başına 60
uydunun yerleştirilmesinin plânlandığı duyurulmuştu. Buna göre mevcut uydu
sayısının 2 bin 500 civarında olması lâzım. Birleşmiş Milletler Uzay İşleri Ofisi’ne
göre 2021 Nisan itibariyle yer yörüngesindeki toplam uydu sayısı (Starling
Projesi dâhil olmak üzere) 7 bin 839’dur.
Projenin
önemi açıkça görülüyor. İlk aşamada 12 bin, toplamda 42 bin uydunun yer alacağı
atmosferi tasavvur edin. Space X firma yetkilileri, bir kısım uyduların keşif
ve ilmî araştırma amaçlı olduğunu, bazılarını ordulara satmayı plânladıklarını
ifade ediyorlar. Neyi keşfediyorsunuz? Devlet ordularına ne satıyorsunuz? Açıklanmayan,
sır tutulan ne menem işler var? Ayrıca vadesi dolan uydular “serseri mayın”
gibi tepemizde dolaşıp duracak mı? Sonra, bu yeryüzü atmosferi, gücü yeten her
kibirlinin istediği gibi kullanacağı bir alan mı? Uluslararası deniz ve hava
sahalarının sınırları belli olduğu hâlde, atmosfer, isteyenin istediği gibi
fink attığı bir hacim mi olacak?
Yetkililer
devreye girmeli, Birleşmiş Milletler yahut uluslararası kuruluşlar bu “yakın tehlikeyi”
bertaraf edecek bir hâl çaresi bulmalıdır.