BESMELESİZ sofralarımızın, şükürsüz
hayatlarımızın âhını aldık galiba. Yedikçe doymuyor, harcadıkça yetinmiyoruz.
Bereketsiz zamanların dişlisinde öğütülüyor ömrümüz. Nimetleri bir bir
harcadıkça harcıyoruz. Önce saçıp savuruyor, sonra da geri dönüştürmek için
uğraşıyoruz. Bu da takdire şayan tabiî, “İsrafın ne kadarını geri kazanırsak kâr!”
gözüyle bakıyoruz.
Suyumuzu
gereğinden fazla kullanıyor ve su kaynaklarımızı hunharca kirletiyoruz.
Akabinde, tekrar temizleme telaşı sarıyor sebep olduğumuz bu durumu. Ya da buharlaşan
suyumuz yağmur olup da dönünce yeryüzüne, kıymet bilir gibi önüne setler kurup,
derleyip toparlamaya çalışıyoruz yeniden.
Plastiklerimizi,
kâğıtlarımızı, camlarımızı ve benzeri materyallerimizi tekrar dönüşüm kutularına
koyabiliyoruz. Önce kıyafetlerimizi fazlasıyla dolduruyoruz gardıroplarımıza,
sonra sıkılıyor ve atıyoruz geri dönüşüm kumbaralarına. Böylece biraz olsun
içimiz rahatlıyor ihtiyacı olan birilerine gidecekleri için. İşte böyle, garip
bir dönüşüm olsa da çarçur ettiklerimizin bir kısmını geri kazanmak
hafifletiyor sanki bir nebze içimizi.
Peki,
ya harcayıp da dönüştüremediğimiz, “Ne de olsa çöpe gitmedi” diye gözümüze hiç
batmayan ve içimizi acıtmayan en büyük kaybımız? Var mı aklımızda böyle
kaybolup da önüne set çekemediğimiz, dolabımıza veya kabımıza dolduramadığımız başka
bir israfımız?
Evet,
boşa akıp giden zamanımız!
Bu
zaman saati çok kirlendi, şöyle bir arıtma tesisine sokalım da temizlensin. Yok
yok, olmadı! Bu boş geçen zamanın önüne bir set çekelim de biriksin, lâzım
olunca kullanırız. Bu da olmadı galiba… Boşa harcadığımız ya da bize fazla gelen
zamanımızı kumbaraya atsak? Belki bir ihtiyacı olan vardır… Aklıma çok daha iyi
bir fikir geldi: Bence biriktirelim boşa giden zamanlarımızı ve devlet
adamlarına, iş insanlarına, sanatçılara veya ilim ve fikir insanlarına verelim.
Onlara yetmiyor belki kendi paylarına düşen zaman. Üç beş kuruş da para kazanırız
hem böylece… Tüh, bu da olmadı galiba, satamadık zamanı!
En
zengin iş insanları veya en güçlü erk sahipleri bile isteseler, senin zamanını
senden satın alamazlar. Hani böbreğini alırlar da, zamanını alamazlar. İşte böyle,
herkese eşit verilmiştir zaman! Sana verileni sadece sen harcayabilirsin. Veya
öylece avuçlarından akıp gitmesini izlersin.
Maalesef,
zamanımızı satamadık ama onu zaman hırsızlarına seve seve teslim ettik. Hani boş
geçtiğini sandığımız zamanlar vardır ya, boş geçmezler aslında. Her saniyenin
külfetini yükleyip giderler üzerimize. Saatlerce yaptığımız dedikodular ve bitmek
tükenmek bilmeyen TV dizileri için ne de çok zaman öldürürüz. Bir kazak almak için
kaç mağaza gezer ve ihtiyacımız olmayan bu kazak için paranın yanında bir de
zaman israfını ekleriz. Böylece iki kez zarar yazarız hanemize.
Allah’ın
üzerine yemin ettiği “zaman”, bizi uçuruma de götürebilir, feraha da
kavuşturabilir. Yeter ki zamanımızı verimli kullanalım! Günümüzde çok popüler
olan “ânı yaşamak” kavramının içini nasıl doldurabiliriz? Hani şöyle hakkını
vererek, Hak için yaşasak ânı... Sonra o anlar öyle bir anlam kazansa ki alıp
bizi kurtuluşa erdirse… Gönlümüze geçici mutluluklar veren, bu dünyalık
birikimlerimizin yanında önceliklerimizi doğru belirleyip iki cihanda da bizi saadete
ulaştıracak amellerle uğraşsak…
Zaman heybesinde taşırken bizi, yol bitmek üzere. Yolun sonu ise herkesçe malûm. Midemizi doyuramayan kara toprağın gözümüzü doyuracağı o gün hiç de uzak değil. O büyük gün geldiğinde, bize lütfedilen bütün diğer nimetler gibi, tükettiğimiz zamanın da hesabını hakkıyla verebilmek asıl mesele!