“Önce kuş olduk, uçtuk semaya
Sonra
vurulduk, düştük sevdaya…”
(Aşk, İstanbul Kanatlarımın Altında)
***
PEK Muhterem Kari,
Zamanda yolculukla alâkalı kimi komik, kimi saçma, kimi enteresan, kimisi
inanılmaz internet sayfaları arasında dolaşmaya çıktığım bir günde komik mi,
saçma mı, enteresan mı, yoksa inanılmaz mı olduğuna ilk anda karar veremediğim
bir habere rast geldim.
7 Mayıs 2005 günü Cambridge Massachusetts’teki Massachusetts Teknoloji
Enstitüsü’nde (MIT) Zaman Yolcuları Toplantısı yapılmış. Tanınmış kozmologlar,
bilim insanları, sanatçılar, gazeteciler gelecekten gelecek misafirlerini
karşılamak üzere bir araya gelmişler.
Haberi ilk okuduğumda “Ne kadar saçma!” demiştim ama üzerinde biraz
düşününce fikir gayet mantıklı gelmeye başladı. Sonuçta bu toplantıdan yüz,
hattâ bin yıl sonra bir ya da birkaç zaman yolcusu bu toplantıya katılmayı
pekâlâ isteyebilirdi.
Bu toplantı şimdiden 16 yıl geride kalmış olsa da benim gibi bir zaman
yolcusu için müşkül bir durum sayılmazdı açıkçası. Benim 16 yıl öncesine
gidebileceğim gibi, yüz yıl sonradan bu habere rastlayan bir başka zaman
yolcusu da iştirak edebilirdi toplantıya elbette.
Gayet zekice bir davet!
Birden bu davetin cazibesine kapıldım, orada olmalıydım. Lâkin yine de
temkinli davranmanın yerinde olacağını düşündüm. Sefinenin mekân nişangâhını
MIT’in geniş bahçesinin kuytu bir köşesine ve zaman nişangâhını da toplantının
iki saat öncesine, yerel saatle akşam sekize ayarladım. Değişik bir tecrübe
olacak. Haydi bismillah! Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv!
Güzel bir Mayıs akşamı, hava ne sıcak, ne de soğuk. Kampüsün taş duvarının
diğer tarafında boylu boyunca uzanan Charles nehrinin sesini işitebiliyorum. 1861’de
kurulan, 1865 yılında Boston şehir merkezinde kiralık bir binada eğitime
başlayan MIT, 1916 yılında bu kampüse taşındı. Kampüsün geniş bahçesi muntazam
ve bakımlı çimlerle kaplı ve enva-i çeşit ağaçla. Havada huzur veren bir tabiat
kokusu ve tatlı bir meltem var.
Haystack Rasathanesi’ni sağıma alarak taş duvar boyunca ilerlemeye devam
ediyorum. Dikkat çekmeden ve kimseye görünmeden ana kapıya yakın bir noktadan
binaya doğru uzanan yola kendimi atmaya çalışacağım, plânım bu.
Hava karanlık, şartlar lehime. Ana kapıya iki yüz metre mesafede kalın
gövdeli, belki üç yüz yaşında bir akçaağacın arkasına saklanıyorum. Ana binaya
doğru uzanan yol az ilerimde. Bu toplantı için MIT’e gelen kalburüstü ve
heyecanlı insanlar aralarında hararetle konuşarak üçer beşer gruplar hâlinde yürüyorlar.
Bir boşlukta kendimi taş döşeli yola atıyorum ve ana binaya doğru
ilerliyorum. Roma mimarisine uygun inşâ edilmiş Morss Hall binası sekiz sütunlu
girişi, geniş kubbesi ve tüm heybeti ile tam karşımda. Binanın girişindeki
alınlıkta MIT’in sloganı “Mens et Manus” (El ve Akıl) yazısını
okuyabiliyorum. Fazla dikkat çekmeden, önümde yürüyenleri takip ederek toplantı
alanına doğru ilerliyorum.
East Campus yurdunun bahçesinde voleybol sahasının yanına zaman gemilerinin
inmesi için bir pist bile kurulmuş. Hattâ piste eksantrik bir hava katmak için
sis de püskürtülmekte olduğunu görüyorum.
Davetliler heyecanla 22:00’yi beklerken, bir taraftan da konuşmacılar kâinatın
yapısı, zamanın ne olduğu ve zamanda yolculuğun olabilirliği üzerine konuşmalar
yaparken arada sanatçılar da şarkılar söylüyorlar.
