“HABÎBULLAH”… Başka şey
söylemeye, başka şey anlatmaya gerek var mı?
Siyer
anlatımı ve biyografik analizlerin dışında kalan genel yazı türünün mektup veya
dua endeksli olduğunu düşündüğümde Hazreti Resulullah’a dair bir deneme
açısından nasıl bir terkip kuracağımı şaşırmış bulunmaktayım. Lâkin şaşkınlık
iyi bence şu noktada. Zira düşünce yelkovanı, bekleme akrebinin tepesine
tepesine vurarak hâddini bildiriyor.
Bir
siyer âlimi veya yalnız Resul-ü Zîşân’ı kendisine konu edinmiş şekilde çalışan
bir yazar yahut akademisyen filan da değilim. İslâm âlimlerinin, tarih ve
ilâhiyat akademisyenlerinin hazırladıkları kitap ve makaleleri, hatta hakkında
çekilmiş belgesel ve sinema filmlerini takip ettik, okuduk ve izledik.
Bireysel, sosyal, küresel ve evrensel anlamda Muhammedî şuur ve ahlâkı doğrudan
O’nun sıfatları, unvanları, lakapları ve özellikle de isimleri üzerinden
anlatan en güzel hülâsa muhabbeti içeren kitaplardan biri, kıymetli Ağabeyim
Ahmet Turgut’a lütfedildi. Öyle bir kitap ki, kendi kendine konuşma seansları
içermiyor, mektup yollamıyor, niyazlarla kendi kendisini ertelemiyor. Böyle
olunca, her ne yazarsam yazayım, kendimi onun yazdıklarına bir şerh düşerken
veya taklit ederken bulabilirim.
İşte
bu sebeplerle ve hatta kendime kızarak, son zamanlarda kendimce takıntılı
olduğum bir konuya değinmek istiyorum Hazreti Muhammed Mustafa’ya salât ve
selâm ederken.
O’nu
anarken “En Sevgili” demek bana tutarsız geliyor. Zira O “En Sevgili” değil,
“Tek Sevgili”! Peki, neden biz “En Sevgili” şeklinde bir hitaba alıştırdık
“dilimizi”? Acaba -af buyurunuz- çakma bir Hazreti Ömer taklidi yapma gayretine
düştüğümüzden mi? Yahut Allah kullarından bir güzelin gönlünden süzülürken
duyduk da ona özendiğimizden mi?
Hazreti
Ömer’e nispetle rivayet edildiği şekliyle anlatılan “Beni nefsinden de çok
sevmelisin” ihtarının doğrudan kendimize karşı yapıldığını düşünelim mi? Ben
düşündüm…
Rivayete
göre Hazreti Ömer, Rehberimiz Seyyidimiz kendisine bu telkinde bulunur bulunmaz
ânında şöyle cevap veriyor: “Vallahi Seni nefsimden de çok seviyorum!”
Şimdi
size, o sahnede Hazreti Ömer’in yerinde olan kendimi resmediyorum: Önce bir
iltifatta bulunmuştum, karşılığında söz konusu telkinle karşılaştım. Şöyle bir
gözlerine bakıyorum… Canım çıkmış, çatlamışım…
Bu
birinci çekimdi, ikincisine geçiyorum: İltifatı yaptım, uyarıyı aldım.
Gözlerine bakamadım. Çıt da çıkaramıyorum. Başımı önüme eğiyorum. Biraz mola… Arada
başka diyaloglar geçiyor diğer kimselerle. Tabiî tüm bunlar olurken ben
düşünüyorum. Arada bir diğer diyaloglara kayıyor aklım…
İkinci
çekim de başarısız, üçüncüsüne atlıyorum: İltifatı yaptım, uyarı geldi, gözle
temas yok, çıt yok, başım önümde, konsantre oluyorum cevap vermek için ama
acayip bir zaman geçiyor, vakit erişiyor, herkes namaza geçecek…
Dördüncüdeyiz:
İltifat, uyarı, baş önde, konsantre hâl… Konsantre hâl günler alıyor. Bu durumu
bozmamak adına riyazetlere giriyorum; günlerim, hatta aylarım gidiyor. Sonunda
kendi kendime prova alıyorum “Nefsimden de önce… Nefsimden de önce… Nefsimden
de önce…” diye. Tam O’na söyleyeceğim, ilk sahneye tanık olan biri karşıma
geçiyor, “Evet, nefsinden de önce sevdiğini söylemelisin, çünkü o hâldesin!”
