Tekel zor iş!

Nüfusu 8 milyonluk İsviçre gibi bir ülkeyi saat üretimi ile yönetmek kolaydır. Çünkü İsviçre, fizikî sınırları oturmuş, etrafında hiçbir dolabın dönmediği, PKK’sı, DHKP-C’si, FETÖ’sü olmayan güvenilir bir ülkedir. Güvenilir de yapılmıştır. Çünkü Yahudi, orayı kasa olarak kullanmakta, dünyanın neredeyse tüm zenginleri paralarını buradaki bankalara yatırmaktadır. Fakat böyle bir coğrafyada 80 milyonluk Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmek hiç de kolay değildir! Ha, bunu harbiden başardığınız anda zaten Kanunî dönemine dönersiniz.

DÜNYADA belli sektörde uzmanlığa erişmek, akabinde tekeli de getiriyor.

Misâl, İsviçre, saat endüstrisinde lider. Bu seviyeye nasıl geldiklerini, her evde saat üretildiğini, çocukluğumda masal gibi anlatırlardı. Bizi ise kendi kendine yetebilen ender ülkelerden biri olarak tanımlar, Arnavutluk’un komünist liderlerinden Enver Hoca’yı (!) överlerdi.

Övdükleri Enver Hoca’nın ülkesini iki kere gördüm. Görmez olaydım!

Tarım ülkesi olduğumuzdan, buğday ve pamuk üretimindeki yeterlilikten, fındıkta dünya lideri olduğumuzdan dem vurulurdu.

Hâlâ dünya fındık üretiminin yüzde yetmişi, dünyanın en kaliteli fındığı bu topraklarda üretiliyor. Lâkin fındık taban fiyatını artık Fiskobirlik değil, İtalyanlar belirliyor!

Niçin?

Çünkü İtalya, şekerleme ve çikolata üretiminde kullanılacak fındığın dağıtımını eline almış. Ya da bir şekilde tevdi etmişler…

Ne diyorduk?

Tarım ülkesiydik, mercimeğin enva-i çeşidini üretiyorduk… Silolarımız ağzına kadar mercimek dolu olduğundan, tüketimi arttırmak için televizyon ekranlarında her gün mercimeğin yararlarını anlatan profesör bir ablamız bile vardı.

Et pahalı olduğundan -o zamanlar tavuk eti de çok pahalıydı-, “Mercimeğin protein değeri ile et eşitlenmeye çalışılıyor” diye muhalif fikirler öne sürülüyordu.

Lâkin kimse bu ülkede Murat’ın amcasının senede bir kere Türkiye’ye geldiğinde getirdiği Alman çikolatası ile kot pantolon hasreti çektiğini bilmezdi.

Daha doğrusu, bilirdi de konuşmazdı!

Her ülke bir sektörde veya her ülke sektörle yükselebilir. Misâlleri çok!

Nüfusu 8 milyonluk İsviçre gibi bir ülkeyi saat üretimi ile yönetmek kolaydır. Çünkü İsviçre, fizikî sınırları oturmuş, etrafında hiçbir dolabın dönmediği, PKK’sı, DHKP-C’si, FETÖ’sü olmayan güvenilir bir ülkedir.

Güvenilir de yapılmıştır. Çünkü Yahudi, orayı kasa olarak kullanmakta, dünyanın neredeyse tüm zenginleri paralarını buradaki bankalara yatırmaktadır.

Fakat böyle bir coğrafyada 80 milyonluk Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmek hiç de kolay değildir! Ha, bunu harbiden başardığınız anda zaten Kanunî dönemine dönersiniz.

Bunları yazarken aklıma bir anda Abdülhamid Han düştü.

Hünkâr, iktidardan hâl’ edildikten sonra Selânik'teki Alatini biraderlere ait köşkte esir edilirken...

Devletin kuyruğu sıkışmış...

Sadaretteki Mahmut Şevket Paşa’nın aklına, Abdülhamid Han’ın Almanya’da bulunan Deutsch Bank’taki hisse senetleri gelmişti. Bunlara çökmek için de sabık padişaha baskı uygulamaya başlamıştı. Memleketin tüm selâmeti sanki bu paralara bağlıymış gibi yaptığı propagandası da sonuç vermişti.

Abdülhamid Han neden paralarını bir Türk bankası olan Osmanlı Bankası’nda değil de Alman bankasında tutuyordu?

“Saat endüstrisi” deyip geçmeyin, sevgili Yasin Taha Kalay kardeşim der ki, “Ağabey, saat endüstrisi temel yüksek teknoloji, kalite kontrol ve test, kalibrasyon ve laboratuvar cihazlarına giden ana yol demektir”.

Şu eski mekanik tansiyon aletleri vardı, ibreli… Hah, işte onları sadece saatçi ülkeler yapabiliyordu!

Size bir şey söylemek istiyorum: İsviçre, bugün elektronik sanayiinde Japonya ile başa baştır. Çin ise bugün hâlen İsviçreli Reishauer takım tezgâhı üreticisi firmanın elektronik kartlarını yapamamaktadır. Bu yol böyledir!

Mahmut Şevket mi? Af edersin, Dingo’nun önde gidenidir!

***


Hem sevindim, hem üzüldüm Meralcim

Allah, hayatta insanın karşısına öyle fırsatlar yaratır ki değerler üstünden davranış geliştirdiği an...

Körün istediği bir göz, Allah verir iki göz.

Meralciğime de fırsat kendiliğinden geldi...

Lâkin bir edepsizi korumaya kalkarak ayağına gelen fırsatı tepti.

Lütfücüm, artık partinin gizli kasası mıdır, yoksa bulunmaz Hint kumaşı mı, bilemem. Tam bir siyaset acemisi gibi davrandı.

Farz edelim ki provokasyon olsun, başbakansın(!)... Sana kâfirin türlü oyunları olacak. Misâl, “One minute” çekmedin de ana avrat dümdüz gittin... Ya da dayanamadın, erkekliğin tuttu, kodun sümsüğü... “Provokasyona geldim” mi diyeceksin, yoksa Kafakol Lütfü’ye dönerek, “ama”sız, “lâkin”siz, “fakat”sız, “İçimizde senin gibilere yer yok” mu diyeceksin?

Emin olun, böyle bir şey yapsaydı, bir AK Partili olarak burada tek bir kelime edemez, elim ayağım birbirine karışır, içimden de “Helâl olsun, istediğim muhalefet işte bu!” derdim. Ama üzgünüm Meralcim, kaybettin!

Tanrılar kurban istemiyor Meralcim, millet istiyor.

Bu adamı kurban etmediğin her dakika bataklığa sürükleneceksin!

Hele hele, her vatandaşın size oy vereceği ihtimâlini göz ardı ederek eleştirileri “yavşaklık” ile tanımladın ya, bu millet sana kim olduğunu gösterecek!

Siyaset, edepsizliği affetmez!

Devamlı şişirmeye çalıştığınız Erdoğan nefreti bile bu edepsizliği örtemez!