Herkesin, hattâ konuşma yaparken ya da şarkı söylerken konuşmacıların ve
sanatçıların dahi gözü sürekli pistte. Birazdan dumanla ya da ışık demeti içerisinde
piste inecek ilginç gemileri ve gemilerin içinden çıkacak zaman yolcularını
bekliyorlar. Ben de...
Saat tam 22:00 olunca herkes nefesini tutuyor, piste üflenen sis artıyor.
Sis makinasının ve cırcır böceklerinin sesi dışında çıt yok. Bu gergin ve
heyecanlı bekleyiş üç beş dakika devam ediyor. Heyecan yavaş yavaş hayâl
kırıklığına dönüşüyor. Bu hayâl kırıklığından dolayı müteessir oluyorum. Bir
taraftan da, “Acaba sağımda solumda benim gibi gizlice bu toplantıya katılan
zaman yolcuları var mı?” diye içimden geçiriyorum.
O sisler üflenen piste tam da 22:00’de inmiş olsaydım ne kadar havalı
olacağını düşündüğüm hayâlden, kolumu bir mengenenin sıkmasıyla uyanıyorum:
Efrasiyab!
“Ne işin var burada?” diyor, çok kızgın. Gözünden ateşler fışkırıyor
sanki.
Normalde üzerindeki kovboy kıyafetine gözümden yaşlar gelene kadar
gülebilirdim, lâkin gülecek durumda değilim. “Ne işin var burada?” diye
sual ediyor tekrar. Kolumu o kadar sıkıyor ki kolumda kan dolaşımının durduğunu
hissediyorum. Yavaş yavaş beni kalabalıktan uzaklaştırıyor.
“Ne yaptığının farkında mısın? Buradalar!”
Kim olduklarını bile sormaya cesaret edemiyorum. Efrasiyab’ı hiç bu kadar
kızgın görmemiştim. Hattâ Süleymaniye Camiî’nin avlusunda bana çizimleri
verdiğinde bile bu kadar tedirgin değildi.
“Hemen dönmelisin, hemen! Ben onları oyalarım” diye kulağıma
fısıldıyor.
Özür dilemek istiyorum ama dilim tutulmuş âdeta, konuşamıyorum bile. Nefes
nefese devam ediyor: “Ardına bile bakmadan koş ve derhâl geri dön! Şifreyi
çöz, onlar seni bulmadan sen onları bulmalısın. Hemen git şimdi!”
Ve tuttuğu kolumdan beni savuruyor: “Git!”
Ardıma bakmadan sefineye doğru koşuyorum. Sefineye ulaşıp geri dönüşe
hazırlanırken, Efrasiyab’ı bıraktığım yerden bağrışmalar, gürültüler ve tarif
edemeyeceğim acayip sesler geliyor. Öylece bırakıp gitmek içime sinmiyor ve
kendimi suçlu hissediyorum ama Efresiyab’ın talimatı son derece net: “Git!”
Efrasiyab’ı nasıl bir müşkülde bıraktığımı ya da Efrasiyab’ın beni nasıl
bir belâdan kurtardığını bilmeden, bilemeden geri dönüyorum.
***
Muhterem
Dostlar,
Düşündüm de, aylardır sizleri keyifsiz, iç burkan, kasvetli, hazin
seyahatlere çıkardığımı fark ettim. Bu kez biraz eğlenelim istiyorum. Keyifli
bir yolculuğa hazırsanız, sefinenin ayarlarını girmeye başlayayım. Mekân
nişangâhını Sarayburnu sahiline, zaman nişangâhını da 388 yıl öncesine, 1633
yılına kuruyorum.
388 yıl geriye yapacağımız bu seyahatte epeyce yakıt yakmamız gerekecek ama
siz dostlar için helâli hoş olsun! Yine de yanıma yedek yakıt almamda fayda var;
zira dönüşte lâzım olabilir. Sefine çalışsın, kasnaklar dönsün, zaman tüneli
açılsın, seyahat başlasın. Ya Hakk! Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv!
İstanbul’da bir şenlik havası var, yüzler gülüyor. Bugün Sultan Dördüncü
Murad’ın kızı İsmihan Kaya Sultan doğdu. Kutlamalar için İstanbul ahalisi Sarayburnu
sahilini doldurmuş, ortalık ana baba günü… Macuncular, şerbetçiler, köşkerler,
leşkerler, hokkabazlar, cambazlar, düzenbazlar, vurdumduymazlar, simyacılar,
kimyacılar, müneccimler, bacılar, hacılar, hocalar, kırklar, erenler,
ermeyenler, dilenciler, kaderciler, ayyaşlar, çayyaşlar, köseleciler,
keseciler, yan kesiciler, düz kesiciler, keçeciler, kayıkçılar, kürekçiler,
ekmekçiler, çörekçiler, börekçiler, sakalar, yoğurtçular, ayrancılar, hancılar,
yancılar, külhancılar, külhanbeyleri, berberler, tellallar, tellaklar ve cümle
aylaklar Sarayburnu sahilinde toplaşmışlar. Biz de aylakların arasına karışarak
Dördüncü Murad’ın kerevetini görebilecek bir noktaya kadar usul usul
yanaşıyoruz.