diyor. “Öyleyim, değil mi?” diyorum, açlığım kâr kalıyor yanıma…
Hazreti
Ömer sahnesinde vasat bir oyunculuk dahi yapamadığım için daha küçük projelerde
değerlendirebileceğimi düşünüyorum kendimi. Güzel kullardan biri olup, meselâ
bir salât u selâm esnasında elimi kalbime götürüyorum İsmini duyduğumda... Yahu
buradan fırlayıp çıkan bir kalp olmalıydı! Çok sevdiğim için duyar duymaz kopup
gitti, o yüzden yok herhâlde? Götürüyorum elimi kalbime… Sol göğsün dört parmak
aşağısında yer alan bölgede… Nabız gayet sağlıklı, maşallah turp gibiyim(!)…
Hâsılıkelâm
ne taklide, ne de çakma arkadaşlığa “Tek Sevgili”yi öğretmeyi becerebiliyorum. Allah,
kuluna kaldıramayacağından fazlasını yüklemez, bu yüzden belli ki. O’nunla aynı
zamanda ve aynı yerde yaşayamazmışım, çok bariz bu. Ya çatlarmışım orta
yerimden ya da O’na, hareketlerine ve söylediklerine, hele uyarılarına ayak
uyduramazmışım. Şimdiyse her lâfıma “Gel En Sevgili!” diye başlayabiliyorum
rahat rahat. Hâlbuki “Gel” dememle gelinmeyeceğini, “En Sevgili” deyip onure
ederken aslında “Sen de Sevgilisin ama…” dediğimi bilip de bilmezlikten
geliyorum.
(Az
önce “onure etmek” mi dedim ben bu arada? Artık ne kadar onurlu bir cümleyse o?)
Deniliyor
ki, “Ebu Cehil bilmiyor muydu Peygamber’in peygamber olduğunu? Biliyordu ama
inat ediyordu ‘Niçin ben değil de O?’ diye”.
Şuara Suresi’nin 3 ilâ 6’ıncı ayetleri
arasında şunlardan söz ediliyor: “Onlar mümin
olmuyorlar diye, neredeyse Kendini helâk edeceksin. Eğer dileseydik gökten
onlara ayet indirirdik, böylece onların boyunlarını gölgelerdi de (hükmü altına
alırdı da) ona itaat ederlerdi. Ve Rahman’dan hiçbir yeni zikir (emir) gelmez
ki, ondan yüz çevirmiş olmasınlar. Böylece onlar yalanladılar. Fakat alay etmiş
oldukları şeyin haberleri onlara yakında gelecek.”
Bahsi geçen
ayetler, Ebu Cehil yahut başka bir insana ayet vahyolunduğunda, o ayetin muhatabı
üzerinde hiçbir işe yaramadığını belirtiyor ve biz, işte bu ayetlerden
öğreniyoruz yukarı taşıdığımız söylemin veya böyle bir sorgulama içine girmenin
bir anlamının olmadığını. (Doğru düzgün işlerle alâkalı sorgulamalar yapmazken
böylesi deyişlerin içine girmek de ayrıca ilginç!)
Efendimiz
Serverimiz, İlâhî hitapla da sabittir ki, “Yaşayan Kur’an” hükmünün karşılığıdır.
Kur’an, ayetler topluluğu bir kutsal. Doğru ya, Efendimiz (sav) de başlı başına
bir ayet bu yüzden. Dolayısıyla Ebu Cehil’in ve günümüz tüm cahiliyesinin O’nun
hakkında bir kıyas düşüncesine ilişmesi ne tuhaf! Mesele Ayete ayetle hitap
etmekse eğer, O, Kendisine ayet vahyolunduğunda, “Bu da ne ki?” gibi bir cevap dahi
vermeyeceğinin garantisini taşımıştır üzerinde. Yani Allah, vahyettiğinde Kendisine
sadece inanacak Özel Kulu muhatap almıştır. Ebu Cehil’e veya içimizden birine
vahiy geldiğinde evvelâ inanmak dışında neler yapacağımızı yazayım mı? Yukarıda
bir tur atmıştım, gerek yok!
O (sav)
inanmış O’nun (cc) tüm ilmiyle varlığına. Madem iki kişinin bildiği sır değil,
O (sav), O’nun (cc) arz ettiği tüm muhabbeti sır bellemiş Kendisine. “Habîb”
olan O olmuş, canlı cansız bütün mahlûkat içinden başka bir peygamber dahi
değil. Öyleyse ne sorgu, ne sual, ne de mektup yazayım kendime. “Habîbullah”…
Başka şey demeye gerek yok!