Sahilde iptidaî bir füze rampası mevcut. Rampanın etrafında da hummalı
şekilde son tetkikleri yapan üç beş delikanlı... Ağalar, beyler, kethüdalar,
lalalar, paşalar bir taraftan el etek öpüp Sultan’a tebriklerini sunuyor,
İsmihan Kaya Sultan için hayır dualar ediyorlar. Bu arada akşam geceye dönerken
heyecan artmaya başlıyor. O an yaklaşıyor…
İçinde bulunduğum kalabalıkta bir hareketlenme hâsıl oluyor. İşte geliyor!
Kalabalık az ötemde ikiye yarılarak gecenin kahramanına yol açıyor… Düğmeleri
göğsüne kadar açık beyaz gömleğinin kolları pazılarına kadar katlanmış,
boynunda üçgen muskası, bileğinde siyah deri bilekliği ve siyah yeleği ile
geliyor…
Yanımdan geçerken göz göze geliyoruz; beni tanıyor, ben de onu.
Cağaloğlu’nda Türk Ocağı kahvehanesinde davetsiz misafirim Lagâri’nin ta
kendisi! Sağ elini göğsüne götürerek selâmlıyor ve gülümsüyor. Selâmını
alıyorum. Kalabalık hep bir ağızdan ismini haykırmaya başlıyor: “Lagâri!
Lagâri! Lagâri!”
Lagâri Hasan Çelebi, doğruca Sultan’ın kerevetine kadar gidiyor ve ihtimamla
etek öpüyor. Hürmette kusur etmeden ve günün neşesine istinaden, “Padişahım,
zât-ı devletlerinizi Hudâ’ya ısmarladım, İsa Nebî ile konuşmaya gidiyorum”
diyor. Sultan ve etrafındakiler muhabbetle tebessüm ediyorlar.
Ahirinde sahildeki düzeneğine doğru emin adımlarla ilerliyor Lagâri. Yamaklarının
yardımıyla özel kıyafetlerini giyiyor, tekrar Sultan’a dönüp selâm vererek,
minare ucuna benzeyen kendi icadı roketine biniyor. Yardımcılarına işaret
veriyor…
Nefesler tutulmuş, heyecan şahikada. Yardımcılar, roketin altındaki fitili
ateşleyip koşarak emin bir mesafeye kadar uzaklaşıyorlar. Roketin dibindeki
barut macunu yanmaya, roket de içindeki Lagâri ile birlikte hızla yükselmeye
başlıyor.
Alkışlar, tezahüratlar, çığlıklar… Bu yükseliş neredeyse yarım dakika kadar
sürüyor. Roket, barut macunu bitip zirveye çıktığında -ki neredeyse 500 arşın
irtifada- İstanbul ahalisini başka bir sürpriz bekliyor. Lagâri, roketinin
etrafındaki yedi kollu fişekleri de ateşleyince sema ve derya gündüz gibi
aydınlanıyor. Alkışlar, tezahüratlar ve çığlıklar yeniden yükseliyor.
Üç beş saniye sonra Lagâri’nin roketi deryanın orta yerine düşüyor. Peki,
ya Lagâri?
Lagâri, kartal kanadı şeklindeki düzeneklerini açarak, süzüle süzüle Sinan
Paşa Köşkü’nün önünde denize iniş yapıyor. Oradan yüzerek tekrar Sultan’ın
huzuruna geliyor. Yerlere kadar hürmetle eğilerek, “Padişahım, İsâ Nebî size
selâm eyledi” diyor.
Sultan Dördüncü Murad, Lagâri Hasan Çelebi’ye bir kese akçe ihsan eyliyor
ve bu muvaffakiyetinin semeresi olarak yetmiş akçe yevmiye ile Sipahi Ocağına yazılmasını
ferman buyuruyor.
Bugün (yani 2021 için) bile fevkalâde olacak böyle bir gösterinin neredeyse
400 yıl evvel ahali üzerinde nasıl bir tesir bıraktığını hayâl ediniz bir an! Ben
de ahalinin yüzündeki bu şaşkınlığı gözlemliyorum.
Bu arada kalabalığın arasında göz göze geliyoruz Efrasiyab’la. Beni görünce
dönüyor ve uzaklaşmaya başlıyor. Hemen takılıyorum peşine; kalabalığın içinde
kaybetmemeliyim onu. Soracak suallerim, almam icap eden cevaplarım var. Ve
belki de yemem gereken bir zılgıt...
Otuz yıl sonra inşâ edilecek olan Yeni Cami istikametinde ilerliyor
Efrasiyab, ben de arkasından…
Bugüne dair anlatacaklarım nihayete ermedi, lâkin yerimiz daraldı. Bu
bahsin devamını bir sonraki -belki de bir önceki- yazımıza bırakalım şimdilik
dostlar, müsaadelerinizle…
***
Pek Muhterem Kari,
400 yıl sonra, İstanbul semalarında yine hayret verici şeyler oluyor. Roketler,
füzeler, dronlar, İHA’lar, SİHA’lar, enva-i çeşit insansız hava araçları,
helikopterler… Hepsi de yerli ve hepsi de millî!
Lagâri’nin Sarayburnu’nu şenlendirdiği gibi, bu milletin evlâtları, pırıl
pırıl gençleri Teknofest’te İstanbul semalarını şenlendirdiler. Kendilerine
fırsat verildiğinde neler başarabileceklerini dosta ve özellikle de düşmana
gösterdiler.
Düzenlenen yarışmalarda hem eğlendiler, hem sınırlarını zorladılar, hem de
ufuklarını biraz daha genişlettiler. Şimdiden gelecek yılın plânlarını yapmakla
meşgul o zehir gibi beyinler.
Bu gençler, ellerinden tutulunca, fırsat verilince dünya tarihini ve
coğrafyanın kaderini nasıl değiştirebileceklerini gördüler. Bunu da başardılar
zaten. Son dönemde Libya’da, Karabağ’da, Suriye’de, Irak’ta, Akdeniz’de
yaşananlar savaş paradigmalarını altüst etti. Yüzlerce milyar dolarlık uçaklar,
denizaltılar, uçak gemileri, el kadar insansız bir aracın insafına kalmış
durumda. Türkiye bu pırıl pırıl gençleriyle, tazecik beyinleriyle dünya
devletlerine, “Yenilmez, karşı konulmaz” denen ordulara meydan okudular.
Tüm dünya hayretle, kıskançlıkla ve endişe ile Türkiye’deki bu
gelişmelerden bahsediyor. Dosta güven, düşmana korku salıyoruz. Ve yüz yıl
sonra dünyaya, “Biz de varız! Bize rağmen bir düzen, bir masa kuramazsınız”
diyoruz. Bunu 10 bin kilometre mesafeden ABD bile duyuyor ve uykuları
kaçıyorken, bu vatanda yaşayıp cebinde Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyanların
duymaması, duymazdan gelmesi, duysa bile dudak bükmesi, dalga geçmesi,
küçümsemesi ne kadar acı!
Daha on yıl önce yerden bile kalkamayan insansız hava araçlarını İsrail’den
milyonlarca dolar karşılığında satın alan bir ülkeden, kendi teknolojisini
üretmiş, hattâ ihraç etmeye başlamış bir ülke hâline geldik. Tamam, bu durumdan
ABD, AB, İsrail, İngiltere ve dahi yedi düvel -hâliyle- rahatsız da,
içimizdekilerin rahatsızlığına ne demeli?
Polonya’ya 24 adet İHA-SİHA ihraç ettik diye kahrından ölecek insanlar (!)
var içimizde.
Nuri Demirağ’ın uçak fabrikasını kapatan, Nuri Killigil’in silah
fabrikasını yakan ve savunma sanayimizi ABD’nin, Almanya’nın, İsrail’in insafına
bırakan zihniyetin hayâleti -maalesef- hâlâ aramızda ve yeniden canlanabilmek,
bu gelişmeleri inkıtaa uğratabilmek için can atıyor!
Kardeşim, sizden bir kese akçe yahut yetmiş akçe yevmiye isteyen de yok. Biraz
olsun, bu ülkenin başarısından mutlu olun, yarım ağız da olsa takdir edin,
kâfi! Hattâ gölge etmeseniz bile yeter!
Hamiş: Bir yılda iki kez Yunanistan’ı ziyaret eden İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İstanbul’da düzenlenen ve ev sahibi sayıldığı
Teknofest’e katılmamayı tercih etti. İnsanların tercihlerine saygı duymak lâzım.
Kayıtlara geçmesini istedim.
Kalınız sağlıcakla efendim…